Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı savaş uluslararası düzeni kökünden değiştiriyor. Bu yeni düzende rol oynayacak yeni jeopolitik dinamikleri, bu düzenin ana mimarları olacak kişilerle, ülkelerle doğrudan temas kurmadan anlamak mümkün değil.
Hong Kong merkezli düşünce kuruluşu Global Institute for Tomorrow’un (Yarın İçin Küresel Enstitü) kurucularından olan Chandaran Nair, Institut Montaigne için kaleme aldığı makalesinde, Batı merkezciliğine meydan okuyor ve bunun tehlikeleri konusunda uyarılarda bulunuyor.
Yazının öne çıkan bazı bölümlerini aktarıyoruz:
Rusya-Ukrayna Savaşı ve Batı merkezciliği tehlikesi
“’Batı dünyayı fikirlerinin, değerlerinin veya dini inançlarının üstünlüğü ile değil, daha ziyade organize şiddet uygulamadaki üstünlüğü sayesinde kazandı. Batılılar bu gerçeği sık sık unuturlar; Batılı olmayanlar ise asla unutmazlar.’
Rusya-Ukrayna Savaşı’nı ve bunun Batı ile Batılı olmayan medeniyetler topluluğu arasındaki kutuplaşmayı ve dünya düzeninin yeniden şekillenmesi üzerindeki etkilerini tartışırken, Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı kitabında yer alan yukarıdaki alıntıyı akılda tutmak önemlidir. Huntington Batılı bir tarihçidir, ancak diğer ulusların eylemlerini kınayan günümüz Batılı liderleri Huntington’ın görüşlerini görmezden geliyorlar. Ayrıca, Batılı olmayanların, Batı’nın yüzyıllarca süren şiddetli sömürgeciliği ve hâlâ devam eden hâkimiyetine ilişkin düşüncelerine de atıfta bulunulmuyor; bu inkâr, Batı’nın üstünlük duygusunu pekiştiriyor ve Batı’nın dünya görüşünü meydana getiriyor.
Dolayısıyla, Batı’daki pek çok kişinin iddia ettiğinin aksine, Rusya-Ukrayna Savaşı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en yıkıcı jeopolitik olay değildir. Özellikle Batılı olmayan ülkelerin bakış açısından bakıldığında, bu savaş yeni bir dünya düzeninin ortaya çıkışı için belirleyici bir dönüm noktası da değildir. Aksine, bu savaş Batı’nın farkına varmakta geç kaldığı pek çok hadiseden biridir. Bu hadisenin küresel güç dinamikleri ve ülkelerin cepheleşmesi üzerindeki önemini abartmak, Batı merkezciliğinin tuzağına düşmek demektir. Bu tuzak, tarihi yalnızca belirli kısımları seçerek tekrar anlatmak, sömürge imparatorluklarının hâkim olduğu dönemde meydana gelen dehşet verici olayların çoğunda Batı’nın suçunu küçümsemek ve bunun yerine Batı’yı dünyayı şekillendiren önemli olayların merkezine olumlu bir bakış açısıyla yerleştirmek için sömürgeci ve sömürgecilik sonrası anlatı inşasının bir devamıdır.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nı “karanlığa karşı aydınlığın” mücadelesi mi?
Rusya-Ukrayna Savaşı’nı “karanlığa karşı aydınlığın” mücadelesi olarak tanımlamak, en nihayetinde Batı merkezli bir söylemdir ve Batı coğrafyası (Ukrayna) ile ideolojilerini (demokrasi ve neoliberalizm) Batı sonrası dünyanın ortaya çıkışının merkezine yerleştirmek için kritik bir fırsat sağlar.
Oysa Batı dışı dünyada on yıllardır Batı’nın kontrol edemediği, tehdit olarak gördüğü ya da kabullenmek istemediği dönüşümler gerçekleşiyor. Giderek daha fazla ekonomik ve kültürel nüfuza sahip olan Çin’in kınanması bunun en güncel örneğidir. Hindistan, Pakistan, Brezilya, Nijerya ve Mısır gibi bağlantısız ülkelere yönelik jeopolitik açıdan ve Rusya-Ukrayna Savaşı’yla bağlantılı olarak yapılan eleştiriler, Batı’nın sahip olduğu algı ile Batılı olmayan ülkelerin durumu arasındaki kopukluğu ortaya koyuyor. Teknolojik gelişmelerin Batı dışı dünyada farklı bir çizgide ilerlediğini fark edememek, ABD ve çoğunlukla Batılı müttefiklerinin pazarlarını Çin’in Huawei şirketine kapattığında görüldüğü üzere, diğer ülkelerden gelen teknolojilerin kabul görmemesine yol açtı. Japonya da onlarca yıl önce benzer bir muameleye maruz kalmıştı.
Batılı olmayan ülkeler, Batı’nın diğer kültürler ve medeniyetler üzerinde sahip olduğu bu güçlü üstünlük hissinin farkındalar. Ne yazık ki bu kök salmış soğukluk, liberalizm vesilesine rağmen birçok Batılı devletin diğer ulusları eşit görme ve adil davranma dirayetini bastırdı.
Batı ayrıcalıklarından vazgeçmeli
Hakkaniyete dayalı yeni bir dünya düzeni kurulacaksa, Batı sömürgecilik tarihi tarafından kendisine bahşedilen ayrıcalıklardan vazgeçmelidir. Ancak bu, Batılı devletlerin kabullenemeyeceği kadar aşırı bir adım olarak görülüyor ve kamuoyu ile siyasi arenanın genelinde korku ve kızgınlığa yol açıyor.
Statükonun değişmesi konusundaki bu isteksizliğe rağmen dünya ileriye doğru gitmeye devam ediyor. Avrupa’daki savaş, 1945 sonrası dekolonizasyon dönemine kadar uzanan Batı sonrası dünyanın ortaya çıkışının bir emaresi olmakla birlikte bu süreci hızlandırıyor. Buna dair diğer emareler ise Vietnam’da, Cezayir’de, Kenya’da ve Çinhindi’nde yürütülen acımasız savaşlar gibi Batılı eylemlerin bir sonucudur. Daha yakın zamandaki örnekler ise Irak ve Afganistan savaşlarıdır. Bunlar, Batı’nın ahlaki üstünlük kompleksindeki ilk çatlakları dünyanın geri kalanının görebileceği şekilde gözler önüne serdi. Bu askerî müdahaleler sırasında yaşananlar, Batı dışı dünyadaki pek çok kişi tarafından insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak görülmüştür. Bunun örnekleri arasında Vietnam Savaşı’nda günümüzde bile emziren annelerin sütünde rastlanılan ve kansere neden olabilen “Agent Orange” herbisitinin kullanılması ya da ABD ve İngiltere öncülüğündeki Irak işgalinin hiçbir yasal dayanağı olmaması ve 13 yıl boyunca yüzbinlerce kişinin ölümüyle sonuçlanması bulunuyor, Afganistan’daki faciadan bahsetmeye gerek bile yok.
Yine de bu suçların ehemmiyeti Batılı ülkeler tarafından küçümseniyor veya inkâr ediliyor: Batılı ülkelerin çok küçük bir kısmı George W. Bush veya Tony Blair hakkında savaş suçları nedeniyle soruşturma açılmasını destekleyecektir. WikiLeaks gibi kuruluşların Batı tarafından işlenen savaş suçlarına ilişkin hassas bilgileri ifşa etme girişimleri Batı tarafından engellendi ve cezalandırıldı. Trump yönetimi, Afganistan’da savaş suçu işlenmiş olma ihtimalini soruşturduğu için Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yaptırım uygulanması yönünde bir kararname bile imzaladı. Batı ülkelerinin dehşet verici trajedilere neden olan askerî müdahaleleri daha sonra Batılı liderler tarafından hata olarak nitelendirilse de, bunlar Batı dışı dünya için adaletin tecelli etmediği suçlardır.
Batı liderliğindeki askerî müdahalelerin şiddetine rağmen, bir Avrupa ülkesinin işgal edilmesi mercek altına alındı ve hayali ‘iyi’ ve ‘kötü’ taraflar arasında sözde bir Soğuk Savaş anlatısı oluşturmak için kullanıldı ve Batılı ülkeler bu işgal sırasında savaş suçlarının işlendiğini ilan etmekte son derece hızlı davrandılar. Bu söylemlerde, Batı’nın üstünlüğüne ilişkin köklü normları maskeleyen belirgin ırkçı tonlamalar mevcut. Bu anlatılarda, Batı’nın üstünlüğüne ilişkin köklü normları yalanlayan belirgin ırksal tonlar mevcut.
Batı medyası, Rusya- Ukrayna Savaşı’nı, uygar olmayan, Batılı olmayan ve beyazların çoğunlukta olmadığı ülkelerin aksine “uygar” bir ülkede yaşanıyormuş gibi haberleştirdiği için defalarca eleştirildi. Avrupa’daki ülkelerin Ukrayna’dan gelen mültecileri kabul etmekte son derece hızlı davrandıkları, ancak savaştan zarar görmüş diğer ülkelerden gelen mültecileri aşağı gördükleri göz önüne alındığında, bu durum haberciliğin de ötesine geçiyor.
‘Kötü’ taraf aynı zamanda Batı tarafından savaş yanlısı, işgal yanlısı ve Batı karşıtı olarak nitelendirilen bağlantısız ülkeleri de kapsıyor ve böylece Çin ya da Hindistan gibi Batılı olmayan aktörler tarafından yürütülen tarafız diplomasi için paha biçilmez bir fırsatı ortadan kaldırıyor.
Bunu yaparken Batı, liberal ideolojilerinin, kendi sistemlerinin uluslar için en iyi, hatta tek yol olduğuna dair güçlü bir ahlaki üstünlük hissine dönüşmesine izin verdi. Demokrasi, bireysel özgürlükler, insan hakları gibi ahlaki kılıflar daha sonra Batı’nın dünya genelindeki müdahalelerini haklı göstermek ve bugün gördüğümüz küresel gerilimlerin Batı’nın eseri olduğunu inkâr etmek için kullanıldı. Dolayısıyla, Batı’nın egemen olmadığı bir geleceğin entelektüel açıdan kasıtlı olarak reddedilmesi söz konusudur: “Kurallara dayalı” dünya düzeninin arkasına gizlenmiş ve onunla eşanlamlı olan Batı’nın belirlediği dünya düzenine sahip değilsek, o zaman bizi kesinlikle karanlık bir gelecek bekliyor demektir. Bu söylem siyasi liderler, medya kuruluşları, akademisyenler, iş dünyası liderleri, sivil toplum kuruluşları, politikacılar ve kamuoyu tarafından dile getiriliyor.
Batı dünyasının dışındaki pek çok kişi için bu durum, küresel ve tarihi olayları taraflı bir şekilde sunan, dünyaya liderlik etme konusunda yalnızca Batı’ya güvenilebileceğini savunan ideolojik reçeteleri desteklemek için akademik kimlik maskesiyle söylemler inşa etmek amacıyla neredeyse uyumlu çalışan bir endüstrinin çabası olarak algılanıyor.
Batılı olmayan dünyanın bakış açılarını göz ardı etmek
Batı, kaçınılmaz olan Batı sonrası dünyaya sıkıntısız bir şekilde geçiş yapmak ve böyle bir dünyada başarılı olmak istiyorsa, Batılı olmayan dünyanın bakış açılarını artık göz ardı etmemelidir. Bu, Batılı olmayan ülkeler arasında kurulan yeni jeopolitik ve ekonomik uzlaşmaları kabullenmek ve bu uzlaşmalar Batı’yı içermediğinde bunları şüpheyle karşılamamak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda Batılı olmayan ülkelerin küresel güç yapılarına kabul edilmesini (Hindistan ve Afrika Birliği’nin BM Güvenlik Konseyi’ne dâhil edilmesi gibi) veya Batı normlarından farklı olan diplomasi ve ticaret doktrinlerinin (örneğin ASEAN Yolu) olduğunun kabul edilmesini gerektiriyor.
Batı dünyasının dışındaki pek çok kişi için Batı’nın dünya düzeni, sömürgecilik döneminin dehşeti ve sömürgecilik sonrası dönemin beraberinde getirdiği müdahaleler ile karakterize ediliyor; bu nedenle Batı sonrası dünya düzeni olumsuz bir değişim olarak algılanmıyor.
Bunun yerine, Batı sonrası dünya düzeninin ortaya çıkışı “çoğulcu” bir düzenin ortaya çıkışı olarak da görülebilir; küresel güç ekseninin artık tek bir devlet veya bir grup ortak devlet, yani dünya nüfusunun yalnızca %15’ini oluşturan Batı tarafından değil, birçok ulus tarafından belirleneceği bir dünya düzeni.
Sömürgecilik dünya düzenini şekillendiriyor
Yeni dünya düzeninin temelini, yalnızca görünüşte olmamak üzere, Batı’dan uzaklaştırmak önemli. Gerçek şu ki, şu anda hâkim olan Batı merkezciliği sömürgeci düşünce biçiminin ve Batı’nın kendisine ve Batı dışındaki dünya ile ilişkilerine bakışını nitelendirmeye eden davranışların ayırt edici özelliğidir. Avrupalıların Rusya-Ukrayna Savaşı başlamadan önce Batı sonrası/çoğulcu dünya düzeninin çoktan geldiğini fark etmekte geç kalmalarının nedeni kısmen budur.
Her ne kadar pek çok kişi sömürgecilik sonrası bir dönemde yaşadığımızı iddia etse de, gerçek şu ki geçmiş bugünden kopuk değildir. Sömürgeciliğin etkileri üç önemli alanda Batı hâkimiyetinin devam etmesini sağlıyor: ekonomi, jeopolitik ve kültür.
Ekonomik açıdan, Batılı işletmelerin Batı dışındaki dünyanın sömürülmesi yoluyla muazzam miktarda servet elde ettikleri bir sır değil. Pek çok Batılı şirketin benimsediği offshoring iş modelinin temelinde, işgücü maliyetinin düşük olduğu ve regülasyonların daha az uygulandığı yoksul ülkelerdeki çevresel kaynakların sömürülmesi yoluyla maliyetlerin ülke dışında tutulması yatıyor. Mesele bununla da sınırlı değil, çok uluslu şirketlerin küresel idari yapıları Batılı bankalar ve derecelendirme kuruluşlarından (Moody’s, Standard & Poor’s ve Fitch) oluşuyor, Batılı denetçi firmaları (Dört Büyükler) tarafından faaliyetlerine izin veriliyor, Batılı hukuk firmaları (the Magic Circle) tarafından önleri açılıyor ve Batılı yönetim danışmanları (Üç Büyükler) tarafından ince ayar yapılıyor.
Jeopolitik açıdan bakıldığında uluslararası kurallara dayalı mevcut sistem Batılı düşünce çizgisinde kuruldu ve geliştirildi. Bugün gördüğümüz barış ve refah ortamı ile dünyanın bu şekilde birbiriyle bağlantılı olması sıklıkla bu sistem ile bağdaştırılıyor. Bu sistem egemen eşitliği ilkesine dayanır, her devlet eşittir ve iç işlerini dışarıdan müdahale olmaksızın yürütebilmelidir. Ancak başta ABD olmak üzere Batı, yaptırımlar veya askerî yöntemler yoluyla başka ülkelere sıklıkla müdahale ediyor.
Bu tip müdahaleler, Batı’nın “koruma sorumluluğu” söyleminin bir parçası haline geldi: Egemenliğin, devletlerin Batı tarafından tanımlanan insan hakları sınırlarını aşmaması koşuluna bağlı olduğu ilkesi. Eğer bir devlet bu konuda başarısız olursa, egemenliğini kaybeder ve savaşın önü açılır. Çok taraflı mekanizmalar da bunu destekliyor. Önemli uluslararası kurumlar (BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve IMF gibi) Batılı değerlere göre kuruldu ve gelişti. Küresel ve seçkin kurumlar söz konusu olduğunda liderlik pozisyonlarına uygun görülen en nitelikli ve seçilmiş kişilerin Batılı olmasına ve bu kişilerin kalıcı bir “yönetici sınıf” oluşturmasına şaşırmamak gerekir.
Kültürel olarak, savaşlardan bilim, teknoloji ve felsefenin gelişimine kadar Batı’nın başarılarını ölümsüzleştirmek için eğitimin seçici bir şekilde kullanılması, Batı medyasındaki ortak anlatılar ve hatta Batı filmlerinin, müziğinin, sporunun ve modasının sahip olduğu kültürel nüfuz, Batı medeniyetini ayakta tutuyor.
Birlikte ele alındığında, Batı sömürgeci davranışlarının bu çağdaş ve kısa örnekleri, iklim değişikliğinin önlenmesi ve bu değişikliğe uyum sağlanması gibi alanlarda bile Batı merkezciliğinin nasıl aktif olarak sürdürüldüğünü ve yayıldığını açıklamaya yardımcı oluyor. Bunun farkına varmak, çoğulcu dünya düzeninde yol almak isteyen Batılı liderler için elzemdir, çünkü bu, ortadan kaldırılması gereken bir normdur. Bu sömürgeci davranışlar ele alınmazsa, çoğulcu dünya düzeninin başlangıcını son derece kutuplaşmış bir dönem haline getirecektir.
Avrupa’nın tepkisi nasıl olmalı?
Avrupa’nın yeni dünya düzenine uyum sağlamakta geç kaldığı göz önünde bulundurulduğunda, çoğulcu dünya düzeninde başarılı olmak istiyorsa şimdi derhal kendisine yeni bir rota çizmelidir. Bu bağlamda Avrupa’nın atabileceği üç adım var.
Bunlardan ilki, Avrupa’nın tarihsel olarak dünya hiyerarşisinde giderek azalan gücüne tutunmak için bel bağladığı ABD’nin dış politika ve güvenlik alanlarındaki artan saldırganlığından (Nancy Pelosi’nin Rusya-Ukrayna kaynaklı jeopolitik gerilimlerin ortasında Tayvan’a yaptığı pervasız ve kışkırtıcı ziyaret de dâhil olmak üzere) kendini ayırmaktır.
Avrupa ve ABD arasındaki özel ilişkinin doğası değişiyor. Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte Avrupa artık ABD’ye bağımlı hale geldi. Avrupalı liderler, NATO’nun doğuya doğru genişleme hırsı hususunda ABD ile işbirliği yaparak ve süreçte Putin’i Ukrayna’yı işgal etmeyi haklı çıkaracak bir konuma getirerek sorumluluklarından kaçtılar ve vatandaşlarını korumakta başarısız oldular. Bu hiçbir şekilde Vladimir Putin’in eylemlerini mazur göstermez, ancak savaşlar diplomasi, iletişim ve diğer tarafın korku ve endişelerini iyi anlamak yoluyla önlenebilir. Bu, yıkıcı sonuçlardan kaçınmak için özellikle hasımlar ile ilişkiler kurmak anlamına gelir. İmparatorluklar tarihinin getirdiği kibir ve dolayısıyla her şeyin efendisi olduklarına dair inanç, bu asırlık mantığın bir kenara atılmasına sebep oldu ve şimdi Avrupa kendini savaşın içinde buldu; kıtanın en büyük sanayi gücü Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez silahlanırken, Finlandiya ve İsveç NATO’ya katılmak için çabalıyor ve Rusya’yı bölgede daha da yalnızlaştırıyor. Aynı zamanda, Euro 20 yıldır ilk kez ABD ile aynı seviyeye gerileyerek ABD’nin Avrupa üzerindeki mali gücünün artmasına sebep oldu.
Bunun bir sonucu olarak ise Avrupa, sağladığı finansman, ekonomisinin merkezinde yer alacak kadar büyük bir askeri-endüstriyel komplekse sahip olan tek ülke olarak sattığı silahlar, uyguladığı yaptırımlar, desteklediği ticaret anlaşmaları ve hedef aldığı düşmanlardan dolayı ABD’nin hegemonyasına giderek daha bağımlı hale geldi. Avrupalı liderler, milenyumun başından itibaren ABD’nin siyasi sisteminin istikrarsızlaştırıcı bir küresel haline gelmeye başladığını, siyasi liderlerinin birleştirici birer güç olmaktan ziyade kendi çıkarlarının esiri olduğunu anlamalıydı.
Avrupa, Batılı olmayan bazı devletlerle ilişkilerini onarmalı
Avrupa kendisini ABD’den ayırmak istiyorsa, o zaman Avrupa’nın düşünmesi gereken bir sonraki adım, Batılı olmayan bazı devletler ile ilişkilerini onarmak ve yenilemek olmalıdır. Bu Avrupa’nın atması gereken ikinci adımdır ve Avrupa liderler için her ne kadar istenmeyen bir şey gibi görünse de Rusya’yı tamamen dışlayan bir gelecek yaratmak yerine Rusya ile barışın sağlanması için sıkı bir şekilde çaba göstermeyi gerektirir. Bu aynı zamanda Ortadoğu’daki yükselen güçlere ve büyük Asya ve Afrika ülkelerine işbirliği ve karşılıklı anlayış ruhu ile yaklaşarak kutuplaşma öncesi dünya düzenine karşı değil, onunla birlikte çalışan yeni bir rota çizmek anlamına da geliyor.
Örneğin Avrupa, Çin’i geleneksel olarak jeopolitik bir müttefikten ziyade bir ticaret ortağı olarak ve son zamanlarda da ABD’nin korkularına paralel olarak bir tehdit olarak algılamıştır. Ancak böyle bir duruş, Çin’in kaçınılmaz olarak son derece önemli bir rol oynayacağı göz önüne alındığında, kutuplaşma öncesi dünya düzeninde Avrupa’nın kendi çıkarlarını korumak için tek başına uygun olmayan bir pozisyondur.
Çoğulcu dünya düzeninin mevcut küresel sistemin aksine çok kutuplu bir düzen olacağı göz önüne alındığında, Avrupa’nın bu yaklaşımı bir kenara bırakması (ve ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında kendini “özgür dünyanın” lideri olarak görmesini tekrar gözden geçirmesi) ve yeni bir jeopolitik yönelim içine girmesi kritik önem taşıyor.
Avrupa ve Batı siyasi çoğulculuğu kabullenmeyi öğrenmeli
Bu ise Avrupa’nın atacağı üçüncü adımdır. Avrupa ve daha geniş bir kapsamda Batı, yeni dünya düzenine geçişin bir parçası olarak siyasi çoğulculuğu kabullenmeyi öğrenmelidir. Bu da Batı’nın, demokrasiyi yorumlama biçimlerinin artık jeopolitik amaçları gerçekleştirmek veya Batılı olmayan devletler üzerinde üstünlük taslamak için silah olarak kullanılamayacağını kabul etmesini gerektiriyor. 1945’te imzalanan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda “demokrasi” ifadesi hiç kullanılmamıştır, kendi siyasi sistemine sahip olmak her devletin egemenlik hakkıdır ve bu sistemlerin tek meşruiyet kaynağı “Biz Halklar”dır.
Demokrasi bu yaklaşımlardan yalnızca bir tanesidir. Bu nedenle, dünyayı demokrasi ekseninde iki bloğa bölmek sınırlayıcı ve geçmişten kalma bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Rusya-Ukrayna savaşı devam ederken ters etki yaratan bir Soğuk Savaş zihniyetini yansıtıyor.
Bu nedenle, dünyayı demokrasi ekseninde iki kampa bölmek sınırlayıcı ve gerici bir yaklaşımdır ve özellikle Rusya-Ukrayna çatışması devam ederken ters etki yaratan bir Soğuk Savaş zihniyetini yansıtmaktadır. En nihayetinde sosyal sistemler, ekosistemler ve ekonomik sistemler üzerine yapılan tüm akademik çalışmalarda, çeşitlilik bir norm olarak kabul ediliyor ve farklı sistemlerin kabul edilmesi için çaba sarf ediliyor. Ancak konu siyasi sistemlere geldiğinde görünüşe göre Batı çoğulculuğu reddediyor. Dolayısıyla Batı, siyasi sistemlerdeki çeşitliliğin, karmaşık ve değişen bir dünyada, küresel topluluk olarak kabul etmeyi öğrenmemiz ve çok taraflı işbirliklerini daha etkili kılmak için birlikte çalışmamızı gerektiren doğal bir düzel olduğunu kabul etmek için çabalamalıdır. Bu devletler topluluğuna mensup ülkelerin sorumluluğu birbirlerinden öğrenmek, birbirlerini teşvik etmek, hatta öğretmek ve topluluğu daha güçlü hale getirmeye çalışmaktır. Bu öğrenme süreci, çoğulcu dünya düzenini tanımlayacak olan şeydir. Elbette bu, diktatörler ve baskıcı siyasi sistemlerle ilgili son derece meşru endişeleri göz ardı etmek anlamına gelmiyor. Ancak, günümüzün demokratik olmayan sistemleri 20. yüzyıldakilerden farklıdır. Özellikle de ABD’nin her şeyden önce bir plütokrasi olduğu ve Batı’daki çok övülen demokratik sistemlerin de son derece kusurlu olduğu düşünüldüğünde, söz konusu demokratik olmayan sistemler Batı’nın düşündüğü kadar ahlaktan yoksun değiller. Yine de Batı’daki halklar bu en özgürlükçü fikri kabul etmekte zorlanıyorlar: bugün hâlâ itibar gören Vestfalya değerleri doğrultusunda çoğulculuğa saygı gösterilmelidir.
Bazıları statükoyu savunmak için çoğulculuğu benimsemenin naif, idealist ve en kötüsü kötü aktörlerin eylemlerine göz yummak olduğunu söyleyecektir. Ancak Batı’nın tamamında kötü aktörlerin olmadığını düşünmek de aynı derecede naifliktir. Aynı zamanda, diğer kültür ve medeniyetleri kendilerine hiç de uygun olmayan bir yönetim sistemini benimsemeye zorlarken, aynı idealleri gerginliği tırmandırmak, yaptırımlar uygulamak ve hatta savaş yoluyla doğrudan müdahale etmek için silah olarak kullanmak ve tüm bunların dünyayı daha güvenli bir yer haline getirmek için yapıldığını iddia etmek de idealistliktir ve kibrin zirvesidir.
Küresel birlik için nadir bir fırsat
Birçok Batılı ülke için Batı sonrası/çoğulcu dünya düzeni kavramı, bölünmüş bir dünya imgesini çağrıştırıyor. Ancak Batılı olmayan ülkeler için bu korkulacak ya da mücadele edilecek bir şey değil. Onlara göre bu durum küresel birlik için nadir bir fırsat sunuyor.
Dünya ilerlemeye devam edecek. Batı, yeni dünya düzeninin küreselleşmeden uzaklaşma veya geçmişe dönüş değil, Batılılaşmadan uzaklaşma düzeni olacağını kabul etmek zorunda kalacak. Dünyanın Batılı olmayan kısmındaki pek çok kişi için bu daha adil bir dünya düzeni olacaktır; zira Batı’dan arınma, tarihlerinin en uzun baskı döneminden kurtulma mücadelesiyle eşanlamlıdır. Söz konusu yeni dünya düzeni, egemenlik haklarına nihayet saygı gösterilmesi için bir fırsat sunuyor.
Daha da önemlisi, bu durum Batılı olmayan dünyanın Batı’yı reddettiği anlamına gelmiyor; aksine, Batılı olmayan devletler kendi kimlikleri ve kültürleri için yeni rotalar çiziyor ve Batı’nın bu süreçte onları desteklediğini görmek istiyor: Batılı ve Batılı olmayan devletlerin çoğulcu dünya düzeninde, uluslararası topluluğun gerçek üyeleri olarak, ulusal ve uluslararası düzeyde en iyi sonuçları elde etmek için birlikte çalışmaları gerekiyor.”
Bu yazı ilk kez 16 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.