Âşık Veysel – Onun öyküsü ‘siyah masal’

İlk onu duymuş olmalıyım, sesini önce, adını sonra. Âşık Veysel ayrı bir yerde tek başına durur. Onun öyküsü de efsanesi de özeldir. Siyah masal. Yoksuldur, karısı terk etmiştir, gözleri de. Bulamaz, bulunabilir ancak. Tam zamanında. Sesine de sazına da sinekler üşüşecektir biraz daha bulunmasa. Çok sevinçle karşılamıştır gelenleri, ilk kez çocuk olmuştur Veysel. Ve kaldığı yerden değil, en baştan, hatta ondan da evveline gidip başlamıştır çalıp söylemeye. Bulunduktan sonra bir o kadar ömrün daha yakasına işlenmesi de sevincindendir. Sesinin sevinci, gözlerinin sevinci:

“Yeter artık yumma gözün kör gibi!” 

Bulununca gözleri açılmış gibidir; her şeyi gördüğünü artık saklamayacaktır. Bazen de sesin gördüğü, gözün gördüğünden yakındır, çoktur, başkadır. Sesin gördüğünü, gönülden saklamak olmaz. Veysel, adının ilk kez ‘sıdk[efn_note]Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi/efn_note]  ile’ çağrıldığını duyar. Veysel ve sazı. Veysel ve evi, Veysel ve bahçesi, Veysel ve çocukluğu. Nasıl bağlandıysa ikinci sevdiği de bağlaması olmuştur. Hatta “Benim sadık yârim” dediği ‘kara toprak’, hayatın üstüne atıldığına göre, hayatta en birinci sevdiği de sazı olmuştur belki:

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı âşikâr etme 

Gözün türlü halleri var. Gözün ışık olduğu hallere daha çok ilgi duyuyoruz besbelli. Yalnızca görmeyi sürdürdüğü için değil, başkalarını da görmeye yönelttiği için. Mum dibini varsın ışıtmasın, görmeyenin ışığı, mum ne, deniz feneri gibi aydınlatıyor yolu.

Halk şiirinin Yunus’u neyse, halk âşıklarının Veysel’i de odur. Yunus “Gelin tanış olalım/işi kolay kılalım/sevelim sevilelim/dünya kimseye kalmaz” mı demiştir, Âşık Veysel “Güzelliğin on par’etmez/Şu bendeki aşk olmasa” diye adeta gerçeğin demine hu dedikten sonra, bir bakıma Yunus’un nefesinin süreğini dile getirecektir: “Koyun kurt ile gezerdi/Fikir başka başk’olmasa”. Elbette bazılarına büyüklenme gibi gelebilecek dizeleri de, şiirin sonunda bir tevazu ehli ve tevazu yolunun talibi olarak kendini hakir görmeyle hiçleştirmeye bağlayacaktır: “Anılmazdı Veysel adı/O sana âşık olmasa”. 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası

Alevi-Bektaşi geleneğinin Cumhuriyet dönemindeki en büyük ozanıdır hiç kuşkusuz, Sivas Lisesi Edebiyat Öğretmeni Ahmet Kutsi Tecer öncülüğünde 5 Aralık 1931’de düzenlenen Halk Şairleri ya da Âşıklar Bayramı’nda kaderi değiştiğinde 37 yaşındadır, usta malı türkü ve deyişler çalıp söylemektedir. Çoktan usta ozan olması gereken bir yaştır bu, üstelik daha kendi şiiri de yoktur. İlk yazdığı şiir, Cumhuriyetin 10. Yılı onuruna saz şairlerinden istenen şiirdir, “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”. Âşık Veysel o sırada 39 yaşındadır.

Çiçek salgını gözlerini kapamıştır, ama Cumhuriyet onun gönlünü açmıştır. Dilini, telini, içini, yolunu da açan Cumhuriyet, Veysel’in ışığı da olmuştur. Aydınlıktan, ışıktan söz edildiğinde akla ilk gelen, Veysel’in gözleriyle birlikte Cumhuriyet’in de gözbebekleri olan Köy Enstitüleri ve Halkevleri’dir. “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözü insanı ağlatacak kadar güzeldir. Bir adım sonrası sosyalizmdir. En çok da Veysel’in kimsesi olmuştur Cumhuriyet, onu elsiz dalsız, halsiz kolsuz, telsiz dilsiz bırakmamıştır. Veysel nasıl 40 yaşına yakın keşfedilen bir mucizeyse, Cumhuriyet de onu ağırlayan, sayan, yaşama kavuşturan mucizesi olmuştur, Veysel’in gözleri olmuştur. Bundandır Atatürk’ü bunca çok anması, “bütün dünya kan ağladı/ Ağlayalım Atatürk’e” diyerek kan ağlaması.

Âşıklar Bayramı

Gelenek, el almakla, usta-çırak ilişkisiyle kurulur şiirde de, müzikte de ya da o yolda yazanları, çalıp söyleyenleri okuyup izlemekle, duyup dinlemekle olur. Bu ikincisi daha çok geleneği yorumlama ya da dönüştürme olarak sonuçlanır. Geleneğin en güçlü biçimde sürdüğü alanların başında da halk şiiri, saz şairliği, âşıklık gelir. Kimseyi dışında bırakmaz neredeyse, öyle bir daire, öyle bir haledir gelenek.

Veysel geleneği de kendisi olan bir âşıktır, başka halk âşıklarında sıkça rastlanan pirin ‘rüya’yı ziyaretine rastlanmaz onda; yaşı da hayli ileridir, şiir için olduğu kadar müzik için de. Ama Ahmet Kutsi Tecer’in onu keşfi, ilgisi, neredeyse Âşıklar Bayramı’nın Âşık Veysel Bayramı sayılmasına yol açacak kadar önemlidir.

“Eledim eledim toprak eledim” diye değiştiririm dizeyi, Âşık Veysel’i dinlerken. Uzun ince bir yoldan, kara topraktan, reçberlerin öküzü hoşça tutmasını istemesinden belki de, o türküsünü söylerken sözcükler de toprağın elenmesi gibi dökülür usulca. Kum saati birikir gibi. Biraz toz da kalkar sesinden, sözcüklerin üstünü ancak açıyordur çünkü, kolay kalkmayacaktır toz. Veysel başında, Alevi-Bektaşilerin taktığı Cumhuriyet fötrüyle kapının önünde oynayan çocuktur hâlâ. Hep bağlıdır toprağa; yaşamı da, yolu da, çocukluğu da, tabii türküleri de toprak kokar.

Veysel ‘âşık’tır, Cumhuriyetin âşığıdır. ‘Şair’ deyince Nâzım Hikmet, ‘üstat’ deyince Necip Fazıl, ‘âşık’ deyince de Veysel gelir akla Cumhuriyet’te. Ece Ayhan’ın söyleyişi de şıktır, zekicedir. “Âşık Veysel halk değil, halkevleri şairidir” demiştir, şairler malum, romancılar, öykücüler gibi önüne bakıp yazısını yazan takımından değildir, berberlere benzerler, iki şık şık saça, üç şık şık havaya, yani şiir yazdıklarından daha çok da şiir ve diğer şairler hakkında konuşurlar. 55 yıldır şiirle uğraşıyorum, bunun nedenini hâlâ anlayabilmiş değilim, demek ki şair değilim!

Ece Ayhan eksik söylemiştir, Veysel halk şairidir, çünkü aynı zamanda halkevleri şairidir. Keşke Köy Enstitüleri şairidir diye de ekleseydi! Bu ikisinin de şairi olmak, halk çocuklarının, köylü çocuklarının umudu, evi olan bu kuruluşlarda çalışmak, ders vermek, ışık tutmaktır. Âşık Veysel olmak, Işık Veysel olmaktır.

Âşık Veysel kimdir?

Bir şiirinde “Üç yüz onda gelmiş idim cihana” diyen Âşık Veysel 1894’de Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyü’nde dünyaya gelmiş. Çiçek hastalığı nedeniyle gözleri 7 yaşında görmez olmuş. Babası halk şairlerinden şiirler okuyup ezberleterek küçük Veysel’i avutmaya çalışmış. Sivas’ta yaygın olan halk şairleri köy köy dolaşırken onlara da uğrayıp saz çalarlarmış. Veysel ilgilenince babası ona bir saz almış ve ilk derslerini de arkadaşı olan Çamşıhlı Ali Ağa vermiş. Âşık Veysel 40 yaşında şiir söylemeye başlamış bir halk ozanı.

Yörelerinde yasak olmasına karşın gizlice kurulan Bektaşi tekkelerinde eğitim gören Veysel’in mürşidi de Salman Baba’dır. Salman Baba tüm Bektaşi dervişleri gibi hem tasavvuf ehli hem de aydın bir kişidir. Köylüye üretmeyi öğretir, herkese bir uğraş edinmesini öğütler, okur yazar, köylüye okuma yazma işinde öncülük ve öğretmenlik yapar, aynı zamanda Cumhuriyet fikrini benimsemiş, Mustafa Kemal Atatürk sevdalısı bir baba olduğu için de hem köylüler hem de Veysel üzerinde etkisi çok olmuştur. Veysel’in tasavvufi şiirlerinde Salman Baba’yla uzun, derin ve yoğun sohbetlerinin izi vardır:

Veysel yoktan geldim, yok oldum geçtim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum o sırlı renge boyandım

Bir Âşıklar Bayramı’nda onu dinleyen şair ve derlemeci Ahmet Kutsi Tecer sayesinde tanınan Veysel, 1933 yılında köyünden çıkıp neredeyse bütün ülkeyi dolaştı. Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933’de Tecer’in isteğiyle halk ozanları Cumhuriyet ve Atatürk için şiir söylüyorlar. Veysel’in ilk günışığına çıkan şiiri de böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası/Kurtardı vatanı düşmanımızdan/Canını bu yolda eyledi feda/Biz dahi geçelim öz canımızdan” dizeleriyle başlayan “Atatürk” şiiri oluyor. Bunun üzerine Veysel Ankara’ya gönderiliyor, fakat şiiri Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Bu şiir ya da destan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde 3 gün boyunca yayımlanıyor, seviliyor, Veysel’in tanınması böyle oluyor.

Âşık Veysel, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar Köy Enstitüleri’nde bağlama ve halk türküleri dersleri verdi. Yalın, anlaşılır bir Türkçe’yle yazan Veysel’in saz çalma tekniğinin de gösterişsiz olduğu belirtilir. Öte yandan hem gelenekçi, hem yeni olmasıyla da özgün bir şair olan Veysel, geleneksel şiir kalıplarının içinde kaldı. Âşık Veysel’in şiiri öncelikle içinde yetiştiği ve ayin-i cemlerde dinlediği Alevi-Bektaşi şiirinin, başta Yunus Emre olmak üzere büyük şairlerinden etkilenmiş bir şiirdir. Karacoğlan, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Dertli, Emrah etkilendiği diğer şairlerdir. ‘Yunus’taki ‘Birlik’ (vahdet-i vücud) anlayışı, onun şiirinin temel düşüncelerinden biridir. ‘Birlik’ düşüncesi Yunus’ta felsefi bir dünya görüşüne dönüşürken, Veysel bu düşünceyi Karacoğlan’ın ‘güzellik’ duygusuyla kaynaştırmayı başarır. Öte yandan Pir Sultan Abdal’ın topluma seslenen yüreğiyle, Dadaloğlu’nun dağlar dolusu sesi, Veysel şiirinin özünü ve düşünsel yönünü oluşturur.’

Şiirlerinde yaşama sevinci duyulur, kırsal kültürün, topraktan başlayarak tüm ögelerini işler, onu ince duyuşlarla betimler, lirizmi, sadeliği, içtenliği ve güçlü söyleyişi hemen hissedilir. Alevi-Bektaşi düşüncesinin karakteristik temalarını ele alarak incelikli şiirler yazan Veysel’de, eski Bektaşi ustalarının etkileri vardır: Doğa kültü, doğanın kişileştirilmesi, doğduğu bölgelerde İslam öncesinden kalma güçlü inançlar olarak yaşıyordu. Anlatım gücü topraktan, kırdan uzaklaşıp, kente yaklaştıkça, lider övgüsüne ve nasihatlere dönüştükçe azalır. Burada bir zorlama olduğu muhakkaktır, doğaçlamanın yerini alan bir zorlamadır bu. Burada devrimlerin ışığında çalışmanın, fabrikalar kurmanın, enstitüler açmanın, barajlar tesis etmenin yararlarını anlatır, çünkü buna yürekten inanmıştır.

Âşık Veysel’in Aleviliği

Büyük halk ozanı Neşet Ertaş’ı yitirdiğimizde, onun Alevi-Bektaşi kimliğine ilişkin kimi tartışmalar yaşanmıştı. Bu tartışmaların odağında, Neşet Ertaş’ın cenazesinin camiden kaldırılması vardı ve buna bakılarak onun ‘sünni’ olduğunu kanıtlamak üzere pek çok yazı kaleme alınmıştı. Oysa çok iyi bilindiği üzere Neşet Ertaş’ın da içinde yer aldığı abdallar Aleviliğin bir koludur ve göçer abdallar da kendilerini ‘Bektaşi’ olarak adlandırırlar, tıpkı Neşet Ertaş gibi ‘Bektaşiyik’ derler. Yalnızca mezhepleri değil meşrepleri, gündelik ritüelleri, yeme-içme alışkanlıkları, kadın-erkek ilişkilerindeki doğallık ve dini vecibelerdeki davranışları da bu söylemi destekler.

Konar göçer olmanın doğal bir sonucu olarak, başka mezheplerle, başka kültürlerle ilişki ve alışveriş içinde olan abdallar, zamanla yolu ve erkanı, adet ve geleneklerini tümüyle terk etmeseler de yerine getiremedikleri için, Alevi-Bektaşilere özgü kimi karakteristik özelliklerini yitirmişler ya da düzenli olarak uygulayamamışlar, böylece geleneğin kuşaktan kuşağa aktarımını da sağlıklı bir biçimde gerçekleştirememişlerdir.

Neşet Ertaş’ın ve hem babası hem ustası Muharrem Ertaş’ın ‘düğün çalgıcısı’ olarak başlayan ‘sanat’ları, Neşet’in daha sonra yaşadığı güç zamanlar, ondaki Alevi-Bektaşi düşüncesini, Alevi-Bektaşi tasavvufuna dönüştürmüş ve belli isimleri, kutsalları, uluları, olayları, acıları zikretmek yerine, tüm dinleri, kutsalları, peygamberleri, mezhepleri, milletleri, renkleri, dilleri kucaklayan evrensel bir şiir diline yöneltmiştir. Özünde yine Alevi-Bektaşi tasavvufundan kaynaklanan bu hümanizma, belki tam da olması gerektiği gibi, kendi aidiyetini bile önemsemeyen bir yüce gönüllülük içinde, Neşet Ertaş şiirlerinin zemini ve içeriği olmuştur.

Âşık Veysel için de benzer bir durum söz konusudur. Veysel, Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyündendir, yerleşiktir, göçer değildir. Veysel’de de sınırları, dilleri, dinleri, mezhepleri aşan bir evrensellik ile Tanrı, doğa ve insan sevgisi mevcuttur. Gerek şiirlerinden gerek anekdotlarından ve tanıklıklardan bildiğimiz kadarıyla, gözlerinin görmeyişini bile sorun etmemiş, tevekkül ve olgunlukla karşıladığı bu hali şiirlerinde sık sık ‘ironik’ bir biçimde dile getirmiştir: “Yeter gayrı yumma gözün kör gibi”.

Hem Neşet Ertaş’ta hem Âşık Veysel’de gördüğümüz, ikisinin de ‘kader’i bir ‘tecelli’ olarak kabul ettiğidir. ‘Kader’i kabul ettikten sonra ona dair sitemde, serzenişte bulunmak ya da kaderin yol açtığı şeyle, Âşık Veysel örneğinde ‘körlük’le barışık yaşamak, gülmek, onunla neredeyse arkadaşça bir ilişki kurmak da söz konusudur. Ve bunu yaşamak için insanın inancında, dünya görüşünde, felsefesinde kalenderliğin hüküm sürdüğü bir anlayış şarttır.

Âşık Veysel’de “içsel aydınlanma”

Halil Apaydın’ın “Âşık Veysel’de dinî tecrübe” başlıklı makalesinde de belirttiği üzere, “Dinî tecrübe dinî yaşantının kişiye özgülüğünün bir ifadesidir.” Ve bu tecrübe, “sahip olan birey açısından benliği derinden etkileyen motiflerle doludur. Bu motiflerin başında ‘içsel aydınlanma’ ve deruni tecrübe sonucu oluşan ‘vecd’ hali gelmektedir. Dini tecrübe içerisinde birey ‘içsel aydınlanma’ ile kendini aşarak başkalaşır ve olgunlaşır. Bu aşamada sahip olunan nitelikler, diğer insanlar tarafından çok üstün nitelikler olarak algılanır. Bu anlamda bir sufinin tecrübesiyle herhangi bir bireyin yaşadığı bu türden bir tecrübe arasında bir farklılık yoktur. Bu bağlamda Âşık Veysel’in ‘içsel aydınlanma’ yaşayan ve bu tecrübe sonucu çeşitli deyişler dile getiren bir halk ozanı olduğunu söyleyebiliriz.”

Âşık Veysel de ‘Tanrı her insanın yüreğindedir, içindedir’ düşüncesiyle, ki Alevi inancının özünü temsil eden bir anlayıştır bu, davranmış ve tüm şiirini bu doğrultuda yazmıştır: Birlik, beraberlik, dostluk. Veysel şiirindeki ‘insanın acılarla olgunlaşıp, kutsalla birleşme/bütünleşme’siyle, Tanrı-tabiat ilişkisi ve bütünlüğü de bu düşüncenin yansımalarıdır.

Veysel’deki içsel aydınlanmayı şiirlerinde izlerken kimi kavramlarla da karşılaşırız. Bunlardan biri ‘dolu içme’dir. Aksaçlı pirin uzattığı badeyi içer ve 40 yaşında aydınlanmayı yaşar Veysel: “Kırk yaşından sonra kalbime ilham/Erişti Mevla’dan bir ihsan oldu/Hakk’ı bilenlere hazırdır her an/ İnkar edenlere sır nihan oldu”. Ayrıca şunları da yazar:” Elinden bir dolu içtim/türlü türlü derde düştüm/cümle varlığımdan geçtim/senin yolunda yolunda.”

‘Vahdet-i vücud’ (varlığın birliği) kavramı da Âşık Veysel’in şiirine içkin bir felsefe olarak, çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. “Her millete birer yüzden göründün/kendini sakladın sardın sarındın/bu dünyayı sen yarattın giyindin/her nesnede gösterirsin nakşını/…/Görenlere açık körlere gizli/kimine göründün oruç namazlı/Veysel’e göründün cilveli nazlı/tutan bırakır mı senin peşini?” Halil Apaydın andığımız yazısında bu hali şöyle açıklar: “İlahi varlığın bu mısralardaki tecellisi panteist ya da vahdet-i vücud felsefesinin yansıması olarak değerlendirilebilir. İlahi varlığın türlü türlü göründüğü fenomeni, aynı zamanda İlahi Zat’ın sıfatları olarak da değerlendirilebilir…/…Veysel kendi ilahi aşk arayışını ve kendisindeki görünümünü ‘cilveli ve nazlı’ biçiminde niteleyerek, bir bakıma farklı ve zengin bir içselleştirme ile birleştirmektedir.”

İbn-i Arabi’de doruk noktasına erişen ‘Vahdet-i vücud’ anlayışı, Yunus Emre’den sonra en çok Âşık Veysel’de karşımıza çıkar. Örneğin, Âşık Veysel, ‘toprak’ sevgisinde, toprağa beslediği muhabbette bile, yaratandan hareketle ona övgüde bulunur. Onun yalnızca insana değil, diğer varlıklara duyduğu muhabbet de bu birliğe duyduğu sevgiyi yansıtır.

Eleştiriler, yorumlar

Âşık Veysel başından beri diğer şairleri ve halk ozanlarını ilgilendirmiş bir şairdir. Bunların bazıları eleştirilerini Alevi-Bektaşi kimliği üzerinden, bazıları ise Cumhuriyetçilik, Kemalizm ve Atatürkçülük odaklı olarak yöneltmişlerdir.

Ünlü şair Enver Gökçe, Veysel için şunları söyler:

“Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı Klasik Doğu edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idealizm eğilimi ve bu eğilimin halk şiirinde işleyen mücerretlik özelliği Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel; tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen, mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”

Evet, Veysel kadercidir, kaderine küstür, acısının kaynağında feleği görür, umutsuzluk, karamsarlık ve hiçlik duygularına sık sık kapılsa da, sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inanca sahip olduğu için, yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Bu nedenle de insanlara hep inancına bağlı kalmayı ve çalışmayı öğütler.

Alevi-Bektaşi araştırmacısı, yazar Nejat Birdoğan, Veysel’in hem Cumhuriyetçi hem de mutasavvıf yönüne değinir: “Âşık Veysel, bir toplum eğitmeni gibi. Cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. En olgun şiirleri; insanı ve insanla ilgili ögeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Tasavvuf ozanı Veysel’dir bu. Bağlı olduğu inancın aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.”

İkinci Yeni’nin ‘papazı’ Ece Ayhan’a göreyse, Veysel ‘halk şairi değil, halkevleri şairidir.’  Şair Ece Ayhan’ın dediği gibi, Veysel hemen hiç eleştirel olmamış, Halkevleri ve Köy Enstitüleri’ne varken sahip çıkmış, fakat kapatıldıklarında sessiz kalmıştır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Mart 2023’te yayımlanmıştır.

Haydar Ergülen
Haydar Ergülen
Haydar Ergülen – Şair, denemeci, akademisyen, gazeteci ve reklam metni yazarı. 4 Ekim 1956'da Eskişehir’de doğdu. Babası otomobil tamircisiydi. İlk ve ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara'da okudu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İstanbul'da reklam yazarlığı yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde yayımcılık, reklamcılık ve Türk Şiiri dersleri verdi. Halen Bahçeşehir ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri veriyor. Bir süre Radikal gazetesinde Açık Mektup köşesinde denemeler yazdı. Bunu Star, BirGün gibi gazeteler takip etti. Başlıca eserleri: “Karşılığını Bulamamış Sorular”, “40 Şiir ve Bir”, “Keder Gibi Ödünç”, “Üzgün Kediler Gazeli”, “Düzyazı: 100 Yazı”, “Azıcık Cihangir”, “Şiir Gibi Yalnız”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Âşık Veysel – Onun öyküsü ‘siyah masal’

İlk onu duymuş olmalıyım, sesini önce, adını sonra. Âşık Veysel ayrı bir yerde tek başına durur. Onun öyküsü de efsanesi de özeldir. Siyah masal. Yoksuldur, karısı terk etmiştir, gözleri de. Bulamaz, bulunabilir ancak. Tam zamanında. Sesine de sazına da sinekler üşüşecektir biraz daha bulunmasa. Çok sevinçle karşılamıştır gelenleri, ilk kez çocuk olmuştur Veysel. Ve kaldığı yerden değil, en baştan, hatta ondan da evveline gidip başlamıştır çalıp söylemeye. Bulunduktan sonra bir o kadar ömrün daha yakasına işlenmesi de sevincindendir. Sesinin sevinci, gözlerinin sevinci:

“Yeter artık yumma gözün kör gibi!” 

Bulununca gözleri açılmış gibidir; her şeyi gördüğünü artık saklamayacaktır. Bazen de sesin gördüğü, gözün gördüğünden yakındır, çoktur, başkadır. Sesin gördüğünü, gönülden saklamak olmaz. Veysel, adının ilk kez ‘sıdk[efn_note]Niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi/efn_note]  ile’ çağrıldığını duyar. Veysel ve sazı. Veysel ve evi, Veysel ve bahçesi, Veysel ve çocukluğu. Nasıl bağlandıysa ikinci sevdiği de bağlaması olmuştur. Hatta “Benim sadık yârim” dediği ‘kara toprak’, hayatın üstüne atıldığına göre, hayatta en birinci sevdiği de sazı olmuştur belki:

Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı âşikâr etme 

Gözün türlü halleri var. Gözün ışık olduğu hallere daha çok ilgi duyuyoruz besbelli. Yalnızca görmeyi sürdürdüğü için değil, başkalarını da görmeye yönelttiği için. Mum dibini varsın ışıtmasın, görmeyenin ışığı, mum ne, deniz feneri gibi aydınlatıyor yolu.

Halk şiirinin Yunus’u neyse, halk âşıklarının Veysel’i de odur. Yunus “Gelin tanış olalım/işi kolay kılalım/sevelim sevilelim/dünya kimseye kalmaz” mı demiştir, Âşık Veysel “Güzelliğin on par’etmez/Şu bendeki aşk olmasa” diye adeta gerçeğin demine hu dedikten sonra, bir bakıma Yunus’un nefesinin süreğini dile getirecektir: “Koyun kurt ile gezerdi/Fikir başka başk’olmasa”. Elbette bazılarına büyüklenme gibi gelebilecek dizeleri de, şiirin sonunda bir tevazu ehli ve tevazu yolunun talibi olarak kendini hakir görmeyle hiçleştirmeye bağlayacaktır: “Anılmazdı Veysel adı/O sana âşık olmasa”. 

Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası

Alevi-Bektaşi geleneğinin Cumhuriyet dönemindeki en büyük ozanıdır hiç kuşkusuz, Sivas Lisesi Edebiyat Öğretmeni Ahmet Kutsi Tecer öncülüğünde 5 Aralık 1931’de düzenlenen Halk Şairleri ya da Âşıklar Bayramı’nda kaderi değiştiğinde 37 yaşındadır, usta malı türkü ve deyişler çalıp söylemektedir. Çoktan usta ozan olması gereken bir yaştır bu, üstelik daha kendi şiiri de yoktur. İlk yazdığı şiir, Cumhuriyetin 10. Yılı onuruna saz şairlerinden istenen şiirdir, “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”. Âşık Veysel o sırada 39 yaşındadır.

Çiçek salgını gözlerini kapamıştır, ama Cumhuriyet onun gönlünü açmıştır. Dilini, telini, içini, yolunu da açan Cumhuriyet, Veysel’in ışığı da olmuştur. Aydınlıktan, ışıktan söz edildiğinde akla ilk gelen, Veysel’in gözleriyle birlikte Cumhuriyet’in de gözbebekleri olan Köy Enstitüleri ve Halkevleri’dir. “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” sözü insanı ağlatacak kadar güzeldir. Bir adım sonrası sosyalizmdir. En çok da Veysel’in kimsesi olmuştur Cumhuriyet, onu elsiz dalsız, halsiz kolsuz, telsiz dilsiz bırakmamıştır. Veysel nasıl 40 yaşına yakın keşfedilen bir mucizeyse, Cumhuriyet de onu ağırlayan, sayan, yaşama kavuşturan mucizesi olmuştur, Veysel’in gözleri olmuştur. Bundandır Atatürk’ü bunca çok anması, “bütün dünya kan ağladı/ Ağlayalım Atatürk’e” diyerek kan ağlaması.

Âşıklar Bayramı

Gelenek, el almakla, usta-çırak ilişkisiyle kurulur şiirde de, müzikte de ya da o yolda yazanları, çalıp söyleyenleri okuyup izlemekle, duyup dinlemekle olur. Bu ikincisi daha çok geleneği yorumlama ya da dönüştürme olarak sonuçlanır. Geleneğin en güçlü biçimde sürdüğü alanların başında da halk şiiri, saz şairliği, âşıklık gelir. Kimseyi dışında bırakmaz neredeyse, öyle bir daire, öyle bir haledir gelenek.

Veysel geleneği de kendisi olan bir âşıktır, başka halk âşıklarında sıkça rastlanan pirin ‘rüya’yı ziyaretine rastlanmaz onda; yaşı da hayli ileridir, şiir için olduğu kadar müzik için de. Ama Ahmet Kutsi Tecer’in onu keşfi, ilgisi, neredeyse Âşıklar Bayramı’nın Âşık Veysel Bayramı sayılmasına yol açacak kadar önemlidir.

“Eledim eledim toprak eledim” diye değiştiririm dizeyi, Âşık Veysel’i dinlerken. Uzun ince bir yoldan, kara topraktan, reçberlerin öküzü hoşça tutmasını istemesinden belki de, o türküsünü söylerken sözcükler de toprağın elenmesi gibi dökülür usulca. Kum saati birikir gibi. Biraz toz da kalkar sesinden, sözcüklerin üstünü ancak açıyordur çünkü, kolay kalkmayacaktır toz. Veysel başında, Alevi-Bektaşilerin taktığı Cumhuriyet fötrüyle kapının önünde oynayan çocuktur hâlâ. Hep bağlıdır toprağa; yaşamı da, yolu da, çocukluğu da, tabii türküleri de toprak kokar.

Veysel ‘âşık’tır, Cumhuriyetin âşığıdır. ‘Şair’ deyince Nâzım Hikmet, ‘üstat’ deyince Necip Fazıl, ‘âşık’ deyince de Veysel gelir akla Cumhuriyet’te. Ece Ayhan’ın söyleyişi de şıktır, zekicedir. “Âşık Veysel halk değil, halkevleri şairidir” demiştir, şairler malum, romancılar, öykücüler gibi önüne bakıp yazısını yazan takımından değildir, berberlere benzerler, iki şık şık saça, üç şık şık havaya, yani şiir yazdıklarından daha çok da şiir ve diğer şairler hakkında konuşurlar. 55 yıldır şiirle uğraşıyorum, bunun nedenini hâlâ anlayabilmiş değilim, demek ki şair değilim!

Ece Ayhan eksik söylemiştir, Veysel halk şairidir, çünkü aynı zamanda halkevleri şairidir. Keşke Köy Enstitüleri şairidir diye de ekleseydi! Bu ikisinin de şairi olmak, halk çocuklarının, köylü çocuklarının umudu, evi olan bu kuruluşlarda çalışmak, ders vermek, ışık tutmaktır. Âşık Veysel olmak, Işık Veysel olmaktır.

Âşık Veysel kimdir?

Bir şiirinde “Üç yüz onda gelmiş idim cihana” diyen Âşık Veysel 1894’de Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyü’nde dünyaya gelmiş. Çiçek hastalığı nedeniyle gözleri 7 yaşında görmez olmuş. Babası halk şairlerinden şiirler okuyup ezberleterek küçük Veysel’i avutmaya çalışmış. Sivas’ta yaygın olan halk şairleri köy köy dolaşırken onlara da uğrayıp saz çalarlarmış. Veysel ilgilenince babası ona bir saz almış ve ilk derslerini de arkadaşı olan Çamşıhlı Ali Ağa vermiş. Âşık Veysel 40 yaşında şiir söylemeye başlamış bir halk ozanı.

Yörelerinde yasak olmasına karşın gizlice kurulan Bektaşi tekkelerinde eğitim gören Veysel’in mürşidi de Salman Baba’dır. Salman Baba tüm Bektaşi dervişleri gibi hem tasavvuf ehli hem de aydın bir kişidir. Köylüye üretmeyi öğretir, herkese bir uğraş edinmesini öğütler, okur yazar, köylüye okuma yazma işinde öncülük ve öğretmenlik yapar, aynı zamanda Cumhuriyet fikrini benimsemiş, Mustafa Kemal Atatürk sevdalısı bir baba olduğu için de hem köylüler hem de Veysel üzerinde etkisi çok olmuştur. Veysel’in tasavvufi şiirlerinde Salman Baba’yla uzun, derin ve yoğun sohbetlerinin izi vardır:

Veysel yoktan geldim, yok oldum geçtim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum o sırlı renge boyandım

Bir Âşıklar Bayramı’nda onu dinleyen şair ve derlemeci Ahmet Kutsi Tecer sayesinde tanınan Veysel, 1933 yılında köyünden çıkıp neredeyse bütün ülkeyi dolaştı. Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933’de Tecer’in isteğiyle halk ozanları Cumhuriyet ve Atatürk için şiir söylüyorlar. Veysel’in ilk günışığına çıkan şiiri de böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası/Kurtardı vatanı düşmanımızdan/Canını bu yolda eyledi feda/Biz dahi geçelim öz canımızdan” dizeleriyle başlayan “Atatürk” şiiri oluyor. Bunun üzerine Veysel Ankara’ya gönderiliyor, fakat şiiri Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Bu şiir ya da destan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde 3 gün boyunca yayımlanıyor, seviliyor, Veysel’in tanınması böyle oluyor.

Âşık Veysel, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli, Akpınar Köy Enstitüleri’nde bağlama ve halk türküleri dersleri verdi. Yalın, anlaşılır bir Türkçe’yle yazan Veysel’in saz çalma tekniğinin de gösterişsiz olduğu belirtilir. Öte yandan hem gelenekçi, hem yeni olmasıyla da özgün bir şair olan Veysel, geleneksel şiir kalıplarının içinde kaldı. Âşık Veysel’in şiiri öncelikle içinde yetiştiği ve ayin-i cemlerde dinlediği Alevi-Bektaşi şiirinin, başta Yunus Emre olmak üzere büyük şairlerinden etkilenmiş bir şiirdir. Karacoğlan, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Dertli, Emrah etkilendiği diğer şairlerdir. ‘Yunus’taki ‘Birlik’ (vahdet-i vücud) anlayışı, onun şiirinin temel düşüncelerinden biridir. ‘Birlik’ düşüncesi Yunus’ta felsefi bir dünya görüşüne dönüşürken, Veysel bu düşünceyi Karacoğlan’ın ‘güzellik’ duygusuyla kaynaştırmayı başarır. Öte yandan Pir Sultan Abdal’ın topluma seslenen yüreğiyle, Dadaloğlu’nun dağlar dolusu sesi, Veysel şiirinin özünü ve düşünsel yönünü oluşturur.’

Şiirlerinde yaşama sevinci duyulur, kırsal kültürün, topraktan başlayarak tüm ögelerini işler, onu ince duyuşlarla betimler, lirizmi, sadeliği, içtenliği ve güçlü söyleyişi hemen hissedilir. Alevi-Bektaşi düşüncesinin karakteristik temalarını ele alarak incelikli şiirler yazan Veysel’de, eski Bektaşi ustalarının etkileri vardır: Doğa kültü, doğanın kişileştirilmesi, doğduğu bölgelerde İslam öncesinden kalma güçlü inançlar olarak yaşıyordu. Anlatım gücü topraktan, kırdan uzaklaşıp, kente yaklaştıkça, lider övgüsüne ve nasihatlere dönüştükçe azalır. Burada bir zorlama olduğu muhakkaktır, doğaçlamanın yerini alan bir zorlamadır bu. Burada devrimlerin ışığında çalışmanın, fabrikalar kurmanın, enstitüler açmanın, barajlar tesis etmenin yararlarını anlatır, çünkü buna yürekten inanmıştır.

Âşık Veysel’in Aleviliği

Büyük halk ozanı Neşet Ertaş’ı yitirdiğimizde, onun Alevi-Bektaşi kimliğine ilişkin kimi tartışmalar yaşanmıştı. Bu tartışmaların odağında, Neşet Ertaş’ın cenazesinin camiden kaldırılması vardı ve buna bakılarak onun ‘sünni’ olduğunu kanıtlamak üzere pek çok yazı kaleme alınmıştı. Oysa çok iyi bilindiği üzere Neşet Ertaş’ın da içinde yer aldığı abdallar Aleviliğin bir koludur ve göçer abdallar da kendilerini ‘Bektaşi’ olarak adlandırırlar, tıpkı Neşet Ertaş gibi ‘Bektaşiyik’ derler. Yalnızca mezhepleri değil meşrepleri, gündelik ritüelleri, yeme-içme alışkanlıkları, kadın-erkek ilişkilerindeki doğallık ve dini vecibelerdeki davranışları da bu söylemi destekler.

Konar göçer olmanın doğal bir sonucu olarak, başka mezheplerle, başka kültürlerle ilişki ve alışveriş içinde olan abdallar, zamanla yolu ve erkanı, adet ve geleneklerini tümüyle terk etmeseler de yerine getiremedikleri için, Alevi-Bektaşilere özgü kimi karakteristik özelliklerini yitirmişler ya da düzenli olarak uygulayamamışlar, böylece geleneğin kuşaktan kuşağa aktarımını da sağlıklı bir biçimde gerçekleştirememişlerdir.

Neşet Ertaş’ın ve hem babası hem ustası Muharrem Ertaş’ın ‘düğün çalgıcısı’ olarak başlayan ‘sanat’ları, Neşet’in daha sonra yaşadığı güç zamanlar, ondaki Alevi-Bektaşi düşüncesini, Alevi-Bektaşi tasavvufuna dönüştürmüş ve belli isimleri, kutsalları, uluları, olayları, acıları zikretmek yerine, tüm dinleri, kutsalları, peygamberleri, mezhepleri, milletleri, renkleri, dilleri kucaklayan evrensel bir şiir diline yöneltmiştir. Özünde yine Alevi-Bektaşi tasavvufundan kaynaklanan bu hümanizma, belki tam da olması gerektiği gibi, kendi aidiyetini bile önemsemeyen bir yüce gönüllülük içinde, Neşet Ertaş şiirlerinin zemini ve içeriği olmuştur.

Âşık Veysel için de benzer bir durum söz konusudur. Veysel, Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyündendir, yerleşiktir, göçer değildir. Veysel’de de sınırları, dilleri, dinleri, mezhepleri aşan bir evrensellik ile Tanrı, doğa ve insan sevgisi mevcuttur. Gerek şiirlerinden gerek anekdotlarından ve tanıklıklardan bildiğimiz kadarıyla, gözlerinin görmeyişini bile sorun etmemiş, tevekkül ve olgunlukla karşıladığı bu hali şiirlerinde sık sık ‘ironik’ bir biçimde dile getirmiştir: “Yeter gayrı yumma gözün kör gibi”.

Hem Neşet Ertaş’ta hem Âşık Veysel’de gördüğümüz, ikisinin de ‘kader’i bir ‘tecelli’ olarak kabul ettiğidir. ‘Kader’i kabul ettikten sonra ona dair sitemde, serzenişte bulunmak ya da kaderin yol açtığı şeyle, Âşık Veysel örneğinde ‘körlük’le barışık yaşamak, gülmek, onunla neredeyse arkadaşça bir ilişki kurmak da söz konusudur. Ve bunu yaşamak için insanın inancında, dünya görüşünde, felsefesinde kalenderliğin hüküm sürdüğü bir anlayış şarttır.

Âşık Veysel’de “içsel aydınlanma”

Halil Apaydın’ın “Âşık Veysel’de dinî tecrübe” başlıklı makalesinde de belirttiği üzere, “Dinî tecrübe dinî yaşantının kişiye özgülüğünün bir ifadesidir.” Ve bu tecrübe, “sahip olan birey açısından benliği derinden etkileyen motiflerle doludur. Bu motiflerin başında ‘içsel aydınlanma’ ve deruni tecrübe sonucu oluşan ‘vecd’ hali gelmektedir. Dini tecrübe içerisinde birey ‘içsel aydınlanma’ ile kendini aşarak başkalaşır ve olgunlaşır. Bu aşamada sahip olunan nitelikler, diğer insanlar tarafından çok üstün nitelikler olarak algılanır. Bu anlamda bir sufinin tecrübesiyle herhangi bir bireyin yaşadığı bu türden bir tecrübe arasında bir farklılık yoktur. Bu bağlamda Âşık Veysel’in ‘içsel aydınlanma’ yaşayan ve bu tecrübe sonucu çeşitli deyişler dile getiren bir halk ozanı olduğunu söyleyebiliriz.”

Âşık Veysel de ‘Tanrı her insanın yüreğindedir, içindedir’ düşüncesiyle, ki Alevi inancının özünü temsil eden bir anlayıştır bu, davranmış ve tüm şiirini bu doğrultuda yazmıştır: Birlik, beraberlik, dostluk. Veysel şiirindeki ‘insanın acılarla olgunlaşıp, kutsalla birleşme/bütünleşme’siyle, Tanrı-tabiat ilişkisi ve bütünlüğü de bu düşüncenin yansımalarıdır.

Veysel’deki içsel aydınlanmayı şiirlerinde izlerken kimi kavramlarla da karşılaşırız. Bunlardan biri ‘dolu içme’dir. Aksaçlı pirin uzattığı badeyi içer ve 40 yaşında aydınlanmayı yaşar Veysel: “Kırk yaşından sonra kalbime ilham/Erişti Mevla’dan bir ihsan oldu/Hakk’ı bilenlere hazırdır her an/ İnkar edenlere sır nihan oldu”. Ayrıca şunları da yazar:” Elinden bir dolu içtim/türlü türlü derde düştüm/cümle varlığımdan geçtim/senin yolunda yolunda.”

‘Vahdet-i vücud’ (varlığın birliği) kavramı da Âşık Veysel’in şiirine içkin bir felsefe olarak, çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. “Her millete birer yüzden göründün/kendini sakladın sardın sarındın/bu dünyayı sen yarattın giyindin/her nesnede gösterirsin nakşını/…/Görenlere açık körlere gizli/kimine göründün oruç namazlı/Veysel’e göründün cilveli nazlı/tutan bırakır mı senin peşini?” Halil Apaydın andığımız yazısında bu hali şöyle açıklar: “İlahi varlığın bu mısralardaki tecellisi panteist ya da vahdet-i vücud felsefesinin yansıması olarak değerlendirilebilir. İlahi varlığın türlü türlü göründüğü fenomeni, aynı zamanda İlahi Zat’ın sıfatları olarak da değerlendirilebilir…/…Veysel kendi ilahi aşk arayışını ve kendisindeki görünümünü ‘cilveli ve nazlı’ biçiminde niteleyerek, bir bakıma farklı ve zengin bir içselleştirme ile birleştirmektedir.”

İbn-i Arabi’de doruk noktasına erişen ‘Vahdet-i vücud’ anlayışı, Yunus Emre’den sonra en çok Âşık Veysel’de karşımıza çıkar. Örneğin, Âşık Veysel, ‘toprak’ sevgisinde, toprağa beslediği muhabbette bile, yaratandan hareketle ona övgüde bulunur. Onun yalnızca insana değil, diğer varlıklara duyduğu muhabbet de bu birliğe duyduğu sevgiyi yansıtır.

Eleştiriler, yorumlar

Âşık Veysel başından beri diğer şairleri ve halk ozanlarını ilgilendirmiş bir şairdir. Bunların bazıları eleştirilerini Alevi-Bektaşi kimliği üzerinden, bazıları ise Cumhuriyetçilik, Kemalizm ve Atatürkçülük odaklı olarak yöneltmişlerdir.

Ünlü şair Enver Gökçe, Veysel için şunları söyler:

“Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı Klasik Doğu edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idealizm eğilimi ve bu eğilimin halk şiirinde işleyen mücerretlik özelliği Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel; tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen, mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”

Evet, Veysel kadercidir, kaderine küstür, acısının kaynağında feleği görür, umutsuzluk, karamsarlık ve hiçlik duygularına sık sık kapılsa da, sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inanca sahip olduğu için, yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Bu nedenle de insanlara hep inancına bağlı kalmayı ve çalışmayı öğütler.

Alevi-Bektaşi araştırmacısı, yazar Nejat Birdoğan, Veysel’in hem Cumhuriyetçi hem de mutasavvıf yönüne değinir: “Âşık Veysel, bir toplum eğitmeni gibi. Cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. En olgun şiirleri; insanı ve insanla ilgili ögeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Tasavvuf ozanı Veysel’dir bu. Bağlı olduğu inancın aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.”

İkinci Yeni’nin ‘papazı’ Ece Ayhan’a göreyse, Veysel ‘halk şairi değil, halkevleri şairidir.’  Şair Ece Ayhan’ın dediği gibi, Veysel hemen hiç eleştirel olmamış, Halkevleri ve Köy Enstitüleri’ne varken sahip çıkmış, fakat kapatıldıklarında sessiz kalmıştır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Mart 2023’te yayımlanmıştır.

Haydar Ergülen
Haydar Ergülen
Haydar Ergülen – Şair, denemeci, akademisyen, gazeteci ve reklam metni yazarı. 4 Ekim 1956'da Eskişehir’de doğdu. Babası otomobil tamircisiydi. İlk ve ortaokulu Eskişehir'de, liseyi Ankara'da okudu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. İstanbul'da reklam yazarlığı yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde yayımcılık, reklamcılık ve Türk Şiiri dersleri verdi. Halen Bahçeşehir ve Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 'Yaratıcı Yazarlık' ve 'Türk Şiiri ve Şairler' dersleri veriyor. Bir süre Radikal gazetesinde Açık Mektup köşesinde denemeler yazdı. Bunu Star, BirGün gibi gazeteler takip etti. Başlıca eserleri: “Karşılığını Bulamamış Sorular”, “40 Şiir ve Bir”, “Keder Gibi Ödünç”, “Üzgün Kediler Gazeli”, “Düzyazı: 100 Yazı”, “Azıcık Cihangir”, “Şiir Gibi Yalnız”…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x