14 Aralık 2006’da, bir Rolling Stones konserinde gerçekleşen elim bir kaza sonucu oluşan komplikasyonlar nedeniyle 83 yaşında aramızdan ayrılan Ahmet Ertegün ardında sadece devasa bir kültürel miras bırakmakla kalmadı, tutkusunun peşinde gitmeyi hedefleyen herkes için hayat hikâyesinin bütünüyle bir ilham pınarı olmayı başardı.
Ertegün’ün hikayesi global popüler müziğin oluşturulageldiği ve bir daha tekrarlanması mümkün gözükmeyen olağanüstü parlak ve sihirli bir dönemle paralel giderken kendisi bizzat o süreci yapılandıranlardan biri oldu. Müziğe ve kültürler arası pozitif etkileşime verdiği hizmetlerle bir efsane olarak bu dünyadan ayrılan Ertegün’ü özel kılan öyküye acaba nereden başlamalı?
Thomas Edison ve Emile Berliner
Belki de plaklar ve plakçılıkla…
1880’lerin sonunda ilk kez geliştirilen ve 1900’lerin başından itibaren bir meta olarak yerkürenin her yerine dağılmaya başlayan, temelde sesin muhafazası ve onun geri okunabilmesini sağlayan plaklar sayesinde halklar ve ülkeler arası müzikal etkileşim daha önce görülmemiş bir geometrik sıçramaya kavuşmuştu. Önce bakır, sonra bakalit silindirlerin, daha sonra da disklerin üzerine sesi sabitlemeyi başaran mucitler doğma büyüme Amerikalı olan Thomas Edison’la Almanya doğumlu olup 19 yaşında Amerika’ya göçmüş Emile Berliner idi. Dolayısıyla plak ve müzik endüstrisi diyeceğimiz devasa iş sahası daha en başından ABD menşeili olagelmiş, orada köklenip filizlenmişti.
Çok kısa sürede bütün dünyaya erişen ve her ülkenin kendi müzikal kültür sahasını sırtlamakla işe başlayan plakçılığın ABD’deki seyri ise sadece bu endüstrinin doğup şekil aldığı yer olduğu için değil, ülkenin kendi iç etnolojik kültürel hareketlerinin de izleğini yansıtmasıyla çok önemli bir sahadır.
ABD sonuçta gerçekten de bir göçmenler ülkesi. Maalesef etkisiz bir azınlık haline getirilen kendi yerel halkının dışında Avrupa’dan gelen baskın beyaz idareciler, maceracılar, çiftçiler ve işçiler de, Afrika ve Karayip kökenli ücretsiz çalıştırılan işgücü de, güneyden gelen Hispanik kültürden insanlar da, hatta Osmanlı topraklarından göçen ve çoğu gayrı müslim olan topluluklar da ülkenin kuruluşundan 20. yüzyıl başına gelen süreçte göçmen köklerinden Amerikalılaşmaya doğru yeni kimlik yolculuklarındadırlar.
Cumhuriyetten önce dünyaya gelir
Plak endüstrisinin doğumu da bu toplulukların müziklerinin özgünleştiği yıllara denk gelir. Çeşitli etnik komüniteler göçmeden önce geldikleri toprakların müziğini yer yer korurlarken, ister istemez yeni elementlerin de füzyonuyla daha önce görülmemiş hibrid formlar doğururlar. Güneydoğu sahillerinde doğan Cajun müziği, önce ülkenin Doğu yakası kırsalında doğup büyük hızla batıya yayılan Country müziği gibi birçok yeni okuyuş belirir. En dezavantajlı kulvarda ve geri kalmışken ipi inanılmaz bir sıçrayışla göğüsleyenler misali siyahi Amerikalıların geliştirdiği blues ve jazz formları ise sadece Amerika’nın değil bütün dünyanın müziğine damgasını muştulamak üzere gelişmektedirler.
Ahmet Ertegün de tam bu yıllarda, Türkiye’nin yepyeni bir cumhuriyet olarak küllerinden doğmasından birkaç ay önce, 31 Temmuz 1923’te İstanbul’da dünyaya gelir. Ailesi tarafından ilk olarak Ahmet Münir adı verilir. 1934’teki soyadı kanunu ile ailenin soyadı Ertegün olur.
Türkiye’de Batılı anlamda aristokrasinin olup olmadığı, varsa da çok az sayıda kişinin buna dahil edilebileceği hep tartışılagelmiştir. Açıkçası Ertegün bu tanımlamayı gerçekten hak edecek bir aileye doğar. Dedesi Özbekler tekkesinin son postnişini İbrahim Edhem Efendi’dir. Babası Mehmet Münir Bey ise milli mücadele döneminde önemli görevlerde bulunur, cumhuriyetin kurulmasıyla beraber de İsviçre’de ortaelçi, akabinde Fransa, İngiltere ve en sonunda da ABD’de Türkiye büyükelçisi olarak görev alır.
Müzik sevdalısı ağabey
Genç Ahmet’in babasının müzikle derinden bir ilişkisi yoktur ama annesi Hayrünnisa Hanım hem şarkı söyleyen hem de çalgı bilgisi olan büyük bir müzik tutkunudur. Nereye tayin olurlarsa olsunlar radyo her zaman açıktır ve eve bol sayıda plak girer. Kendisinin tüm hayatını etkisi altına alacak olan siyahi Amerikan müziğiyle ilk olarak bu vasıtalarla tanıştıktan sonra yine müzik sevdalısı olan ağabeyi Nesuhi ailenin Londra günlerinde dokuz yaşındaki Ahmet’in elinden tutup onu Duke Ellington ve Cab Calloway orkestralarının çaldığı bir konsere götürür ve Ahmet’in hayatı geri dönüşsüz şekilde değişir.
1935’te Münir Bey’in ABD elçiliğine atanmasıyla tüm aile Washington D.C.’ye taşınır. Ahmet Ertegün için belki de en büyük dönüm noktası bu olur. Ömrünün geri kalanının tamamını burada geçireceğinden habersiz, gitgide alevlenen jazz ve blues tutkusunun kaynağındaki ülkeye düşmüştür.
Son derece yüksek kültürlü bir aile geleneğinin yanında müzik açısından teşvik edici bir annenin ve bir ağabeyin de bulunduğu, maddi açıdan da imkânlarının olduğu bir ortamda büyüyen genç Ahmet tüm bu avantajlarını pozitif yönde kullanmaya başlar. Yüksek seviye bir özel okul olan Landon’da eğitimine devam eder ama geleceğin avukat, mühendis, doktor ve senatörlerini yetiştirmek için var olan okulun havası ona fazla ciddi ve sıkıcı gelir. Yavaş yavaş keşfettiği Washington DC ve çevresindeki tüm jazz konserlerine gider ve yeni plakların peşine düşer.
Tabii tüm bu arayışlar onu 1930’ların Amerika’sında ırk ayrımcılığının ne denli derin bir sosyolojik yarık oluşturduğunun farkına varması için ivmelendirici olur. Ülkede ırka dayalı segregasyonun had safhada olduğu, akşamları sahnede çılgınca alkışlanan siyahi müzisyenlerin gündelik hayat içinde sadece onlara gösterilen yerlerden yemek yiyebildiğini, onlara gösterilen otellerde kalabildiğini, toplu taşımalarda bile buna göre ayrım yapıldığını, köleliğin aslında fiilen ve psikolojikman devam ettiğini gözlemler. Washington DC’nin en kapsamlı plak mağazasını bulduktan sonra tezgâhtar hanıma istediği sanatçıları sorduğunda, “Biz o tarz plakları stoklamıyoruz delikanlı” yanıtını alır, “O isimlerin plaklarını bulmak istiyorsan şuraya gideceksin” diye yönlendirilir. Gittiği adres şehrin siyahi yoğunluklu mahallelerinden biridir.
Siyahilere duyduğu sempatiden ötürü baskı görür
Bu kesif ayrımların olduğu dünya onu yaman bir mevki tutmaya ister istemez yönlendirecektir. Kendisi beyaz Anglosakson, Protestan, Katolik veya Yahudi değildir, ama yine de siyahi olmayan dünyanın bir parçasıdır. Bir yandan siyahilerin maruz bırakıldığı eziyetleri yaşamaz, ama bir yandan da onların durumuna derin bir empati geliştirir. Osmanlı ve Türkiye tecrübesinden akisle baskın Avrupa kültürünün müslüman Türk unsurlarına negatif yaklaşımıyla ABD’deki siyahilerin yabancılaştırılması arasında paralellikler görür. Çok sık olmasa da bazı beyaz Amerikalılar Ertegün’ün siyahilere duyduğu sempatiden ötürü baskı da gösterirler, ama o duruşunu bozmaz.
Birçok Amerikalının evlatlarını göndermek isteyeceği prestijli bir okulda okumaktadır. İstediği takdirde onu yine babası gibi hariciyede veya başka bir üst sınıf mevkide sıkıntısız, risksiz, parlak bir gelecek beklemektedir. Ancak Ahmet’in içindeki blues ve jazz ateşi sönmek bir yana, daha da alevlenmekte, kanı bu müzikle daha da çok kaynamaktadır. Müziğin hayatının tam ortasında olmasını istemektedir ama babasının bunu çok istemediğini de bilir.
Yine de ağabeyi Nesuhi ile tutkularının peşinden gitmeye devam ederler. Jazz’ın doğum yeri New Orleans’a ve o günlerde gitgide daha da çok merkezi haline gelmeye başlayan New York’a seyahatlerde bulunurlar. Tanıdık çevrelerini geliştirdikçe, daha çok blues ve jazz müzisyeniyle tanıştıkça artık kendileri konserler düzenlemeye başlamışlardır.
1944 yılında Ertegün’ün ilk üniversite mezuniyetinden kısa süre sonra babası vefat eder. Bunun üzerine Ahmet ve Nesuhi hariç aile Türkiye’ye kesin dönüş yapar. Nesuhi Los Angeles’a yerleşirken Ahmet doğu yakasında kalır, Georgetown Üniversitesinde eğitimine devam eder. Bu esnada National adlı plak şirketinde sanatçılardan ve repertuardan sorumlu olarak çalışan bir arkadaşıyla beraber kendi bağımsız plak şirketlerini kurmaya karar verirler. Aralarında aile dişçileri Dr. Vahdi Sabit’ten aldıkları bir miktar borç para ve ağabey Nesuhi Ertegün’ün de saflara katılmasıyla birlikte Atlantic Records’u 1947’nin Eylülünde kurarlar.
Canlı, cilalanmamış, cana yakın…
Atlantic Plakları şirketinin başlangıçta net bir politikası vardır: İlgilendikleri isimler (yani solo sanatçılar veya gruplar) sadece siyahi Amerikalılar ve onların daha şehirli ve canlı formdaki müziği olan rhythm and blues bazlı olacaktır. Ana eksen burada olmakla beraber jazz da önemli bir koldur. 1940’lı yıllarda artık rüzgârı dinmiş olan akustik ve kırsal kökenli blues’la ilgilenmezler. Canlı, çok cilalanmamış, ama parlak, ritmik olarak cana yakın eserlere yönelirler. Bir avantajları da kendilerinden önce kurulmuş olan Chess plak şirketi başta olmak üzere aynı müzikal ülküde karar kılmış ve ilginç şekilde yine göçmen ve beyaz patronlara sahip olan birkaç şirketin siyahi Amerikalı sanatçıları büyük beyaz tabanlı pazarda kabul ettirme babında onların yolunu bir miktar açmış olmalarıdır.
Ayrıca şirketin kuruluşunun iki önemli döneme denk geldiğini de hatırlatmamız elzem: Birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sadece muzaffer olarak çıkmakla kalmayıp kendi ekonomik ve askerî gücünün hegemonyası kadar kültür ihracını da programına almış, geleceğe çok pozitif bakan yüksek moralli bir ABD’nin kendi içinde ve dışında yükselişe geçtiği bir dönemde kurulmuş olması.
Bir diğer önemli husus da şirketin kuruluşunun müzik çoğaltım teknolojisinin önemli bir dönemecine denk gelmesi. Uzun yıllar boyu müzik severlerin ev kullanımı için mevcut tek format 78 devirli (yani dakikada 78 kere dönen) ve ham maddesi şelak olan, çok kırılgan, ağır gramajlı, Türkçede de belki de bu yüzden taş plak olarak adlandırdığımız plaklardı. 1948’den itibaren ise RCA firmasının geliştirdiği vinil plastik bazlı 45 ve 33 devirli plaklar piyasada yer almaya başladılar. Bunların 78 devirlilere göre kırılmaları çok daha zor olduğu gibi daha net bir ses veriyor, doğru iğneyle dinlendiği sürece çok daha az dipses üretiyorlardı. Çok daha kullanıcı dostu olmalarının yanında ticari açıdan da nakliyesi kolay ve neredeyse kayıpsızdı. Bu formatların kendi çalıcılarıyla beraber yaygınlaşması tabii ki bir on yılı aldı ama nihayetinde müziğin taşıyıcı öğelerinin çok daha kullanışlı, taşınabilir hafiflikte ve ucuz hale gelmesi de müziğin paylaşımını kolaylaştırıyordu.
Siyahi Amerikan müziğine yeni bir can
Teknolojideki gelişmeler tabii ki bununla durmadı. Değişik plak şirketleri ayrıca çıkarttıkları ürünlerde kendilerine özgü sound arayışlarında olduğu kadar diğer şirketlerin plaklarının verdiği tonal doygunluk ve tatmin duygusunu da geçmek için ciddi bir pozitif rekabet halindeydiler. Atlantic’in efsanevi yapımcılarından Tom Dowd bunların en önde gelen isimlerinden biri oldu ve siyahi Amerikan müziğine yeni bir can üfledi. Şirket elinden geldiğince teknolojiyi takip etmeyi sürdürdü.
Bunun gibi son derece olumlu birçok öğenin peşi sıra geldiği, ABD’nin müziği ve özellikle sineması ile kültürel hegemonyasını küresel çapta ilk kez hissettirdiği bu dönemde Atlantic şirketinin ilk 22 plağı kayda değer bir satış başarısı gösterememişti. Maddi açıdan tehlike çanları çalarken sonunda bir plakları hit oldu ve şirketin önü açıldı.
Tam bu noktada altını çizerek belirtmemiz gereken bir husus da Ahmet Ertegün’ün özgün plak şirketi yönetme biçimi, plaklara müdahil olma şekli ve sanatçılarla ilişkisinin yıllar sonra nice plak şirketi yöneticisine nasıl ilham verdiğidir. Zaten girişken, canlı ve risk almayı seven bir mizacı olan Ertegün müziğin plağa yansıtılmasında modern anlamda müzik yapımcılığını tanımlıyor, sanatçıların icralarını ve sound’larını bir film yönetmeni gibi idare ediyordu.
Yapımcılık sihri
Atlantic’in ilk döneminin sorulduğu röportajlarında, “Amerika’daki büyük plak şirketlerinin inatla üstünde durduğu ve sokaktaki Amerikalının çok sevdiğini zannettikleri, beyaz şarkıcıların himayesinde, bolca yaylıların kullanıldığı bir tür hafif müzik vardı. Oysa ben ve Atlantic gibi şirketlerdeki diğer arkadaşlarımız Amerikalının aslında neyi çekici ve kendilerine yakın bulduklarını biliyorduk. Bunun kökeninde de rhythm and blues ve onun ardındaki yoğun duygu dünyası vardı. Biz bunu yakalayarak başarılı olduk” der.
Atlantic’te lanse edildiği yıllarda muazzam başarı gösteren Ray Charles, Ahmet Ertegün’ün daha nicesinde gösterdiği yapımcılık sihrinin en çok anlatılan örneklerinden biridir. Stüdyoya girdiğinde az önce bahsi geçen beyaz ses yıldızları gibi okumaya başlayan Charles’a, “Benim beğendiğim Ray bu değildi, böyle okuyasın diye buraya getirmedim” der, Charles da “Ben sadece gerçekçi davranıyorum; bu piyasada bu tarz gidiyor” dedikten sonra Ertegün ise Charles’ı tamamen sahnedeki olağan halindeki gibi söylemeye ikna eder. Sonuç, genç âmâ piyanist şarkıcının Amerika’nın çok ötesine geçecek küresel başarısıyla taçlanır.
Yapımcılık ve idarecilik dışında Ertegün ayrıca çok sevilen ve satış başarısı yakalayan birçok beste de yapar. İlk zamanlarda halen daha aristokrat çekincelerle kendi ismini olduğu gibi yazmaktan imtina ettiği için tersten yazılış şekli olan “Nugetre” olarak plaklara geçer. Ona yeterli özgüveni veren büyük başarısından sonra da aynı isimle, bu sefer de şakacı bir bakış açısıyla, biraz da o isim artık oturduğu için bestelerini yine Nugetre diye imzalamaya devam eder.
1950’li yıllarda rock’n’roll’un hem ABD’nin beyaz kesiminde hem de dünya çapında patlamasıyla beraber Atlantic artık ufak çaplı bir bağımsız şirket değil, piyasanın en belirleyici öğelerinden biri haline gelmiştir. Siyahi müziğin büyük bir popülerleşme gösterdiği bu dönemde yavaş yavaş beyaz sanatçılara da açılırlar ve 1960’larla beraber bir dünya devi haline gelirler. Atlantic dünyada birçok ülkeye mümessillik verdiği gibi özellikle 60’larda olağanüstü bir çıkış yakalayan İngiltere pazarına da açılır ve birçok önemli ismin ABD yayın lisanslarını alır.
Türkiye mümessilliği
Bu vakte dek Türkiye’yi biraz göz ardı etmek durumunda kalan Ertegün 1960’ların başlarından itibaren Amerikan Neşriyat Bürosu adı altında faaliyete geçen ve Kayhan Çağlayan yönetimindeki Melodi Plak şirketine Atlantic Records’un Türkiye mümessilliğini verir. O güne dek ülkemize Atlantic etiketiyle The Drifters, The Clovers, The Coasters gibi grupların çok az sayıda 78 devirli plakları ithal edilmiştir. Ancak Melodi’nin aldığı lisans sayesinde ülkemizde de Atlantic’ten çıkan 45 ve 33 devirli plaklar 1960’ların ortalarından itibaren çağıl çağıl basılmaya başlar.
Retrospektif olarak bakıldığında Ertegün’ün en takdir edilen ve bir miktar şaşkınlıkla karşılanan özelliği de 1960’ların ikinci yarısından itibaren gösterdiği müzikal ve ticari zihin açıklığıdır. 1930’ların swing jazz’ından ve blues sevdasından gelen bu Türk iş adamının büyük hızla ilerleyen, uçuklaşan ve sertleşen rock müziğe gösterdiği açık yüreklilik ve vizyonerlik hem müzisyenler hem de yorumcular tarafından beğeni ve takdirle karşılanır. Bunun ardında müzikal atmosferi koklamada olduğu kadar zamanın ruhunu yakalamada da gösterdiği olağanüstü başarı yatar. Ertegün’ün Led Zeppelin yeni kurulduğunda doldurdukları tecrübe kayıtlarını dinler dinlemez Atlantic’in saflarına katması bunlardan sadece biridir. Tecrübesinin ona verdiği bir görü de müzisyenlerin yaratıcılığını kısıtlayacak yaklaşımlardan mümkün mertebe kaçınmaktır.
1960’ların sonlarında yeşeren ve dönemin sosyo-politik gençlik hareketleriyle paralel yürüyen popüler rock müzik akımları kadar psychedelic ve progressive rock gibi deneysel yanı ağır basan akımların da korkusuz yuvası haline gelir Atlantic. Müzisyenlerin sanatsal tercihlerine dokunmadığı gibi bu yeni genç neslin albüm kapaklarını da kendini ifade etmek için kullandığı bir tuale çevirmesine (yani dolayısıyla normalden çok daha pahalıya çıkan albüm kapak masraflarına) ses çıkarmaz, destek verir. O dönem çok genç olup daha sonra efsanevi statüye ulaşan nice müzisyenin tartışmasız en çok hayır duasıyla andığı plak şirketi patronu Ahmet Ertegün’dür. “Ahmet Ertegün jazz sevgisi sayesinde bizim deneysel ve jazz öğelerini de barındıran çalışmalarımıza sıcak baktı ve çok riskli de olsa bizi hep destekledi” şeklindeki açıklamalar sayısız röportajda görülebilir.
Akıllı bir adam
Tüm bu başarıya rağmen çeşitli sebeplerden dolayı Atlantic’in ekonomik olarak geleceğinden şüphelenen ortağı Jerry Wexler’ın baskısının üzerine 60’ların sonlarında Atlantic’in hisselerini Warner Brothers’a satarlar. Ertegün tabii ki Atlantic’in işlerinin başında kalmaya devam eder ve 70’ler boyunca, eskisine oranla biraz daha gevşek bir tempoda olsa da, yapımcılığa devam eder. Hem birçok sanatsal açıdan önemli jazz ve rock plağınının gün yüzü görmesini sağlar, hem de bir yandan çok sevdiği başarılı hit plakların çıkışına imza atar.
Akıllı bir adam olarak, bir yandan memleket sevgisine sahip olmasına rağmen, bir yandan da Türkiye’de anlaşılmayacak bir figür olduğunun idrakindedir. Büyük ihtimalle ABD ve Dünyadaki başarısı da ona hayli hayli yetmiş olduğu için dört beş yılda bir lutfederek onu hatırlayıp sabun köpüğü geçiciliğinde haberler yapan basınımıza fazla yüz vermez. Zaten anca çok ufak azınlık olan bir avuç insan ülkemizde Ertegün’ün Dünya müziğindeki olağanüstü yerinin hakkı verecek ölçüde takipçisidir.
Bütün hayatını kendi tutkusunu doya doya yaşamaya ve o yolda kendini ve çevresini geliştirip zenginleştirmeye adayan bu figür ölümünün üstünden geçen 18 yıla rağmen bize ilham oluyor hâlâ ve “İnsan kendi rüyasını adım adım yapılandırabilir mi?” sorusuna verdiği muazzam yanıtla parlak bir ışık saçmaya devam ediyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.