80’lerin ve 90’ların şarkılarıyla büyüyen nesillere ne oldu?

80’lerin ve 90’ların şarkıları neden hâlâ ezberimizde? Bu şarkılarla büyüyen kuşak neden yeni müziğe mesafeli? Nostalji bir kaçış mı, yoksa son gerçek bağlardan biri mi? Uğur Küçükkaplan yazdı.

2008’de ilk baskısı yapılıp dilimize kazandırılan Mısır’ın Sesi kitabında, “Dinlemek,” diyordu Virginia Danielson, “bazı sesleri diğerlerine tercih etme seçimiyle başlar.”[1] Hayatı boyunca hep tercihler yaparak yaşamına yön veren insanın dinleyeceği müzikleri de seçmesi şüphesiz ki son derece doğal. Farklı ölçütlere, her zaman tutarlı ve kestirilebilir olmayan dinamiklere dayanan estetik yargıları, zamana, mekâna ve kültüre göre değişebilen tercihlerin değil de kimliğin sabit bir parçası olarak görenler için geçerli olmasa da ötekini anlamanın, yaşamına saygı duymanın birlikte yaşama kültürünün temel gerekleri olduğunu kavrayabilmiş bireyler için bu seçim hakkı gayet anlaşılır.

Seçim yapmaktan bahsedebilmenin mutlak şartı ise birini diğerine tercih edebilmek için elde en az iki seçeneğin olması. Ne var ki tercih yapılırken hangi estetik yargıların belirleyici olduğu, kişinin ruh hâlinin, mizacının ya da geçmiş deneyimlerinin tercihlerini ne ölçüde etkilediği gibi etkenler önemli olmakla birlikte çoğu zaman bunları kesin biçimde saptayabilmek oldukça güç. Peki, hâl böyleyken bireyin/toplumun müzik tercihi hakkında dişe dokunur bir şeyler söylemek, derindekini değilse de yüzeye yakın olanı biraz olsun anlayabilmek mümkün mü?

Mümkün elbette…

Tercihlerin yüzeyinde: Beklenti ve arz-talep dengesi

Bütün bir tercih sürecinin üst üste binmiş katmanlardan oluştuğunu düşünürsek, yüzeye en yakın, dolayısıyla en görünür olan kısmın beklenti olduğunu söyleyebiliriz. Her seçim ardında mutlaka bir beklenti barındırır. Beklentiyi şekillendiren her bir unsur diğer katmanları oluştursa da derine inildikçe görüntü silikleştiği için ölçülebilir olmaktan uzaklaşılır. Bu tabloda beklenti, derindeki unsurların ortalaması olarak bize hem görece daha somut verilerle çıkarım yapabilme hem de onu oluşturan bileşenler arasında ilişkiler kurarak fikir yürütme imkânı verir. Şu hâlde elimizde meselenin özünü kavrayıp süreci okuyabilmemizi kolaylaştıracak iki anahtar kavram var; biri tercih, diğeri beklenti.

Beklenti söz konusu olduğunda kaçınılmaz olarak arz talep ilişkisi devreye girer. En basit, en yalın hâliyle söylersek beklentinin, yani talebin olduğu yerde o talebi karşılamak için kolları sıvayan birileri olacak, onlar ürettikleri müddetçe de bu talep artış ya da azalış göstererek devam edecektir. Görüldüğü üzere tercih ve beklenti gibi daha ziyade kişisel ve öznel unsurların yanına arz talep dengesi dediğimiz bir ekonomi modeli geldi, böylece konu ticari ve sektörel bir boyut kazandı. Bu yeni boyutun şemsiyesi altına popülerlik, moda, reklam gibi pek çok farklı dinamik giriyorsa da konumuzun odağı dışında kaldığı için bunların ayrıntılarına girmeye gerek yok.

Müziğin endüstrileşmesi ve popüler kültürle buluşması

Sesin kaydedilmesi ve müzik teknolojilerindeki gelişmeyle birlikte müziğin 20. asırda ticari bir ürüne dönüşerek dev bir endüstri hâline gelmesi elbette ki uzun yıllara yayılan çok aşamalı bir süreç. Yine de birbirini doğuran aşamaları temsil eden bu üç anahtar kavram, konunun genel seyrinin, özellikle de dinleyiciyle sektör arasındaki ilişkinin nerede başladığının anlaşılabilmesi açısından yardımcı olacaktır.

Bir de tüm bunların yanında yalnızca dinleyicilerin tercihleriyle veya piyasanın koşullarıyla açıklanamayacak; müziğin kendi iç dinamiklerinden, onu sarıp sarmalayan politik ve toplumsal meselelerden beslenen bazı değişimler var ki görmezden gelindiğinde konunun sosyo-kültürel boyutu pas geçilmiş olur. O hâlde buraya dek kısa bir kavramsal çerçeve çizmek amacıyla temas ettiğimiz noktaları, Türkiye özelinde ve başlıkta belirtilen nesiller üzerinden somutlaştırıp biraz daha açmaya çalışalım.

Öncelikle 80’li ve 90’lı yılların şarkılarıyla hemhâl olmuş nesillerin hangi nesiller olduğunu netleştirmek gerekiyor. Her ne kadar ilk bakışta o yılları yaşamış herkesin dönemin şarkılarıyla bir şekilde ilişki kurduğu ve dinleyici kitlesi içinde yer aldığı düşünülse de buradaki düz mantık gerçeği tam olarak yansıtmaz. Cumhuriyet’in kuruluşunu baz alırsak, 1920’li ve 30’lu yıllarda doğmuş olanlar bahsi geçen dönemlerde 60-70’li yaşlarındadırlar. Bu nesiller içinde yenilikleri takip eden, müziğin her türüne önyargısızca yaklaşabilenler varsa da yaşadığımız toplumda bu tarz kişilerin bugün dahi ne kadar az olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. 50’lerdeki siyasi kırılmanın ve müziği de içine alan eksen değişiminin etkisiyle, bahsi geçen seneler itibarıyla bu nesillerin daha muhafazakâr veya eleştirel bir yerde durduklarını söylersek yanlış bir genelleme yapmış olmayız.

İlk kuşaklar: Müziğe mesafeli, değişime temkinli yaklaşım

40’larda doğmuş, 50’li ve 60’lı yıllarda lise/üniversite çağlarında olup İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde nitelikli eğitim alan gençler arasında çeşitli gruplar kurup devrin popüler müziğine ilgi besleyenler olduğunu görüyoruz. Nitekim 50’lerde Amerikan popüler müziğiyle taklit yoluyla da olsa ilişki kuran bu gençler arasında pop müziğin temellerini atan pek çok isim bulunuyor. Dolayısıyla ilk gençlik yıllarını 50’li ve 60’lı yıllarda yaşayan, 70’lere gelindiğinde müziğe bakış açıları olgunlaşmaya başlayan bu nesil, 80-90’larda artık orta yaşlarına ulaşmıştı. 50’lerde doğanlar için de tablonun genel olarak pek farklı olmadığını söyleyebiliriz.

Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve kültürel anlamda büyük bir kırılma yaşadığı 50’ler sonrası için ise ayrı bir sayfa açmamız gerekiyor. 60’lardan 80’lerin başına kadarki iki nesli içine alan yaklaşık yirmi yıllık dönem, her açıdan olduğu gibi popüler müziğin seyri ve dinleyici kitlesinin genişleyip çeşitlilik kazanması bakımından da son derece önemli. 60’ların sonlarında arabeskin doğuşu; 70’lerin ikinci yarısından itibaren pop müziğin yerel unsurlardan beslenmeye başlayarak 80’lerde piyasayı domine eden arabeskin de etkisiyle özgün kimliğini bulması; 90’larda arabesk müziğin önceki senelere kıyasla etkisini yitirmesi ve yerini pop müzikteki patlamaya bırakması derken, 2000’lerin başına kadar süren, önemli değişimlerin yaşandığı 30-40 yıllık bir dönemden bahsediyoruz.

Peki, tüm bunlarla 60’lı ve 80’li yıllar arasında doğan iki kuşak arasında nasıl bir ilişki var?

60’lar kuşağı: Darbelerin gölgesinde büyüyen dinleyiciler

27 Mayıs darbesini bizzat yaşayıp idrak edemese de iklimine doğan; çocukluk yıllarında 12 Mart muhtırası verildiğinde olup biteni anlayamasa da gerilimi hisseden; olayların içinde fiilen yer almasa da gençliğinin en güzel yıllarını 12 Eylül darbesinin kaotik ortamında yaşayan 60’lar kuşağının bu dönem ve onun müziğiyle kurduğu ilişki doğal olarak öncekilerden farklı gelişti. Her şeyden önce bu nesil 50’ler ve öncesini kitaplardan okudu. Müziği ise ötede beride maruz kalmadan, bilinçli bir yönelimle dinledikleri yaşlar 80’lere, 90’lara denk geldi. Dolayısıyla hem yaş hem de içinde bulundukları koşullar itibarıyla bu dönemin müziğiyle önceki kuşaklara göre daha derin, güçlü ve en önemlisi organik bir bağ kurdular.

70’lerin ikinci yarısıyla 80’lerin başında doğanlar ise 27 Mayıs’ın etkileri devam ediyor olsa da siyasi açıdan suların biraz daha durulduğu dönemlere denk geldiler. Popüler müziğin özgün örneklerinin verildiği 80’lerde çocukluklarını, popun coştuğu 90’larda ilk gençlik yıllarını idrak eden bu kuşak da 80’ler ve 90’ların popüler Türk müziğiyle sıkı ve özel bir ilişki kurdu. Fakat önceki 60’lar kuşağından önemli bir farkı olduğunu söylemeliyiz; bu nesil 2000’lerin başından itibaren teknolojinin getirdiği küresel boyuttaki değişimlere, yerel ölçekteki siyasi ve kültürel dönüşüme gençlik yıllarında tanıklık etti. Müziği de içine alan kopuşu ve gelecek kaygılarının eşlik ettiği belirsizliği hızlı bir geçişle, araya olgunluk evresi giremeden deneyimlemek zorunda kaldı. Biraz da bu sebeple 90’lar ve sonrasında doğanlarla o bildiğimiz kuşak çatışmasını aşan, eleştirel olmanın yanısıra aralarına kalın çizgilerle keskin sınırlar çizen, mesafe koyan bir tavır geliştirdi. Kendinden önceki kuşağa karşı böyle bir tutum içinde olmazken sonrakilerle belirgin farkları olduğunu; kopuş temsil ettiğini düşündüğü, yaygın tabirle z kuşağından ayrıldığını, her fırsatta onlar gibi olmadığını vurgulama ihtiyacı duydu. Nitekim müzik de bunu yaparken sıkça başvurduğu, kendini ifade ederken vitrinin en önüne koyduğu bir kimlik belirteci oldu.

Nostaljinin sığınağında müziğe tutunmak

2000’lerin giderek kısırlaşan kültür sanat ortamından güncel olarak yeterince beslenemeyen popüler kültürün son yıllarda yoğun olarak kullandığı, bugün artık manipülasyona elverişli bir araç hâline gelmiş olan nostalji kavramı da 80’li ve 90’lı yılların bir asr-ı saadet dönemi olarak algılanmasında, hatta o seneleri yaşamamış gençler arasında bile böyle kabul görmesinde büyük rol oynadı. Böylece 60’lardan 80’lere kadarki arada doğan iki kuşak bu yılları popüler müziğin son nitelikli örneklerinin verildiği, onu besleyen popüler kültürün en renkli, en zengin evresine tanıklık edilen dönem, adeta kopuştan önceki son çıkış olarak gördü. Nitekim müziğine olduğu kadar müziğe içkinleştirdiği objelere, olaylara, kişilere, ezcümle müziğe görüntü açısından arka plan oluşturabilecek her türlü görsel öğeye karşı tutkulu bir hayranlık geliştirdi. Dahası bununla kendi yaşamı ve gençliği arasında özdeşlik kurdu.

Bu söylediklerimden durumu patolojik bir vaka gibi gördüğüm anlaşılsın istemem. Nitekim ben de 80’ler kuşağının bir ferdiyim. Kaldı ki bütün ülkece faturasını ödediğimiz dönemin elim olaylarını unutmadan rahat bir nefes almak, kimliklerini inşa etmek ve geçmişe kök salabilmek amacıyla kendilerine steril bir alan açmaya çalışan insanları anlamak için onlardan biri olmaya da gerek yok. Üstelik kendilerini güven ve huzur vadeden nostaljinin büyülü kollarına bırakan bu insanlar halüsinasyon da görmüyorlardı. Günümüzde müziğin ve sanatın içinin boşalmasının başlıca sebeplerinden olan bağlam eksikliği bu yıllarda tüm yaşamı tehdit eden bir sorun değildi henüz. Ne var ki son derece önemli olan bu bağlam mevzusunun ayrıntılarını şimdilik başka bir yazıya paslamamız gerekiyor.

Evet, konumuz sosyoloji değil; fakat sosyolojisine bakılmadan anlaşılabilecek bir konu da değil. Zira her ne kadar müziği ele alan bir metin kaleme almaya çalışsak da başlıktaki soruyu sorduğumuz an sosyolojinin sınırları içinde buluyoruz kendimizi.

Dönelim tekrardan sorumuza; 80’lerin, 90’ların şarkılarıyla büyüyen nesiller nerede?

Hâlâ aramızdalar. Muhtelif yerlerde olsalar da çocukluklarını internetsiz dönemde yaşamış; internetle akıllı telefonlar değil, tüplü monitörleri olan bilgisayarlar aracılığıyla tanışmış; bugün gündelik hayatı hıza indirgeyip yaşamın içini dolduran ne varsa gözden kaçırılmasına sebebiyet veren teknolojiyle ilişkisinde çoğu zaman mesafeyi korumuş; müzikle, sanatla ve kültürle belki de son organik bağı kurabilmiş nesiller bugünkü müzikleri de takip etseler de 80’lerin, 90’ların popüler müziğini dinlemeye, o şarkılarla bağ kurmaya devam ediyorlar.

Onları görmek isteyenler, ekseriyetle nickname’lerinde doğum tarihleri yer alan bu kişilerin, kliplerini de bayıla bayıla izledikleri şarkıların YouTube videoları altına yazdıkları yorumlara bakabilirler. Sesli harflerin yutulmadığı; sonraki nesillere kıyasla imlânın daha düzgün olduğu; şarkılarla özdeşleştirilen duygu ve deneyimlerin ilk günkü tazeliğiyle hissedilip yansıtıldığı bu yorumlar sadece bir dönemin müziğine değil, dinleyici profilinin algısına ve beklentilerine dair de bir şeyler söylüyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Virginia Danielson, Mısır’ın Sesi: Ümmü Gülsüm, Arap Şarkısı ve Yirminci Yüzyılda Mısır Toplumu, çev. Nilgün Doğrusöz, Cem Ünver, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 32.

Uğur Küçükkaplan
Uğur Küçükkaplan
Uğur Küçükkaplan – Müzisyen, akademisyen ve yazar. Beş yaşında müzikle tanışarak piyano eğitimine başladı. Lise yıllarında Pera Güzel Sanatlar’da piyano ve solfej eğitimi aldı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda lisans ve lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Bazı gruplarla ve sanatçılarla çalıştı, konserler verdi. 2005’ten itibaren beş sene boyunca Kültür Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü bünyesinde yürütülen çeşitli projelerin müzik direktörlüğünü yaptı. Turkish Cultural Foundation’un desteğiyle hazırlanıp sanal ortamda hizmete giren Türk Müziği Sözlüğü’nü hazırlayan ekipte yer aldı. Eğitimini tamamladığı konservatuvarda üç sene boyunca solfej ve teori dersleri verdi. Arabesk müziğin teknik özelliklerini doğrudan müzikal analizlerle ele aldığı Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Bir Analiz isimli kitabı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle 2013’de piyasaya çıktı. Popüler Türk müziği üzerine yapılmış en kapsamlı çalışma olan ikinci kitabı Türkiye’nin Pop Müziği 2016’da; erken Cumhuriyet döneminin kültür sanat politikaları bağlamında müzik inkılabını ve çağdaş Türk müziğini incelediği üçüncü kitabı Türk Beşleri: İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası 2022’de aynı yayınevinden yayımlandı. Çeşitli dergilerde yazdı. Bilimsel nitelikli kolektif kitaplarda birçok makalesi yayımlandı. Müzikle ilgili belgesellerde danışmanlık yaptı. Hâlâ piyano, solfej, armoni, kontrpuan, teori ve müzikal analiz dersleri vermeye devam eden Küçükkaplan, bir yandan da müzikoloji alanındaki çalışmalarını sürdürüyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

80’lerin ve 90’ların şarkılarıyla büyüyen nesillere ne oldu?

80’lerin ve 90’ların şarkıları neden hâlâ ezberimizde? Bu şarkılarla büyüyen kuşak neden yeni müziğe mesafeli? Nostalji bir kaçış mı, yoksa son gerçek bağlardan biri mi? Uğur Küçükkaplan yazdı.

2008’de ilk baskısı yapılıp dilimize kazandırılan Mısır’ın Sesi kitabında, “Dinlemek,” diyordu Virginia Danielson, “bazı sesleri diğerlerine tercih etme seçimiyle başlar.”[1] Hayatı boyunca hep tercihler yaparak yaşamına yön veren insanın dinleyeceği müzikleri de seçmesi şüphesiz ki son derece doğal. Farklı ölçütlere, her zaman tutarlı ve kestirilebilir olmayan dinamiklere dayanan estetik yargıları, zamana, mekâna ve kültüre göre değişebilen tercihlerin değil de kimliğin sabit bir parçası olarak görenler için geçerli olmasa da ötekini anlamanın, yaşamına saygı duymanın birlikte yaşama kültürünün temel gerekleri olduğunu kavrayabilmiş bireyler için bu seçim hakkı gayet anlaşılır.

Seçim yapmaktan bahsedebilmenin mutlak şartı ise birini diğerine tercih edebilmek için elde en az iki seçeneğin olması. Ne var ki tercih yapılırken hangi estetik yargıların belirleyici olduğu, kişinin ruh hâlinin, mizacının ya da geçmiş deneyimlerinin tercihlerini ne ölçüde etkilediği gibi etkenler önemli olmakla birlikte çoğu zaman bunları kesin biçimde saptayabilmek oldukça güç. Peki, hâl böyleyken bireyin/toplumun müzik tercihi hakkında dişe dokunur bir şeyler söylemek, derindekini değilse de yüzeye yakın olanı biraz olsun anlayabilmek mümkün mü?

Mümkün elbette…

Tercihlerin yüzeyinde: Beklenti ve arz-talep dengesi

Bütün bir tercih sürecinin üst üste binmiş katmanlardan oluştuğunu düşünürsek, yüzeye en yakın, dolayısıyla en görünür olan kısmın beklenti olduğunu söyleyebiliriz. Her seçim ardında mutlaka bir beklenti barındırır. Beklentiyi şekillendiren her bir unsur diğer katmanları oluştursa da derine inildikçe görüntü silikleştiği için ölçülebilir olmaktan uzaklaşılır. Bu tabloda beklenti, derindeki unsurların ortalaması olarak bize hem görece daha somut verilerle çıkarım yapabilme hem de onu oluşturan bileşenler arasında ilişkiler kurarak fikir yürütme imkânı verir. Şu hâlde elimizde meselenin özünü kavrayıp süreci okuyabilmemizi kolaylaştıracak iki anahtar kavram var; biri tercih, diğeri beklenti.

Beklenti söz konusu olduğunda kaçınılmaz olarak arz talep ilişkisi devreye girer. En basit, en yalın hâliyle söylersek beklentinin, yani talebin olduğu yerde o talebi karşılamak için kolları sıvayan birileri olacak, onlar ürettikleri müddetçe de bu talep artış ya da azalış göstererek devam edecektir. Görüldüğü üzere tercih ve beklenti gibi daha ziyade kişisel ve öznel unsurların yanına arz talep dengesi dediğimiz bir ekonomi modeli geldi, böylece konu ticari ve sektörel bir boyut kazandı. Bu yeni boyutun şemsiyesi altına popülerlik, moda, reklam gibi pek çok farklı dinamik giriyorsa da konumuzun odağı dışında kaldığı için bunların ayrıntılarına girmeye gerek yok.

Müziğin endüstrileşmesi ve popüler kültürle buluşması

Sesin kaydedilmesi ve müzik teknolojilerindeki gelişmeyle birlikte müziğin 20. asırda ticari bir ürüne dönüşerek dev bir endüstri hâline gelmesi elbette ki uzun yıllara yayılan çok aşamalı bir süreç. Yine de birbirini doğuran aşamaları temsil eden bu üç anahtar kavram, konunun genel seyrinin, özellikle de dinleyiciyle sektör arasındaki ilişkinin nerede başladığının anlaşılabilmesi açısından yardımcı olacaktır.

Bir de tüm bunların yanında yalnızca dinleyicilerin tercihleriyle veya piyasanın koşullarıyla açıklanamayacak; müziğin kendi iç dinamiklerinden, onu sarıp sarmalayan politik ve toplumsal meselelerden beslenen bazı değişimler var ki görmezden gelindiğinde konunun sosyo-kültürel boyutu pas geçilmiş olur. O hâlde buraya dek kısa bir kavramsal çerçeve çizmek amacıyla temas ettiğimiz noktaları, Türkiye özelinde ve başlıkta belirtilen nesiller üzerinden somutlaştırıp biraz daha açmaya çalışalım.

Öncelikle 80’li ve 90’lı yılların şarkılarıyla hemhâl olmuş nesillerin hangi nesiller olduğunu netleştirmek gerekiyor. Her ne kadar ilk bakışta o yılları yaşamış herkesin dönemin şarkılarıyla bir şekilde ilişki kurduğu ve dinleyici kitlesi içinde yer aldığı düşünülse de buradaki düz mantık gerçeği tam olarak yansıtmaz. Cumhuriyet’in kuruluşunu baz alırsak, 1920’li ve 30’lu yıllarda doğmuş olanlar bahsi geçen dönemlerde 60-70’li yaşlarındadırlar. Bu nesiller içinde yenilikleri takip eden, müziğin her türüne önyargısızca yaklaşabilenler varsa da yaşadığımız toplumda bu tarz kişilerin bugün dahi ne kadar az olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. 50’lerdeki siyasi kırılmanın ve müziği de içine alan eksen değişiminin etkisiyle, bahsi geçen seneler itibarıyla bu nesillerin daha muhafazakâr veya eleştirel bir yerde durduklarını söylersek yanlış bir genelleme yapmış olmayız.

İlk kuşaklar: Müziğe mesafeli, değişime temkinli yaklaşım

40’larda doğmuş, 50’li ve 60’lı yıllarda lise/üniversite çağlarında olup İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlerde nitelikli eğitim alan gençler arasında çeşitli gruplar kurup devrin popüler müziğine ilgi besleyenler olduğunu görüyoruz. Nitekim 50’lerde Amerikan popüler müziğiyle taklit yoluyla da olsa ilişki kuran bu gençler arasında pop müziğin temellerini atan pek çok isim bulunuyor. Dolayısıyla ilk gençlik yıllarını 50’li ve 60’lı yıllarda yaşayan, 70’lere gelindiğinde müziğe bakış açıları olgunlaşmaya başlayan bu nesil, 80-90’larda artık orta yaşlarına ulaşmıştı. 50’lerde doğanlar için de tablonun genel olarak pek farklı olmadığını söyleyebiliriz.

Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve kültürel anlamda büyük bir kırılma yaşadığı 50’ler sonrası için ise ayrı bir sayfa açmamız gerekiyor. 60’lardan 80’lerin başına kadarki iki nesli içine alan yaklaşık yirmi yıllık dönem, her açıdan olduğu gibi popüler müziğin seyri ve dinleyici kitlesinin genişleyip çeşitlilik kazanması bakımından da son derece önemli. 60’ların sonlarında arabeskin doğuşu; 70’lerin ikinci yarısından itibaren pop müziğin yerel unsurlardan beslenmeye başlayarak 80’lerde piyasayı domine eden arabeskin de etkisiyle özgün kimliğini bulması; 90’larda arabesk müziğin önceki senelere kıyasla etkisini yitirmesi ve yerini pop müzikteki patlamaya bırakması derken, 2000’lerin başına kadar süren, önemli değişimlerin yaşandığı 30-40 yıllık bir dönemden bahsediyoruz.

Peki, tüm bunlarla 60’lı ve 80’li yıllar arasında doğan iki kuşak arasında nasıl bir ilişki var?

60’lar kuşağı: Darbelerin gölgesinde büyüyen dinleyiciler

27 Mayıs darbesini bizzat yaşayıp idrak edemese de iklimine doğan; çocukluk yıllarında 12 Mart muhtırası verildiğinde olup biteni anlayamasa da gerilimi hisseden; olayların içinde fiilen yer almasa da gençliğinin en güzel yıllarını 12 Eylül darbesinin kaotik ortamında yaşayan 60’lar kuşağının bu dönem ve onun müziğiyle kurduğu ilişki doğal olarak öncekilerden farklı gelişti. Her şeyden önce bu nesil 50’ler ve öncesini kitaplardan okudu. Müziği ise ötede beride maruz kalmadan, bilinçli bir yönelimle dinledikleri yaşlar 80’lere, 90’lara denk geldi. Dolayısıyla hem yaş hem de içinde bulundukları koşullar itibarıyla bu dönemin müziğiyle önceki kuşaklara göre daha derin, güçlü ve en önemlisi organik bir bağ kurdular.

70’lerin ikinci yarısıyla 80’lerin başında doğanlar ise 27 Mayıs’ın etkileri devam ediyor olsa da siyasi açıdan suların biraz daha durulduğu dönemlere denk geldiler. Popüler müziğin özgün örneklerinin verildiği 80’lerde çocukluklarını, popun coştuğu 90’larda ilk gençlik yıllarını idrak eden bu kuşak da 80’ler ve 90’ların popüler Türk müziğiyle sıkı ve özel bir ilişki kurdu. Fakat önceki 60’lar kuşağından önemli bir farkı olduğunu söylemeliyiz; bu nesil 2000’lerin başından itibaren teknolojinin getirdiği küresel boyuttaki değişimlere, yerel ölçekteki siyasi ve kültürel dönüşüme gençlik yıllarında tanıklık etti. Müziği de içine alan kopuşu ve gelecek kaygılarının eşlik ettiği belirsizliği hızlı bir geçişle, araya olgunluk evresi giremeden deneyimlemek zorunda kaldı. Biraz da bu sebeple 90’lar ve sonrasında doğanlarla o bildiğimiz kuşak çatışmasını aşan, eleştirel olmanın yanısıra aralarına kalın çizgilerle keskin sınırlar çizen, mesafe koyan bir tavır geliştirdi. Kendinden önceki kuşağa karşı böyle bir tutum içinde olmazken sonrakilerle belirgin farkları olduğunu; kopuş temsil ettiğini düşündüğü, yaygın tabirle z kuşağından ayrıldığını, her fırsatta onlar gibi olmadığını vurgulama ihtiyacı duydu. Nitekim müzik de bunu yaparken sıkça başvurduğu, kendini ifade ederken vitrinin en önüne koyduğu bir kimlik belirteci oldu.

Nostaljinin sığınağında müziğe tutunmak

2000’lerin giderek kısırlaşan kültür sanat ortamından güncel olarak yeterince beslenemeyen popüler kültürün son yıllarda yoğun olarak kullandığı, bugün artık manipülasyona elverişli bir araç hâline gelmiş olan nostalji kavramı da 80’li ve 90’lı yılların bir asr-ı saadet dönemi olarak algılanmasında, hatta o seneleri yaşamamış gençler arasında bile böyle kabul görmesinde büyük rol oynadı. Böylece 60’lardan 80’lere kadarki arada doğan iki kuşak bu yılları popüler müziğin son nitelikli örneklerinin verildiği, onu besleyen popüler kültürün en renkli, en zengin evresine tanıklık edilen dönem, adeta kopuştan önceki son çıkış olarak gördü. Nitekim müziğine olduğu kadar müziğe içkinleştirdiği objelere, olaylara, kişilere, ezcümle müziğe görüntü açısından arka plan oluşturabilecek her türlü görsel öğeye karşı tutkulu bir hayranlık geliştirdi. Dahası bununla kendi yaşamı ve gençliği arasında özdeşlik kurdu.

Bu söylediklerimden durumu patolojik bir vaka gibi gördüğüm anlaşılsın istemem. Nitekim ben de 80’ler kuşağının bir ferdiyim. Kaldı ki bütün ülkece faturasını ödediğimiz dönemin elim olaylarını unutmadan rahat bir nefes almak, kimliklerini inşa etmek ve geçmişe kök salabilmek amacıyla kendilerine steril bir alan açmaya çalışan insanları anlamak için onlardan biri olmaya da gerek yok. Üstelik kendilerini güven ve huzur vadeden nostaljinin büyülü kollarına bırakan bu insanlar halüsinasyon da görmüyorlardı. Günümüzde müziğin ve sanatın içinin boşalmasının başlıca sebeplerinden olan bağlam eksikliği bu yıllarda tüm yaşamı tehdit eden bir sorun değildi henüz. Ne var ki son derece önemli olan bu bağlam mevzusunun ayrıntılarını şimdilik başka bir yazıya paslamamız gerekiyor.

Evet, konumuz sosyoloji değil; fakat sosyolojisine bakılmadan anlaşılabilecek bir konu da değil. Zira her ne kadar müziği ele alan bir metin kaleme almaya çalışsak da başlıktaki soruyu sorduğumuz an sosyolojinin sınırları içinde buluyoruz kendimizi.

Dönelim tekrardan sorumuza; 80’lerin, 90’ların şarkılarıyla büyüyen nesiller nerede?

Hâlâ aramızdalar. Muhtelif yerlerde olsalar da çocukluklarını internetsiz dönemde yaşamış; internetle akıllı telefonlar değil, tüplü monitörleri olan bilgisayarlar aracılığıyla tanışmış; bugün gündelik hayatı hıza indirgeyip yaşamın içini dolduran ne varsa gözden kaçırılmasına sebebiyet veren teknolojiyle ilişkisinde çoğu zaman mesafeyi korumuş; müzikle, sanatla ve kültürle belki de son organik bağı kurabilmiş nesiller bugünkü müzikleri de takip etseler de 80’lerin, 90’ların popüler müziğini dinlemeye, o şarkılarla bağ kurmaya devam ediyorlar.

Onları görmek isteyenler, ekseriyetle nickname’lerinde doğum tarihleri yer alan bu kişilerin, kliplerini de bayıla bayıla izledikleri şarkıların YouTube videoları altına yazdıkları yorumlara bakabilirler. Sesli harflerin yutulmadığı; sonraki nesillere kıyasla imlânın daha düzgün olduğu; şarkılarla özdeşleştirilen duygu ve deneyimlerin ilk günkü tazeliğiyle hissedilip yansıtıldığı bu yorumlar sadece bir dönemin müziğine değil, dinleyici profilinin algısına ve beklentilerine dair de bir şeyler söylüyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Virginia Danielson, Mısır’ın Sesi: Ümmü Gülsüm, Arap Şarkısı ve Yirminci Yüzyılda Mısır Toplumu, çev. Nilgün Doğrusöz, Cem Ünver, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 32.

Uğur Küçükkaplan
Uğur Küçükkaplan
Uğur Küçükkaplan – Müzisyen, akademisyen ve yazar. Beş yaşında müzikle tanışarak piyano eğitimine başladı. Lise yıllarında Pera Güzel Sanatlar’da piyano ve solfej eğitimi aldı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda lisans ve lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Bazı gruplarla ve sanatçılarla çalıştı, konserler verdi. 2005’ten itibaren beş sene boyunca Kültür Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü bünyesinde yürütülen çeşitli projelerin müzik direktörlüğünü yaptı. Turkish Cultural Foundation’un desteğiyle hazırlanıp sanal ortamda hizmete giren Türk Müziği Sözlüğü’nü hazırlayan ekipte yer aldı. Eğitimini tamamladığı konservatuvarda üç sene boyunca solfej ve teori dersleri verdi. Arabesk müziğin teknik özelliklerini doğrudan müzikal analizlerle ele aldığı Arabesk: Toplumsal ve Müzikal Bir Analiz isimli kitabı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle 2013’de piyasaya çıktı. Popüler Türk müziği üzerine yapılmış en kapsamlı çalışma olan ikinci kitabı Türkiye’nin Pop Müziği 2016’da; erken Cumhuriyet döneminin kültür sanat politikaları bağlamında müzik inkılabını ve çağdaş Türk müziğini incelediği üçüncü kitabı Türk Beşleri: İdeolojiden Tahayyüle Bir Cumhuriyet Ütopyası 2022’de aynı yayınevinden yayımlandı. Çeşitli dergilerde yazdı. Bilimsel nitelikli kolektif kitaplarda birçok makalesi yayımlandı. Müzikle ilgili belgesellerde danışmanlık yaptı. Hâlâ piyano, solfej, armoni, kontrpuan, teori ve müzikal analiz dersleri vermeye devam eden Küçükkaplan, bir yandan da müzikoloji alanındaki çalışmalarını sürdürüyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x