Bir meydan okuma olarak ‘yapay zekâ’ ve müzik

Askeri yahut kimi sosyal alanlarda kullanılacağı öngörülen yapay zekâ, müzik sektörüne bodoslama girdi. Ve züccaciye dükkânına dalmış bir fil gibi davrandı. O artık hem şarkı sözü yazarı, hem aranjör, hem de besteci; ve bu, baraj kapaklarından boşalan sular misali etik ve hukuki bir sorunlar şelalesine yol verdi. Peki, neydi bunlar? Ve yarın ne olacak? Gökhan Aya yazdı.

Yirminci yüzyılı biçimlendirirken sadece kültürel etkileşime değil, hayatın birçok alanına can alıcı şekilde damga vurmuş müzik ve müzik teknolojilerinin ekonomik büyümeyi öncelleyen otomasyon teknolojisiyle ne zaman ve nasıl buluşacağı belki müziksever kitleler tarafından çok da düşünülmese de, işin özellikle mutfağında bulunan ses mühendisleri, yapımcılar ve plak şirketleri tarafından merakla beklenen bir muammaydı.

Öyle ya; ses dalgalarını bir yüzeye hapsedip onu o yüzeyden geri okumayı başaralı beri geçen yüz yılı aşkın süre içinde müziğin üretim kaynağı olan “insan” ile gelişen teknoloji arasındaki ilişkinin doğası hep tek yönlü idi. İster sadece kendi sesini, isterse çanak çömleği kullansın, ister son derece gelişkin enstrümanlarla elli kişilik bir orkestra, isterse de hangi dönemdeyse o dönemin son teknoloji olanaklarını kullansın, üretimi yapan ve başka insanlara, “Buyurun, bir parça müzik ürettim; beğeni ve yorumlarınıza sunuyorum” diyen hep biyolojik bir insan veya insanlar grubuydu ve bu ürettiği müziği kopyalayıp bazen kâr amaçlı olmadan, ama çoğunlukla ticari bir güdüyle kitlelere ulaştırmakta otomasyon öğelerini kullanan insanlardı. Gün olup devranın döneceği, otomasyonun insana kendi müziğini sunacağı geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar bilimkurgu eserleri dışında düşünülmemişti bile.

Aşk meyvesi gibi yeni bir zekâ

Bilimsel olarak geçmişini dijital teknolojinin doğuşuna kadar götürmenin mümkün olduğu yapay zekâ, aslında homo sapiens için önemli bir meydan okuma öğesi olarak uzunca bir süredir zihinleri işgal etmekteydi. Hangi dinden olursa olsun içinde Tanrı kavramını barındıran tüm inanç sistemleri ilahi ve insandan üstün bir veya birden fazla zekânın olduğuna inansa da inanç alanının dışındaki günlük fiziksel varoluşumuz içinde gözlemlediğimiz dünyada bu zekâ piramidinin en tepesinde kendimizi görüyorduk. Evrimin (veya ısrarcıysanız ilahi müdahalenin) bizi getirdiği nokta buydu: zekâyı tanımlayacak seviyede zekâya sahip ve onun farkında olmak.

Rönesans ve sonrasında din ile hem siyaset hem sanat hem de yeni ilkelerle filizlenen bilim arasına mesafe koyup bu mesafeyi iyice açtıktan sonra bilimsel düşüncenin sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmle kesif bir birlikteliğe geçmesi zekâ kavramının geçmiş yüzyıllara göre bambaşka bir yere konmasıyla gerçekleşti. İlerleme kavramıyla beraber endüstrileşme her şeyin önüne konuyor, pozitivizm ve zekânın kullanımı kutsanıyordu. İnsanın bir gün kendi evladı yeni bir zekâyı ortaya çıkarması adeta tüm bu sürecin bir aşk meyvesi gibiydi.

Yapay zekâyla baş gösteren problemler

Nihayetinde yirminci yüzyıla geldiğimizde bizim kontrolümüzde geliştirilen ilk robotik otomasyon araçlarının ve ilk yapay zekâyı kullanan bilgisayarların hayatımıza girmesinden sonra bu teknolojinin devlet, askeriye, istihbarat veya üniversite gibi kurumsal yapıların tekelinde olacağı tasavvur edilmişti. Yirmi birinci yüzyılın ilginç bir sürprizi de hepimizin elinin altındaki telefon ve bilgisayarlar marifetiyle herkese açık bir kullanımda olması oldu; hem de bu kadar çabuk!

Diğer bir yandan da yapay zekâ teknolojisinin halen daha sivilleşmediği ve laboratuar aşamasında olduğu geçtiğimiz yirmi yılı aşkın süreçte yapay zekâyı kullanacağımız hayat pratikleri açısından aslında son derece sorunsuz bir gelecek müjdeleniyordu otoriteler tarafından. Yapmayı tercih etmediğimiz veya ciddi derecede maliyetli birçok işi yapay zekâ halledecek ve bize bunun keyfini sürmek düşecekti. Ancak yumurta kapıya dayanıp yapay zekâ hayatımıza bilfiil girmeye başladığında tasavvur edilenden çok daha başka problemler baş gösterdi.

Zaten dijitalleşmeyle gelen format adaletsizliğinden ve sosyo-kültürel paradigma değişimlerinden dolayı çalkalanıyor olan müzik endüstrisi bir de yapay zekânın yol açtığı zelzeleyle tekrar sarsıldı. Önceki yıllarda dünyanın son harikası geliyormuşçasına kollarını açmış beklerken, ‘dahi çocuğumuz’ nihayet teşrif ettiğinde müzik endüstrisi öngöremediği birçok problemle karşılaştı. Yapay zekânın geleyazdığı süreçte endüstri içinde özellikle işin mutfağı olan müzik kayıt, yapım ve sunum teknolojilerine büyük bir rahatlama getireceği düşünülüyordu. Örneğin müzik kaydının dijital olarak gerçekleştiği (veya analog banttan dijital bir ortama transfer edildiği) durumlarda indirgeme dediğimiz, ayrı kanallara kaydedilmiş enstrümanların arasında bir tonal öncelik ve tını dengesinin kurulması işlemi için veya yine bir yapım safhası olan ve indirgeme kadar önemli bir adım olan mastering işleminin yapay zekâya yaptırılması gibi. Bu işlemler normal uygulamada tabii ki ücrete tabi olduğu kadar uzun zaman alabilen emek-yoğun işlemlerdi.

Cepten ve zamandan tasarruf

Bu ve benzeri konularda hem cepten hem de zamandan tasarruf edileceği ve yer yer insandan bile daha verimli sonuçlar alınabileceği düşünülüyordu. Örneğin, yüksek seviye müzik eğitimi olan insanlarla çalışma fırsatı olmayan solo müzisyen ve gruplar eserlerine yaylılar veya nefeslilerden oluşan bir partisyon eklemek istedikleri zaman normalde bu sazları çalabilecek bir grupla anlaşmak, ya onlara ya da dışarıdan birine partisyon yazdırmak durumundaydılar. Yapay zekâ ile bunun ekonomik külfetinden olduğu kadar zamandan da tasarruf edip kısaca sonuca ulaşmak artık mümkündü. Üstelik, bir kere yapay zekâya yaptırılan, ama çeşitli sebeplerle beğenilmeyen bir partisyon yine onca organizasyon sıkıntısına girmek zorunda kalmadan istenildiği sayıda tekrar yaptırılabilecekti. Profesyonel kayıt ve stüdyo koşulları dışında yine kişisel olarak daha amatör bir cepheye hitap eden “GarageBand” gibi aplikasyonlarla daha 2010’lu yıllarda bu kolaylıklar hayatımıza girmiş ve hiçbir formal müzik eğitimi olmayan bazı kişiler bunlarla dünya çapında hit olan parçalar bile üretebilmişlerdi.

Lakin gül bahçesindeki gezinti çok da uzun sürmedi. Teknoloji tutkunu bir kesimin bile beklentilerini fersah fersah aşan bir hızla ilerleyen yapay zekânın getirdiği yenilik ve kolaylıklar tabii ki endüstri içinde bu hizmetlerden para kazanan emekçilerin işini elinden aldığı gibi, büyük masraflarla açılmış stüdyoları tamamen kapatacak kadar olmasa da bir nevi topal bırakacak, o işletmelerin iş hacimlerini sıkıntıya sokacak gelişmelerdi.

Bunlara yine de göz yumuldu ve züccaciye dükkânına dalmış bir fil gibi davranan yapay zekânın yarattığı önü alınamaz bir yan etki zararı gibi bakıldı. Ancak 2020’ler ilerledikçe işin rengi değişti. Çünkü yapay zekâya basit bir güncelleme gelmemiş, teknoloji adeta beden değiştirmişti. Karşımızda artık “generative”, yani “üretken”, “yaratıcı” bir yapay zekâ vardı. O artık basit bir tonal makyaj malzemesi, bir destek, hatta armonizasyona yardımcı bir hayalet müzisyen ve aranjör değil, hem şarkı sözü yazarı, hem aranjör, hem de besteciydi; ve bu, baraj kapaklarından boşalan sular misali etik ve hukuki bir sorunlar şelalesine yol verdi.

Biraz göz boyayarak sunuldu

Tabii sesle ilgili tüm bu gelişmeler dijital spektrumun tüm fazlarıyla beraber yürüyor, görüntü teknolojisi de artık geri dönülmez noktalara taşınıyordu. Ellerimizle ve binlerce yıllık bilgi birikimimizle yarattığımız dijital bir yapı artık son derece ikna edici bir alternatif gerçeklik yaratabiliyordu. İstendiğinde son derece olumlu şekilde kullanılabiliyor, yine istendiğinde elde var olan bilgiyi onu kullanan kişinin çıkarına hizmet edecek şekilde deformasyona uğratarak insanların itibarını yerle bir edebilecek şekilde kullanılabiliyordu (ki bu da kısa sürede “deep fake” olarak adlandırıldı).

Bunun ses ve müzikle ilgili tarafıysa başlarda işin eğlenceli kısmı ile biraz göz boyanarak sunuldu. Yapay zekânın sesleri yalıtıp o ses karakterini istenen şekle sokma oyununun bir parçası olarak, mesela Metallica’nın solisti James Hetfield’ı türkü okurken, aramızdan 1998’de ayrılmış olan Frank Sinatra’yı Nirvana’dan “Smells Like Teen Spirit”i söylerken dinledik.

Bununla da kalınmıyordu. Artık kendi istediğiniz müzik tarzında ve istediğiniz konuda şarkı sözleri yazıp bunu 30 saniye ile 2 dakika arası gibi akılalmaz derecede kısa bir sürede halledip size sunan uygulamalar vardı. Suno ve Udio gibi aplikasyonlar sayesinde ister teker teker ister komple albüm halinde tamamen keyfe keder albümler ortaya çıkartabiliyorduk. Kısacası: Güldük eğlendik (!) Bu esnada müzik endüstrisinin emek ve fikir üreticilerini ciddi bir endişe sarıyordu: “Bu konu nereye gidiyor? Peki, biz ne yapacağız?”

Kanuni düzenleme yapılmadıkça…

Müzik ve müzik üretimi denince çoğumuzun aklına ilk olarak icra ettiği türde yıldızlaşmış müzisyenler ve biraz da onlar kadar meşhur olmayan, ama sazında önemli noktalara gelmiş emekçiler geliyor. Lakin müzik ve ses endüstrisinin üretim sahası çok geniş bir alan. Eğlence ve kültürel müzik sektörleri dahilindeki tanınırlığı yakalamış bir azınlığın dışında ufkun alabildiği kadar geniş bir tanınırlığa ulaşmamış müzisyenler okyanusu bulunuyor.

Bunun yanında kısaca “stok müzik” dediğimiz ve birçok kolu olan bir alanda çalışan ve geçimini bununla sağlayan sayısız müzisyen film ve dizi müzikleri, reklam müzikleri, belgesel müzikleri, çeşitli kurumların ısmarladığı sinyal müzikleri, belirli durumlar için istenen fon müzikleri ve bunun gibi nice yan alanlarda çalışıyor. Hatta bunlara albüm kapağı tasarımcılarını da ekleyebiliriz.

Üretken yapay zekânın iki dakika kadar kısa sürede bu ürünlerden herhangi birini çıkartabiliyor olması ve özellikle de son derece ucuz bir kullanım bedelinin olması binlerce müzisyen, ses mühendisi ve tasarımcı için bu kapının kapanması anlamına geliyor. Kanuni düzenlemeler yapılmadığı takdirde sırf böyle bir mağduriyet yaşanmaması için ticari şirketlerin kendi kendine yapay zekâyı kullanmayacağını düşünmek ise saflık olur.

Kulağa hoş geldiği müddetçe…

Konuyla ilgili teknolojinin her gün inanılmaz bir hızla gelişmesi, ortaya çıkan ürünlerin gitgide daha ikna edici olması, daha birkaç sene önce fazla makinevari bir sesörgüsü taşıyan yapay zeka ürünlerinin insan üretimi herhangi bir müzik parçasından ayrılamaz hale gelmesi de cabası.

Bu konuda özellikle parmak ısırtıcı derecede ilerleme sağlanan saha popüler müzik tarzlarında kat edilen ilerleme olmuş durumda. Az önce de dediğimiz gibi, “Şu tarzda, şu dilde sözlere sahip olan bir parça üret” denildikten ortalama bir buçuk dakika sonra yapay zekânın ortaya koyduğu birçok parça insan üretimi bir müzik parçasından ayırt edilemediği gibi çok kişi tarafından da seviliyor ve tercih ediliyor.

Konunun patladığı nokta da bu oluyor: İnsani değerlere, insan zihninden çıkmış müziğe özel bir önem atfedip buna sadık kalacak kısıtlı bir kitle dışında, bu durum müzikle çok derin bir ilişki tutturmamış popüler müzik tüketicisinin umurunda olur mu?

Çok büyük ihtimalle yanıtın “hayır” olacağı, “kulağa hoş geldiği müddetçe” kaynağının ne olduğunun kimsenin umurunda olmayacağı öngörülüyor. Bunu perçinleyen bir başka boyut da sadece yapay zekâ kaynaklı değil, Dünya çapında müzik üretiminin ve dağıtımının başında şu anda müzikle hemen hiçbir alakası olmayan ve konuya sadece soğukkanlı şekilde yaklaşan iş adamlarının ve muhasebecilerin olması. Eskiden müziğin içinden gelen kişilerin yönettiği ve müzik üretiminin kollandığı bir dünya yerine, “Nereden nasıl gelirse gelsin, yeter ki para getirsin” mantığının yürütüldüğü bir zamanda olmamız.

Ancak bu noktada yapay zekânın bu inanılması güç diye nitelenen iyi sonuçları almasının ardında yatan telif sorunları da gitgide büyüyor. Sonuçta yapay zekânın eğitilmesinde kullanılan müzik altyapısı dijitale çevrilmiş halde insanlığın bütün kayıtlı müzik tarihinin kendisi ve burada milyonlarca telifli eser bulunuyor. Yani üretken yapay zekâ insanların kendisini eğitmek için kullandığı kayıtlı müzik tarihini daha sonra insanları bir nevi trollemek için, hem de izinsiz şekilde kullanıyor. Dahice!

Devasa etik ve hukuki sorunlar

Yapay zekâ uygulamalarıysa bariz açılabilecek telif davalarından yırtmak amacıyla, mesela, “Bana Beatles gibi bir şarkı üret” dendiğinde “Üzgünüm. Bunu gerçekleştiremem” şeklinde yanıt veriyor. Ancak isim vermeden, başka alt başlıklar kullanarak üretim yapmasını istediğinizde karşınıza tıpatıp Beatles’a benzer bir üretim koyabiliyor.

Buna benzer sayısız örnek internette halen daha dolaşımda. Telif sahibi birçok büyük şirket de bu üretken yapay zekâ oluşumlarına çeşitli telif davaları açmış durumdalar. Sordukları soruların başında, “Uygulamanızı geliştirmek için bizim iznimiz dışında hangi sanatçı ve parçaları kullandınız?” geliyor. Karşı tarafın verdiği yanıtlarsa genelde muğlak oluyor. Tüm bu davalara rağmen üretken yapay zekâ ve onun başının altından çıkan müzik üretimi artık önü alınamayacak bir öğe.

Tüm bu gerçeklerin ışığında yapay zekânın sahiden de bir öz benlik bilincine ulaşmadan gelemeyeceği, biyolojik insanın yetileriyle boy ölçüşemeyeceği ve hazır formülasyonlarla üretilmiş yüzeysel ve geçici tınıları geçemeyeceği müzikal boyutlar çok daha fazla sayıda.

Ses mühendislerinden stok müzik yaratıcılarına, oradan popüler müzik bestecilerine kadar ciddi bir kitleye geçim sıkıntısı yaratmanın dışında devasa etik ve hukuki problemlerle uğraşacak olan yapay zekânın yüksek müzik kültürüne katkıda bulunacak seviyede bir yaratıcılık göstermesine daha epey yol var gibi gözüküyor.

Bugün yapay zekâ gerçek bir senfoni yazmaktan, doğaçlama bir raga icra etmekten, onca veriye rağmen insanların gönüllerine değen sahih sözler ve melodiler yazmaktan ve her şeyden önce de daha önce söylenmemiş bir söz söyleyip yeni bir tarz yaratmaktan şu anda oldukça uzak. Bu açıdan şu anda insanın yaratıcılığının eline su dökebilecek durumda değil.

Peki, ya yarın?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Gökhan Aya
Gökhan Aya
GÖKHAN AYA – Müzisyen, radyocu, yazar ve koleksiyoncu. 1976'da İzmir'de doğdu. Ortaokul ve lise yıllarında müzik yazarlığına başladı. İzmir Radyo Aktif'te radyoculuk yaptı. 1994'te İstanbul'a yerleştikten sonra Açık Radyo'da on yıl boyunca radyo programcılığına devam etti. 1998'de Ada Müzik yayınlarından “Bir Cem Karaca Kitabı” ve “Bir Erkin Koray Kitabı” isimli biyografi çalışmaları yayınlandı. Amatör müzisyenlik yaptı. 1997'den itibaren Türkiye ve dünya çapında otuza yakın ülkede plakçılık faaliyetinde bulundu. Halen daha plakçılık yapmakta ve müzik araştırmalarına devam etmekte…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir meydan okuma olarak ‘yapay zekâ’ ve müzik

Askeri yahut kimi sosyal alanlarda kullanılacağı öngörülen yapay zekâ, müzik sektörüne bodoslama girdi. Ve züccaciye dükkânına dalmış bir fil gibi davrandı. O artık hem şarkı sözü yazarı, hem aranjör, hem de besteci; ve bu, baraj kapaklarından boşalan sular misali etik ve hukuki bir sorunlar şelalesine yol verdi. Peki, neydi bunlar? Ve yarın ne olacak? Gökhan Aya yazdı.

Yirminci yüzyılı biçimlendirirken sadece kültürel etkileşime değil, hayatın birçok alanına can alıcı şekilde damga vurmuş müzik ve müzik teknolojilerinin ekonomik büyümeyi öncelleyen otomasyon teknolojisiyle ne zaman ve nasıl buluşacağı belki müziksever kitleler tarafından çok da düşünülmese de, işin özellikle mutfağında bulunan ses mühendisleri, yapımcılar ve plak şirketleri tarafından merakla beklenen bir muammaydı.

Öyle ya; ses dalgalarını bir yüzeye hapsedip onu o yüzeyden geri okumayı başaralı beri geçen yüz yılı aşkın süre içinde müziğin üretim kaynağı olan “insan” ile gelişen teknoloji arasındaki ilişkinin doğası hep tek yönlü idi. İster sadece kendi sesini, isterse çanak çömleği kullansın, ister son derece gelişkin enstrümanlarla elli kişilik bir orkestra, isterse de hangi dönemdeyse o dönemin son teknoloji olanaklarını kullansın, üretimi yapan ve başka insanlara, “Buyurun, bir parça müzik ürettim; beğeni ve yorumlarınıza sunuyorum” diyen hep biyolojik bir insan veya insanlar grubuydu ve bu ürettiği müziği kopyalayıp bazen kâr amaçlı olmadan, ama çoğunlukla ticari bir güdüyle kitlelere ulaştırmakta otomasyon öğelerini kullanan insanlardı. Gün olup devranın döneceği, otomasyonun insana kendi müziğini sunacağı geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar bilimkurgu eserleri dışında düşünülmemişti bile.

Aşk meyvesi gibi yeni bir zekâ

Bilimsel olarak geçmişini dijital teknolojinin doğuşuna kadar götürmenin mümkün olduğu yapay zekâ, aslında homo sapiens için önemli bir meydan okuma öğesi olarak uzunca bir süredir zihinleri işgal etmekteydi. Hangi dinden olursa olsun içinde Tanrı kavramını barındıran tüm inanç sistemleri ilahi ve insandan üstün bir veya birden fazla zekânın olduğuna inansa da inanç alanının dışındaki günlük fiziksel varoluşumuz içinde gözlemlediğimiz dünyada bu zekâ piramidinin en tepesinde kendimizi görüyorduk. Evrimin (veya ısrarcıysanız ilahi müdahalenin) bizi getirdiği nokta buydu: zekâyı tanımlayacak seviyede zekâya sahip ve onun farkında olmak.

Rönesans ve sonrasında din ile hem siyaset hem sanat hem de yeni ilkelerle filizlenen bilim arasına mesafe koyup bu mesafeyi iyice açtıktan sonra bilimsel düşüncenin sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmle kesif bir birlikteliğe geçmesi zekâ kavramının geçmiş yüzyıllara göre bambaşka bir yere konmasıyla gerçekleşti. İlerleme kavramıyla beraber endüstrileşme her şeyin önüne konuyor, pozitivizm ve zekânın kullanımı kutsanıyordu. İnsanın bir gün kendi evladı yeni bir zekâyı ortaya çıkarması adeta tüm bu sürecin bir aşk meyvesi gibiydi.

Yapay zekâyla baş gösteren problemler

Nihayetinde yirminci yüzyıla geldiğimizde bizim kontrolümüzde geliştirilen ilk robotik otomasyon araçlarının ve ilk yapay zekâyı kullanan bilgisayarların hayatımıza girmesinden sonra bu teknolojinin devlet, askeriye, istihbarat veya üniversite gibi kurumsal yapıların tekelinde olacağı tasavvur edilmişti. Yirmi birinci yüzyılın ilginç bir sürprizi de hepimizin elinin altındaki telefon ve bilgisayarlar marifetiyle herkese açık bir kullanımda olması oldu; hem de bu kadar çabuk!

Diğer bir yandan da yapay zekâ teknolojisinin halen daha sivilleşmediği ve laboratuar aşamasında olduğu geçtiğimiz yirmi yılı aşkın süreçte yapay zekâyı kullanacağımız hayat pratikleri açısından aslında son derece sorunsuz bir gelecek müjdeleniyordu otoriteler tarafından. Yapmayı tercih etmediğimiz veya ciddi derecede maliyetli birçok işi yapay zekâ halledecek ve bize bunun keyfini sürmek düşecekti. Ancak yumurta kapıya dayanıp yapay zekâ hayatımıza bilfiil girmeye başladığında tasavvur edilenden çok daha başka problemler baş gösterdi.

Zaten dijitalleşmeyle gelen format adaletsizliğinden ve sosyo-kültürel paradigma değişimlerinden dolayı çalkalanıyor olan müzik endüstrisi bir de yapay zekânın yol açtığı zelzeleyle tekrar sarsıldı. Önceki yıllarda dünyanın son harikası geliyormuşçasına kollarını açmış beklerken, ‘dahi çocuğumuz’ nihayet teşrif ettiğinde müzik endüstrisi öngöremediği birçok problemle karşılaştı. Yapay zekânın geleyazdığı süreçte endüstri içinde özellikle işin mutfağı olan müzik kayıt, yapım ve sunum teknolojilerine büyük bir rahatlama getireceği düşünülüyordu. Örneğin müzik kaydının dijital olarak gerçekleştiği (veya analog banttan dijital bir ortama transfer edildiği) durumlarda indirgeme dediğimiz, ayrı kanallara kaydedilmiş enstrümanların arasında bir tonal öncelik ve tını dengesinin kurulması işlemi için veya yine bir yapım safhası olan ve indirgeme kadar önemli bir adım olan mastering işleminin yapay zekâya yaptırılması gibi. Bu işlemler normal uygulamada tabii ki ücrete tabi olduğu kadar uzun zaman alabilen emek-yoğun işlemlerdi.

Cepten ve zamandan tasarruf

Bu ve benzeri konularda hem cepten hem de zamandan tasarruf edileceği ve yer yer insandan bile daha verimli sonuçlar alınabileceği düşünülüyordu. Örneğin, yüksek seviye müzik eğitimi olan insanlarla çalışma fırsatı olmayan solo müzisyen ve gruplar eserlerine yaylılar veya nefeslilerden oluşan bir partisyon eklemek istedikleri zaman normalde bu sazları çalabilecek bir grupla anlaşmak, ya onlara ya da dışarıdan birine partisyon yazdırmak durumundaydılar. Yapay zekâ ile bunun ekonomik külfetinden olduğu kadar zamandan da tasarruf edip kısaca sonuca ulaşmak artık mümkündü. Üstelik, bir kere yapay zekâya yaptırılan, ama çeşitli sebeplerle beğenilmeyen bir partisyon yine onca organizasyon sıkıntısına girmek zorunda kalmadan istenildiği sayıda tekrar yaptırılabilecekti. Profesyonel kayıt ve stüdyo koşulları dışında yine kişisel olarak daha amatör bir cepheye hitap eden “GarageBand” gibi aplikasyonlarla daha 2010’lu yıllarda bu kolaylıklar hayatımıza girmiş ve hiçbir formal müzik eğitimi olmayan bazı kişiler bunlarla dünya çapında hit olan parçalar bile üretebilmişlerdi.

Lakin gül bahçesindeki gezinti çok da uzun sürmedi. Teknoloji tutkunu bir kesimin bile beklentilerini fersah fersah aşan bir hızla ilerleyen yapay zekânın getirdiği yenilik ve kolaylıklar tabii ki endüstri içinde bu hizmetlerden para kazanan emekçilerin işini elinden aldığı gibi, büyük masraflarla açılmış stüdyoları tamamen kapatacak kadar olmasa da bir nevi topal bırakacak, o işletmelerin iş hacimlerini sıkıntıya sokacak gelişmelerdi.

Bunlara yine de göz yumuldu ve züccaciye dükkânına dalmış bir fil gibi davranan yapay zekânın yarattığı önü alınamaz bir yan etki zararı gibi bakıldı. Ancak 2020’ler ilerledikçe işin rengi değişti. Çünkü yapay zekâya basit bir güncelleme gelmemiş, teknoloji adeta beden değiştirmişti. Karşımızda artık “generative”, yani “üretken”, “yaratıcı” bir yapay zekâ vardı. O artık basit bir tonal makyaj malzemesi, bir destek, hatta armonizasyona yardımcı bir hayalet müzisyen ve aranjör değil, hem şarkı sözü yazarı, hem aranjör, hem de besteciydi; ve bu, baraj kapaklarından boşalan sular misali etik ve hukuki bir sorunlar şelalesine yol verdi.

Biraz göz boyayarak sunuldu

Tabii sesle ilgili tüm bu gelişmeler dijital spektrumun tüm fazlarıyla beraber yürüyor, görüntü teknolojisi de artık geri dönülmez noktalara taşınıyordu. Ellerimizle ve binlerce yıllık bilgi birikimimizle yarattığımız dijital bir yapı artık son derece ikna edici bir alternatif gerçeklik yaratabiliyordu. İstendiğinde son derece olumlu şekilde kullanılabiliyor, yine istendiğinde elde var olan bilgiyi onu kullanan kişinin çıkarına hizmet edecek şekilde deformasyona uğratarak insanların itibarını yerle bir edebilecek şekilde kullanılabiliyordu (ki bu da kısa sürede “deep fake” olarak adlandırıldı).

Bunun ses ve müzikle ilgili tarafıysa başlarda işin eğlenceli kısmı ile biraz göz boyanarak sunuldu. Yapay zekânın sesleri yalıtıp o ses karakterini istenen şekle sokma oyununun bir parçası olarak, mesela Metallica’nın solisti James Hetfield’ı türkü okurken, aramızdan 1998’de ayrılmış olan Frank Sinatra’yı Nirvana’dan “Smells Like Teen Spirit”i söylerken dinledik.

Bununla da kalınmıyordu. Artık kendi istediğiniz müzik tarzında ve istediğiniz konuda şarkı sözleri yazıp bunu 30 saniye ile 2 dakika arası gibi akılalmaz derecede kısa bir sürede halledip size sunan uygulamalar vardı. Suno ve Udio gibi aplikasyonlar sayesinde ister teker teker ister komple albüm halinde tamamen keyfe keder albümler ortaya çıkartabiliyorduk. Kısacası: Güldük eğlendik (!) Bu esnada müzik endüstrisinin emek ve fikir üreticilerini ciddi bir endişe sarıyordu: “Bu konu nereye gidiyor? Peki, biz ne yapacağız?”

Kanuni düzenleme yapılmadıkça…

Müzik ve müzik üretimi denince çoğumuzun aklına ilk olarak icra ettiği türde yıldızlaşmış müzisyenler ve biraz da onlar kadar meşhur olmayan, ama sazında önemli noktalara gelmiş emekçiler geliyor. Lakin müzik ve ses endüstrisinin üretim sahası çok geniş bir alan. Eğlence ve kültürel müzik sektörleri dahilindeki tanınırlığı yakalamış bir azınlığın dışında ufkun alabildiği kadar geniş bir tanınırlığa ulaşmamış müzisyenler okyanusu bulunuyor.

Bunun yanında kısaca “stok müzik” dediğimiz ve birçok kolu olan bir alanda çalışan ve geçimini bununla sağlayan sayısız müzisyen film ve dizi müzikleri, reklam müzikleri, belgesel müzikleri, çeşitli kurumların ısmarladığı sinyal müzikleri, belirli durumlar için istenen fon müzikleri ve bunun gibi nice yan alanlarda çalışıyor. Hatta bunlara albüm kapağı tasarımcılarını da ekleyebiliriz.

Üretken yapay zekânın iki dakika kadar kısa sürede bu ürünlerden herhangi birini çıkartabiliyor olması ve özellikle de son derece ucuz bir kullanım bedelinin olması binlerce müzisyen, ses mühendisi ve tasarımcı için bu kapının kapanması anlamına geliyor. Kanuni düzenlemeler yapılmadığı takdirde sırf böyle bir mağduriyet yaşanmaması için ticari şirketlerin kendi kendine yapay zekâyı kullanmayacağını düşünmek ise saflık olur.

Kulağa hoş geldiği müddetçe…

Konuyla ilgili teknolojinin her gün inanılmaz bir hızla gelişmesi, ortaya çıkan ürünlerin gitgide daha ikna edici olması, daha birkaç sene önce fazla makinevari bir sesörgüsü taşıyan yapay zeka ürünlerinin insan üretimi herhangi bir müzik parçasından ayrılamaz hale gelmesi de cabası.

Bu konuda özellikle parmak ısırtıcı derecede ilerleme sağlanan saha popüler müzik tarzlarında kat edilen ilerleme olmuş durumda. Az önce de dediğimiz gibi, “Şu tarzda, şu dilde sözlere sahip olan bir parça üret” denildikten ortalama bir buçuk dakika sonra yapay zekânın ortaya koyduğu birçok parça insan üretimi bir müzik parçasından ayırt edilemediği gibi çok kişi tarafından da seviliyor ve tercih ediliyor.

Konunun patladığı nokta da bu oluyor: İnsani değerlere, insan zihninden çıkmış müziğe özel bir önem atfedip buna sadık kalacak kısıtlı bir kitle dışında, bu durum müzikle çok derin bir ilişki tutturmamış popüler müzik tüketicisinin umurunda olur mu?

Çok büyük ihtimalle yanıtın “hayır” olacağı, “kulağa hoş geldiği müddetçe” kaynağının ne olduğunun kimsenin umurunda olmayacağı öngörülüyor. Bunu perçinleyen bir başka boyut da sadece yapay zekâ kaynaklı değil, Dünya çapında müzik üretiminin ve dağıtımının başında şu anda müzikle hemen hiçbir alakası olmayan ve konuya sadece soğukkanlı şekilde yaklaşan iş adamlarının ve muhasebecilerin olması. Eskiden müziğin içinden gelen kişilerin yönettiği ve müzik üretiminin kollandığı bir dünya yerine, “Nereden nasıl gelirse gelsin, yeter ki para getirsin” mantığının yürütüldüğü bir zamanda olmamız.

Ancak bu noktada yapay zekânın bu inanılması güç diye nitelenen iyi sonuçları almasının ardında yatan telif sorunları da gitgide büyüyor. Sonuçta yapay zekânın eğitilmesinde kullanılan müzik altyapısı dijitale çevrilmiş halde insanlığın bütün kayıtlı müzik tarihinin kendisi ve burada milyonlarca telifli eser bulunuyor. Yani üretken yapay zekâ insanların kendisini eğitmek için kullandığı kayıtlı müzik tarihini daha sonra insanları bir nevi trollemek için, hem de izinsiz şekilde kullanıyor. Dahice!

Devasa etik ve hukuki sorunlar

Yapay zekâ uygulamalarıysa bariz açılabilecek telif davalarından yırtmak amacıyla, mesela, “Bana Beatles gibi bir şarkı üret” dendiğinde “Üzgünüm. Bunu gerçekleştiremem” şeklinde yanıt veriyor. Ancak isim vermeden, başka alt başlıklar kullanarak üretim yapmasını istediğinizde karşınıza tıpatıp Beatles’a benzer bir üretim koyabiliyor.

Buna benzer sayısız örnek internette halen daha dolaşımda. Telif sahibi birçok büyük şirket de bu üretken yapay zekâ oluşumlarına çeşitli telif davaları açmış durumdalar. Sordukları soruların başında, “Uygulamanızı geliştirmek için bizim iznimiz dışında hangi sanatçı ve parçaları kullandınız?” geliyor. Karşı tarafın verdiği yanıtlarsa genelde muğlak oluyor. Tüm bu davalara rağmen üretken yapay zekâ ve onun başının altından çıkan müzik üretimi artık önü alınamayacak bir öğe.

Tüm bu gerçeklerin ışığında yapay zekânın sahiden de bir öz benlik bilincine ulaşmadan gelemeyeceği, biyolojik insanın yetileriyle boy ölçüşemeyeceği ve hazır formülasyonlarla üretilmiş yüzeysel ve geçici tınıları geçemeyeceği müzikal boyutlar çok daha fazla sayıda.

Ses mühendislerinden stok müzik yaratıcılarına, oradan popüler müzik bestecilerine kadar ciddi bir kitleye geçim sıkıntısı yaratmanın dışında devasa etik ve hukuki problemlerle uğraşacak olan yapay zekânın yüksek müzik kültürüne katkıda bulunacak seviyede bir yaratıcılık göstermesine daha epey yol var gibi gözüküyor.

Bugün yapay zekâ gerçek bir senfoni yazmaktan, doğaçlama bir raga icra etmekten, onca veriye rağmen insanların gönüllerine değen sahih sözler ve melodiler yazmaktan ve her şeyden önce de daha önce söylenmemiş bir söz söyleyip yeni bir tarz yaratmaktan şu anda oldukça uzak. Bu açıdan şu anda insanın yaratıcılığının eline su dökebilecek durumda değil.

Peki, ya yarın?

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.

Gökhan Aya
Gökhan Aya
GÖKHAN AYA – Müzisyen, radyocu, yazar ve koleksiyoncu. 1976'da İzmir'de doğdu. Ortaokul ve lise yıllarında müzik yazarlığına başladı. İzmir Radyo Aktif'te radyoculuk yaptı. 1994'te İstanbul'a yerleştikten sonra Açık Radyo'da on yıl boyunca radyo programcılığına devam etti. 1998'de Ada Müzik yayınlarından “Bir Cem Karaca Kitabı” ve “Bir Erkin Koray Kitabı” isimli biyografi çalışmaları yayınlandı. Amatör müzisyenlik yaptı. 1997'den itibaren Türkiye ve dünya çapında otuza yakın ülkede plakçılık faaliyetinde bulundu. Halen daha plakçılık yapmakta ve müzik araştırmalarına devam etmekte…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x