Bir kaşık korku + iki doz gerilim

Harry Potter’dan Narnia Günlükleri’ne, Küçük Vampir’den Hobbit’e pek çok eser sırtını korku öğeleri ve figürlerine yaslıyor. Frankenstein’dan Kont Dracula’ya, zombilerden hortlaklara korku literatürünün her çeşidi kullanılıyor çocuk edebiyatında. Peki, niye korku? Korkunun gizemi ne? Amaç cazibe yaratmak, okurun ilgisini çekmek mi? Aytül Akal yazdı.

Oğlum iki buçuk yaşındayken, küçük bir çocuğun gelişim sürecinde karşılaşacağı kavramları kalıcı olarak kolayca aktarabilmek için masallar kurgulayıp farklı kahramanlar aracılığıyla ona anlatıyordum. Yılların geçtiğinin, onun büyüdüğünün ayırdına varamamışım ki bir gün yeni bir masal anlatırken, “Aaa anladım bu masalın sonunu, yeter artık ama, öyle bitmesin,” diye durdurdu beni. “Sen nasıl bitsin istiyorsun,” diye sorunca, “Biraz da ölsünler!” dedi. Ölsünler mi! Şaşkınlıkla baktım yüzüne. O zaman fark ettim büyüdüğünü. Sekiz yaşını geçiyordu ve artık ölçülü dozda heyecan yeterli gelmiyordu ona. Yürek hoplatıcı heyecanların, tehlikeli maceraların, sürprizlerle dolu ürpertici sonların arayışındaydı. Korkuyu, gerilimi tanımak istiyordu.

Açıkçası, korku edebiyatıyla pek aram yoktur. Evde bir film izlerken ürpertici müziğiyle desteklenen gerilimli bölüme gelindiğinde kalkıp mutfakta kendime bir iş yaratmam ya da banyoya gitme gerekliliğine sığınmam ondandır. Gerilim romanı okurken en heyecanlı bölümde mola verip bir süre oyalandıktan sonra kitaba yeniden dönebilmem de bundan.

Korku bir ihtiyaç mı?

Anlayacağınız, korku romanı yazmak benim ne aklıma düşerdi ne de yapacaklarım listesine girerdi. Peki, ama nasıl oldu da Kırmızı Arabanın Hayaleti ve Zombili Mombili Roman başlıklı gerilim romanlarını yazdım?

Bana kalsa yazmazdım da, ah o okurlar yok mu! “İlle de korku romanı isteriz!” diye tutturan onlar. “Korku romanınız var mı?” diye sorup, “Yok!” yanıtını alınca yüzleri asılan onlar… Her adımında çocukları önceleyen bir yazar olarak, benim ne istediğim değil, okurlarımın ne istediği önemliydi elbette; beklediklerini karşılamaktan başka ne yapabilirdim ki?

Niye korku? Korkunun gizemi ne? Nasıl oluyor da bir erişkin, epeyce de yaşını başını almış bir erişkin olarak korku romanları beni gererken, ilkgençliği ve ergeni mıknatıs gibi kendine çekiyordu? Hem de az buz değil, tutkunu olacak kadar! “O kitabı alma, gerilim romanı o. Birkaç yıl sonra okursun onu,” diye elinden almaya çalışıp içerdiği olayların yaratacağı duygunun korkuyla değil, heyecanla tanımlanabilinecek macera serilerini önermeme karşın, elinden bırakmamakta direnecek kadar… İlle de korku…

Merak etmesem olmazdı tabii, araştırdım: “Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu halidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize,” diye açıklanıyordu bir psikiyatri sitesinde.

Meğerse korkunun olmadığı bir dünyada ne kendimizi ne de sevdiklerimizi koruyacak yetkinliği elde edebilirmişiz. Meğerse korkuya tepkimiz olmasa, hiçbir tehlike için önlem alamaz, üstelik bizi başkalarını incitmekten alıkoyacak becerileri elde edemeyeceğimizden, duyarsız, saldırgan varlıklar olurmuşuz. Demek kalp atışımızı ve nefes alış verişimizi hızlandıracak, kaslarımızı enerjiyle yüklenmesine neden olup beyin kimyasallarımızın salgılanmasını sağlayacak olan korku, bir ihtiyaçmış.

 

Zombili Mombili Roman

 

Eh, elimize kitabı alıp rahat bir koltuğa yayılmış ya da sıcacık yatağımıza uzanmış okurken, başkalarının başından geçen korku dolu anlar için heyecanlanmak, gerçek hayatta bizzat yaşamaktan binlerce kez daha akıllıca değil mi? Vay vay, meğer çocuklar bunu çoktan keşfetmişler. Ah, bu akıllı çocuklar… Onları kitaplarıyla mutlu etmek isteyen yazar ne yapsın bu durumda?

Öykü, masal, şiir, roman, kısacası türü ne olursa olsun, yazmak hiç zor olmamıştır benim için; yalnızca “ne yazacağımı bulmak” zamanımı alır. Hani şu esin dedikleri oyunbaz peri var ya, onun karşıma dikilip sihirli değneğinden aklıma bir kıvılcım düşürmesini beklerim.

Bir dükkânda gördüğüm kar küresi düşürmüştü Zombili Mombili Roman’ın kıvılcımını. Bir kez ele alınmışsa, kar taneciklerini uçuşturmadan küreyi yerine bırakmak mümkün değil tabii… Salladım. Beyaz kar taneciklerinin döne döne düşüşünün verdiği iç huzurunu ararken, birden tuhaf bir his kapladı bedenimi. Dinginlik veren bu görüntü, ya beklenmedik bir huzursuzluğun başlangıcıysa? Neler oluyordu? Kar küresinin bana anlatmak istediği bir öykü mü vardı?

Kırmızı Arabanın Hayaleti’nden sonra, korku türüne dönmeme gerek olmadığıyla teselli bulup “Gerilim meraklıları onu okusun işte,” diye kendimi rahatlatırken, üst üste gelen bazı olaylar, o güne kadar bilinçaltıma gizlice Zombili Mombili Roman’ın ögelerini yüklüyormuş meğer. Bozuk saat, eski daktilo, gümüş ayna… Ve ah, o kar küresi!

Yazdıklarım gerçek miydi?

Aslında gerilim romanı yazmak için oturmamıştım klavyenin başına. Ama sözcükler ardı ardına çoğalırken, beni bir korku trenine bindirmişçesine karanlığın dehlizlerine sürükledi. İnanamıyordum. Asla… Asla korku kitabı yazmak istemiyordum. Ama araştırdıkça, derinlere indikçe, her şey inanılmaz bir şekilde birbiriyle örtüşüp gerçeklerle bağdaşırken, artık vazgeçme noktasından çok uzaklaşmıştım.

Titanik’in gizli bölümündeki firavun mumyası, İngiltere’deki tren kazası ve oyuncak tavşan, dünyanın dört bir yanında tuhaf şeyler müzesini kuran Robert Ripley, Titanik’in batışından tam on dört yıl önce yazdığı Futility adlı kitabında kazayı ayrıntılarıyla anlatan Morgan Robertson…

Yazdıklarım gerçek miydi? Paranormal bir kâbusun içinde mi yaşıyordum yoksa? Korku bütün bedenimi sarmıştı; romanı bitirip bu kâbustan kurtulmak için telaş içindeydim. Bitmiyordu. Kendini adeta zorla yazdırıyordu bana. Uykularım bölünüyor, araştırdıkça şaşkınlık içinde romanın yeni bölümlerine sürükleniyordum.

Nefes… Nefes alamıyordum artık. Bir bıçak saplanmıştı sanki sırtıma. Nefes almaya çabaladıkça daha derine batıyor; kıpırdadığımda, kolumu oynattığımda kaburgalarımın arasında duyduğum acı giderek şiddetleniyordu.

Bitti, dediğim anda…

Romanın sonlarına yaklaşırken nefesim iyice daralmış, duyduğum acı o denli yoğunlaşmıştı ki, yatağımın yanında yere çöktüm, ağlamaya başladım… Doktora gitmeliydim, ama önce şu lanet roman bitsin de…

Romanın son satırını yazıp “Bitti!” dediğim anda, bedenimi saran garip bir ürpertiyle fark ettim… Haftalardır nefesimi kesen o korkunç ağrı kaybolmuştu!

Yazarı olarak ben bu denli etkilenmişsem, okurlarım… Onlar ne hissedecekti? Roman yer yer gerçeklerle örtüşse de aslında yalnızca kurgu olduğunu hatırlatarak gerilimin dozunu düşürecek bir yöntem bulmalıydım. Bu nedenle romanın başlığına, ‘zombili mombili’ esprisini katıp Zombili Mombili Roman adını verdim. Kitabı imzalarken, “Okurken aklında olsun bak, bu romanda yazılan her şeyi bir yazar kurguladı, yani gerçek değil,” diye uyarıyorum bazen okurları, çok da kaptırmasınlar kendilerini diye… Hexonya Gezegeni serisinde, Hexonya Gezegeni’nin gerçekten var olup olmadığını, oraya gidip gitmediğimi soran okurlar olunca, kitaplarımdaki inandırıcılığın gücünü fark etmemek olası mı?

Aslında her sözcüğü, her cümleyi, her olayı, derinden hissederek aktarıyorum metne. Doğayla ilgili bir şiirde coşkuyla dolarken, mizah ağırlıklı bir öykü sevinç veriyor, durup durup gülüyorum. Gerilim yazarken orama burama ağrıların saplanması, nefes alamaz hale gelmem de bu yüzden; tüm o yazma sürecinde ben aslında o olayları yaşıyorum. Macera, bir nev’i benim başımdan geçmiş gibi oluyor. Okurların da metin aracılığıyla bu derin duygu yoğunluğunu hissetmesi çok doğal tabii.

İlk romanım Süper Gazeteciler’de, bu yoğunluk beni sağlığımdan etmişti. O serinin kitapları korku romanı olarak tanımlandırılamaz, ama kahramanların yaşadığı tehlikeli olayların okurda yarattığı gerilim hissi, macera romanlarının da olmazsa olmazı. Okurun kendi rahat ortamında heyecanı deneyimlemesi kitabın okunurluğunu arttırdığı kadar, onu, hayatın beklenmedik tehlikelerine karşı da hazırlıklı tutacağını biliyoruz artık. Peki, ama bu deneyimin yazardaki etkisi nedir, hiç akla gelir miydi?

Geçer sandım, geçmedi

Süper Gazeteciler’i, bilgisayar başında gece gündüz uzun saatler boyunca heyecandan kasılarak, yorulduğumun farkına bile varmadan yazmıştım. İlk kez bir roman yazıyordum, acemiydim. Roman bittiğinde başıma gelen sorunun ne olduğunu anlayamamıştım; saçımı tarayamıyor, çantamın sapını boynumdan geçiremiyor, günlük işlerimi yapamıyordum. Kollarım kalkmıyordu! Ceketimin bir kolunu geçirsem, döndürüp diğer taraftan giyemiyorum. Acı içinde kıvranıp duruyordum.

Geçer sandım, geçmedi. Sonunda pes edip doktora gittim. Bilgisayar başında uzun saatler kasılarak yazdığım için omuzlarım mı kilitlenmiş, iltihaplanmış mı ne? İki omuzum birden hem de! Üç hafta çok acılı bir fizik tedaviden sonra büyük oranda düzeldi. Aradan bir yıl geçti geçmedi, serinin ikinci kitabına başladım… Ve sonlara doğru başıma yine aynı şey gelmesin mi! Yine doktor, yine fizik tedavi, yine sancılı üç hafta… İşim, zamanım, sağlığım… Evet, ama bir yanda okurlar var. Macera istiyorlar, heyecan istiyorlar, yetmiyor, korku ve gerilim istiyorlar. Hem de kaç yaşında olursa olsun, talep hep aynı: Gerilim de gerilim.

Ellerinde Süper Gazeteciler’le imza için gelen minik okurları geri çevirmekte zorlanınca, heyecan dolu gerilimli romanların bekleyişinde olma yaşının daha da aşağılara çekildiğinin ayrımına vardım. Daha büyük yaşa seslenen Süper Gazeteciler’i okuma çabaları, elbette tehlikelere olan heveslerindendi. O zaman, kurgulanan heyecanlı olayların hızla çözüleceği, merak duygularını kışkırtacak, ama uzatıp fazla bekletmeyecek maceralar yazılmalıydı onlar için. Süper Çocuklar serisi de işte bu nedenle yazıldı. Anlaşılan benim bir romanda kucaklayabileceğim gerilim ölçüsü de ancak o düzeydeymiş ki, Süper Çocuklar maceralarını yazma sürecinde sağlığımı yerinden oynatacak herhangi bir olumsuzluk gelmedi başıma.

Satır aralarına eğlenceli şeyler sıkıştırmak

Korku romanlarımın karakter, mekân, zaman, dil, kurgu, mantık taraması açısından farklı okumalarını tekrar tekrar yaparken şunu fark etmiştim: Kendimi soluklandırabilmek için yer yer mizah ve eğlenceli bir şeyler sıkıştırmışım meğer satırlara. O bölümlerde okurlar da benim gibi biraz gevşeyip gülümseyerek bakabileceklerdi metne.

Korkmak, evet, çok heyecanlı. Ölçüsü? Anlaşılan kişiye göre değişiyor. Yaşam içinde başa geldiğinde dozu ayarlamak mümkün değil elbette, ama okurken ya da izlerken, kendi sınırlarının kaldırabileceği düzeyi yeğleme özgürlüğü var okurların.

Peki ya yazarların özgürlüğü?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 1 Aralık 2022’de yayımlanmıştır.

Aytül Akal
Aytül Akal
Aytül Akal – Yazar, şair ve çevirmen. 1952’de İzmir’de doğdu. Yazın hayatına 1974’te Hayat mecmuası ile başlayıp El Ele dergisiyle devam Etti. Aynı yıllarda Kızıl Maske, Mandrake gibi çizgi romanlar çevirdi. İki yüze yakın şiir, öykü, masal, tiyatro oyunu, roman ve anı türünde eser yazdı. Eserleri Almanca, İngilizce, İspanyolca, Farsça, Bulgarca, Macarca, Azerice, Sırpça ve Arapçaya çevrilerek yurtdışında yayımlandı. 1997’den 2017’ye Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinde 20 yıl boyunca çocuk ve gençlik kitaplarını tanıttı, röportajlar yaptı. Öykü, masal ve şiirleri ders kitaplarında yer aldı. 2012’de kitapları Osmangazi Üniversitesi’nde ulusal sempozyum konusu oldu, akademik çalışmalarda yer aldı. 2010, 2020 ve 2021 olmak üzere üç kez Uluslararası Astrid Lindgren Memorial Award (ALMA Ödülleri) için Türkiye adayı gösterildi. Ege Çağdaş Eğitim Vakfı tarafından 2022 Muzaffer İzgü Emek Ödülüne layık görüldü. Çocukların içlerindeki gizli gücü bulmalarına katkı sağlamak için umutla ve inançla üretmeye devam ediyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir kaşık korku + iki doz gerilim

Harry Potter’dan Narnia Günlükleri’ne, Küçük Vampir’den Hobbit’e pek çok eser sırtını korku öğeleri ve figürlerine yaslıyor. Frankenstein’dan Kont Dracula’ya, zombilerden hortlaklara korku literatürünün her çeşidi kullanılıyor çocuk edebiyatında. Peki, niye korku? Korkunun gizemi ne? Amaç cazibe yaratmak, okurun ilgisini çekmek mi? Aytül Akal yazdı.

Oğlum iki buçuk yaşındayken, küçük bir çocuğun gelişim sürecinde karşılaşacağı kavramları kalıcı olarak kolayca aktarabilmek için masallar kurgulayıp farklı kahramanlar aracılığıyla ona anlatıyordum. Yılların geçtiğinin, onun büyüdüğünün ayırdına varamamışım ki bir gün yeni bir masal anlatırken, “Aaa anladım bu masalın sonunu, yeter artık ama, öyle bitmesin,” diye durdurdu beni. “Sen nasıl bitsin istiyorsun,” diye sorunca, “Biraz da ölsünler!” dedi. Ölsünler mi! Şaşkınlıkla baktım yüzüne. O zaman fark ettim büyüdüğünü. Sekiz yaşını geçiyordu ve artık ölçülü dozda heyecan yeterli gelmiyordu ona. Yürek hoplatıcı heyecanların, tehlikeli maceraların, sürprizlerle dolu ürpertici sonların arayışındaydı. Korkuyu, gerilimi tanımak istiyordu.

Açıkçası, korku edebiyatıyla pek aram yoktur. Evde bir film izlerken ürpertici müziğiyle desteklenen gerilimli bölüme gelindiğinde kalkıp mutfakta kendime bir iş yaratmam ya da banyoya gitme gerekliliğine sığınmam ondandır. Gerilim romanı okurken en heyecanlı bölümde mola verip bir süre oyalandıktan sonra kitaba yeniden dönebilmem de bundan.

Korku bir ihtiyaç mı?

Anlayacağınız, korku romanı yazmak benim ne aklıma düşerdi ne de yapacaklarım listesine girerdi. Peki, ama nasıl oldu da Kırmızı Arabanın Hayaleti ve Zombili Mombili Roman başlıklı gerilim romanlarını yazdım?

Bana kalsa yazmazdım da, ah o okurlar yok mu! “İlle de korku romanı isteriz!” diye tutturan onlar. “Korku romanınız var mı?” diye sorup, “Yok!” yanıtını alınca yüzleri asılan onlar… Her adımında çocukları önceleyen bir yazar olarak, benim ne istediğim değil, okurlarımın ne istediği önemliydi elbette; beklediklerini karşılamaktan başka ne yapabilirdim ki?

Niye korku? Korkunun gizemi ne? Nasıl oluyor da bir erişkin, epeyce de yaşını başını almış bir erişkin olarak korku romanları beni gererken, ilkgençliği ve ergeni mıknatıs gibi kendine çekiyordu? Hem de az buz değil, tutkunu olacak kadar! “O kitabı alma, gerilim romanı o. Birkaç yıl sonra okursun onu,” diye elinden almaya çalışıp içerdiği olayların yaratacağı duygunun korkuyla değil, heyecanla tanımlanabilinecek macera serilerini önermeme karşın, elinden bırakmamakta direnecek kadar… İlle de korku…

Merak etmesem olmazdı tabii, araştırdım: “Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu halidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz, hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize,” diye açıklanıyordu bir psikiyatri sitesinde.

Meğerse korkunun olmadığı bir dünyada ne kendimizi ne de sevdiklerimizi koruyacak yetkinliği elde edebilirmişiz. Meğerse korkuya tepkimiz olmasa, hiçbir tehlike için önlem alamaz, üstelik bizi başkalarını incitmekten alıkoyacak becerileri elde edemeyeceğimizden, duyarsız, saldırgan varlıklar olurmuşuz. Demek kalp atışımızı ve nefes alış verişimizi hızlandıracak, kaslarımızı enerjiyle yüklenmesine neden olup beyin kimyasallarımızın salgılanmasını sağlayacak olan korku, bir ihtiyaçmış.

 

Zombili Mombili Roman

 

Eh, elimize kitabı alıp rahat bir koltuğa yayılmış ya da sıcacık yatağımıza uzanmış okurken, başkalarının başından geçen korku dolu anlar için heyecanlanmak, gerçek hayatta bizzat yaşamaktan binlerce kez daha akıllıca değil mi? Vay vay, meğer çocuklar bunu çoktan keşfetmişler. Ah, bu akıllı çocuklar… Onları kitaplarıyla mutlu etmek isteyen yazar ne yapsın bu durumda?

Öykü, masal, şiir, roman, kısacası türü ne olursa olsun, yazmak hiç zor olmamıştır benim için; yalnızca “ne yazacağımı bulmak” zamanımı alır. Hani şu esin dedikleri oyunbaz peri var ya, onun karşıma dikilip sihirli değneğinden aklıma bir kıvılcım düşürmesini beklerim.

Bir dükkânda gördüğüm kar küresi düşürmüştü Zombili Mombili Roman’ın kıvılcımını. Bir kez ele alınmışsa, kar taneciklerini uçuşturmadan küreyi yerine bırakmak mümkün değil tabii… Salladım. Beyaz kar taneciklerinin döne döne düşüşünün verdiği iç huzurunu ararken, birden tuhaf bir his kapladı bedenimi. Dinginlik veren bu görüntü, ya beklenmedik bir huzursuzluğun başlangıcıysa? Neler oluyordu? Kar küresinin bana anlatmak istediği bir öykü mü vardı?

Kırmızı Arabanın Hayaleti’nden sonra, korku türüne dönmeme gerek olmadığıyla teselli bulup “Gerilim meraklıları onu okusun işte,” diye kendimi rahatlatırken, üst üste gelen bazı olaylar, o güne kadar bilinçaltıma gizlice Zombili Mombili Roman’ın ögelerini yüklüyormuş meğer. Bozuk saat, eski daktilo, gümüş ayna… Ve ah, o kar küresi!

Yazdıklarım gerçek miydi?

Aslında gerilim romanı yazmak için oturmamıştım klavyenin başına. Ama sözcükler ardı ardına çoğalırken, beni bir korku trenine bindirmişçesine karanlığın dehlizlerine sürükledi. İnanamıyordum. Asla… Asla korku kitabı yazmak istemiyordum. Ama araştırdıkça, derinlere indikçe, her şey inanılmaz bir şekilde birbiriyle örtüşüp gerçeklerle bağdaşırken, artık vazgeçme noktasından çok uzaklaşmıştım.

Titanik’in gizli bölümündeki firavun mumyası, İngiltere’deki tren kazası ve oyuncak tavşan, dünyanın dört bir yanında tuhaf şeyler müzesini kuran Robert Ripley, Titanik’in batışından tam on dört yıl önce yazdığı Futility adlı kitabında kazayı ayrıntılarıyla anlatan Morgan Robertson…

Yazdıklarım gerçek miydi? Paranormal bir kâbusun içinde mi yaşıyordum yoksa? Korku bütün bedenimi sarmıştı; romanı bitirip bu kâbustan kurtulmak için telaş içindeydim. Bitmiyordu. Kendini adeta zorla yazdırıyordu bana. Uykularım bölünüyor, araştırdıkça şaşkınlık içinde romanın yeni bölümlerine sürükleniyordum.

Nefes… Nefes alamıyordum artık. Bir bıçak saplanmıştı sanki sırtıma. Nefes almaya çabaladıkça daha derine batıyor; kıpırdadığımda, kolumu oynattığımda kaburgalarımın arasında duyduğum acı giderek şiddetleniyordu.

Bitti, dediğim anda…

Romanın sonlarına yaklaşırken nefesim iyice daralmış, duyduğum acı o denli yoğunlaşmıştı ki, yatağımın yanında yere çöktüm, ağlamaya başladım… Doktora gitmeliydim, ama önce şu lanet roman bitsin de…

Romanın son satırını yazıp “Bitti!” dediğim anda, bedenimi saran garip bir ürpertiyle fark ettim… Haftalardır nefesimi kesen o korkunç ağrı kaybolmuştu!

Yazarı olarak ben bu denli etkilenmişsem, okurlarım… Onlar ne hissedecekti? Roman yer yer gerçeklerle örtüşse de aslında yalnızca kurgu olduğunu hatırlatarak gerilimin dozunu düşürecek bir yöntem bulmalıydım. Bu nedenle romanın başlığına, ‘zombili mombili’ esprisini katıp Zombili Mombili Roman adını verdim. Kitabı imzalarken, “Okurken aklında olsun bak, bu romanda yazılan her şeyi bir yazar kurguladı, yani gerçek değil,” diye uyarıyorum bazen okurları, çok da kaptırmasınlar kendilerini diye… Hexonya Gezegeni serisinde, Hexonya Gezegeni’nin gerçekten var olup olmadığını, oraya gidip gitmediğimi soran okurlar olunca, kitaplarımdaki inandırıcılığın gücünü fark etmemek olası mı?

Aslında her sözcüğü, her cümleyi, her olayı, derinden hissederek aktarıyorum metne. Doğayla ilgili bir şiirde coşkuyla dolarken, mizah ağırlıklı bir öykü sevinç veriyor, durup durup gülüyorum. Gerilim yazarken orama burama ağrıların saplanması, nefes alamaz hale gelmem de bu yüzden; tüm o yazma sürecinde ben aslında o olayları yaşıyorum. Macera, bir nev’i benim başımdan geçmiş gibi oluyor. Okurların da metin aracılığıyla bu derin duygu yoğunluğunu hissetmesi çok doğal tabii.

İlk romanım Süper Gazeteciler’de, bu yoğunluk beni sağlığımdan etmişti. O serinin kitapları korku romanı olarak tanımlandırılamaz, ama kahramanların yaşadığı tehlikeli olayların okurda yarattığı gerilim hissi, macera romanlarının da olmazsa olmazı. Okurun kendi rahat ortamında heyecanı deneyimlemesi kitabın okunurluğunu arttırdığı kadar, onu, hayatın beklenmedik tehlikelerine karşı da hazırlıklı tutacağını biliyoruz artık. Peki, ama bu deneyimin yazardaki etkisi nedir, hiç akla gelir miydi?

Geçer sandım, geçmedi

Süper Gazeteciler’i, bilgisayar başında gece gündüz uzun saatler boyunca heyecandan kasılarak, yorulduğumun farkına bile varmadan yazmıştım. İlk kez bir roman yazıyordum, acemiydim. Roman bittiğinde başıma gelen sorunun ne olduğunu anlayamamıştım; saçımı tarayamıyor, çantamın sapını boynumdan geçiremiyor, günlük işlerimi yapamıyordum. Kollarım kalkmıyordu! Ceketimin bir kolunu geçirsem, döndürüp diğer taraftan giyemiyorum. Acı içinde kıvranıp duruyordum.

Geçer sandım, geçmedi. Sonunda pes edip doktora gittim. Bilgisayar başında uzun saatler kasılarak yazdığım için omuzlarım mı kilitlenmiş, iltihaplanmış mı ne? İki omuzum birden hem de! Üç hafta çok acılı bir fizik tedaviden sonra büyük oranda düzeldi. Aradan bir yıl geçti geçmedi, serinin ikinci kitabına başladım… Ve sonlara doğru başıma yine aynı şey gelmesin mi! Yine doktor, yine fizik tedavi, yine sancılı üç hafta… İşim, zamanım, sağlığım… Evet, ama bir yanda okurlar var. Macera istiyorlar, heyecan istiyorlar, yetmiyor, korku ve gerilim istiyorlar. Hem de kaç yaşında olursa olsun, talep hep aynı: Gerilim de gerilim.

Ellerinde Süper Gazeteciler’le imza için gelen minik okurları geri çevirmekte zorlanınca, heyecan dolu gerilimli romanların bekleyişinde olma yaşının daha da aşağılara çekildiğinin ayrımına vardım. Daha büyük yaşa seslenen Süper Gazeteciler’i okuma çabaları, elbette tehlikelere olan heveslerindendi. O zaman, kurgulanan heyecanlı olayların hızla çözüleceği, merak duygularını kışkırtacak, ama uzatıp fazla bekletmeyecek maceralar yazılmalıydı onlar için. Süper Çocuklar serisi de işte bu nedenle yazıldı. Anlaşılan benim bir romanda kucaklayabileceğim gerilim ölçüsü de ancak o düzeydeymiş ki, Süper Çocuklar maceralarını yazma sürecinde sağlığımı yerinden oynatacak herhangi bir olumsuzluk gelmedi başıma.

Satır aralarına eğlenceli şeyler sıkıştırmak

Korku romanlarımın karakter, mekân, zaman, dil, kurgu, mantık taraması açısından farklı okumalarını tekrar tekrar yaparken şunu fark etmiştim: Kendimi soluklandırabilmek için yer yer mizah ve eğlenceli bir şeyler sıkıştırmışım meğer satırlara. O bölümlerde okurlar da benim gibi biraz gevşeyip gülümseyerek bakabileceklerdi metne.

Korkmak, evet, çok heyecanlı. Ölçüsü? Anlaşılan kişiye göre değişiyor. Yaşam içinde başa geldiğinde dozu ayarlamak mümkün değil elbette, ama okurken ya da izlerken, kendi sınırlarının kaldırabileceği düzeyi yeğleme özgürlüğü var okurların.

Peki ya yazarların özgürlüğü?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 1 Aralık 2022’de yayımlanmıştır.

Aytül Akal
Aytül Akal
Aytül Akal – Yazar, şair ve çevirmen. 1952’de İzmir’de doğdu. Yazın hayatına 1974’te Hayat mecmuası ile başlayıp El Ele dergisiyle devam Etti. Aynı yıllarda Kızıl Maske, Mandrake gibi çizgi romanlar çevirdi. İki yüze yakın şiir, öykü, masal, tiyatro oyunu, roman ve anı türünde eser yazdı. Eserleri Almanca, İngilizce, İspanyolca, Farsça, Bulgarca, Macarca, Azerice, Sırpça ve Arapçaya çevrilerek yurtdışında yayımlandı. 1997’den 2017’ye Cumhuriyet gazetesinin Kitap ekinde 20 yıl boyunca çocuk ve gençlik kitaplarını tanıttı, röportajlar yaptı. Öykü, masal ve şiirleri ders kitaplarında yer aldı. 2012’de kitapları Osmangazi Üniversitesi’nde ulusal sempozyum konusu oldu, akademik çalışmalarda yer aldı. 2010, 2020 ve 2021 olmak üzere üç kez Uluslararası Astrid Lindgren Memorial Award (ALMA Ödülleri) için Türkiye adayı gösterildi. Ege Çağdaş Eğitim Vakfı tarafından 2022 Muzaffer İzgü Emek Ödülüne layık görüldü. Çocukların içlerindeki gizli gücü bulmalarına katkı sağlamak için umutla ve inançla üretmeye devam ediyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x