Ne zaman dilimiz söz konusu olsa birtakım duygulara kapılıyorum; yok, aslında tam olarak öyle değil, birtakım duygular yeniden yeniden canlanıyor. Bir kıvanma, bir sevinme, bir gönül borcu duyma vb. gibi. Üzerimde annemin, babamın, yakınlarımın, öğretmenlerimin, dostlarımın, yazın, kültür, sanat, bilim insanlarımızın -doğrudan ya da dolaylı- nasıl unutulmaz emekleri varsa dilimizin de emekleri olduğunu bilmekten ileri geliyor bu duygular.
Lise 1 öğrenciliğimden, tarih belirtecek olursam, 1968 güzünden bu yana kimbilir ne kadar kitap, dergi okudum? Sayısını kestirmem olası mı? Ama hepsi de güzel dilimizdendi!
“Güzel” diye öylesine demiyorum! Dilimiz elbet güzel! Neden mi?
Bir kere sondan eklemeli bir dildir. Ad ya da eylem soylu bir sözcüğe (kök[1] ya da gövde[2]) uygun yapım eklerini getirerek yeni, pırıl pırıl sözcükler türetebiliriz. Sözgelimi “yaz-” kökünden, yazı, yazın, yazıncı, yazıncılık, yazgı, yazıt, yazman, yazmanlık, yazıcı, yazar, yazarlık, yazanak, yazılı, yazılım, yazım, yazımsal, yazınsal, yazınsallık, yazmak, yazdırmak, yazdırılmak… daha nice sözcük sayılabilir. Az olanak mıdır bu?
Osmanlıca denen “ucube”
Dilimizin kök ve gövdelerine getirilecek yapım ekleriyle bir milyonun üstünde sözcük türetme gücünde olduğunun bilmem ne kadarımız ayrımındadır? Ama ana yurdumuz Orta Asya’dan batıya yönelerek sonunda Anadolu’yu, Bedri Rahmi’nin bir kitabının da adı olan canım Anadolu’yu yurt edinince, kendi dillerini öteliyor, -ne yazık ki!- Arap ve Fars dillerinin etkisi altına giriyor atalarımız, bu dillere özeniyor, önlerine hangi sözcükler gelirse dilimize boca ediyor, ötesi kimi kurallarını da alıyor. Tamlamalara kadar üstelik… Örneğin “sabah yeli”, “sabah esintisi”, “sabah rüzgârı” demek varken “bâd-ı sabâ(h)”; “gönül derdi” varken “derd-i dil” demek gibi. Buyurun bakalım Osmanlıca denen “ucube”ye! Öylesine bir yapay dil ki[3]Arabın ve Acemin sözcükleri arasında bizim sözcüklerimiz ha var ha yok! Hemen tüm divan yazını ozanlarının -Fuzuli, Baki, Nabi, Nef’i’nin, Nedim’in-… dilidir bu. Sözgelimi Nef’i’nin beyitler dolusu bir kasidesini okursunuz; kimi beyitlerinin yalnız dize sonlarındaki “ol” eylemi, bizimdir. Kalan tüm sözcükler, Arabın, Acemin sözcükleri, birbirine ulanan tamlamaları! Sarayın, artık ne demekse “yüksek zümre”nin dilidir bu; halk ne bilir, ne okur, ne de anlar! Aslında halkı yansıtan, halkı dile getiren yönleri yoktur ki o yapay dilin! Dolayısıyla bugün o dilden kalan yapıtları, sözlüklere bakmadan, daha ötesi sözlükleri paralamadan, hırpalamadan anlamak, olası mı? Kimilerinin yazımındaki belirsizlik, ayrı bir sorun!
Sözlüksüz okumak, anlamak
Ne zamana kadar sürdü bu dilimizi horlama, yabancı dillere özenme hastalığı? Milli Edebiyat dönemine kadar. Tanzimat I. ve II. Dönem, Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati… Bugün bu dönemlerden kalan yapıtları sözlüksüz okumak, anlamak zordur. Hele de Edebiyat-ı Cedidelerin dili! Arap ve Acemin artık kullanmadığı, unuttuğu sözcüklere, sözlükler tarayarak yapıtlarında yeniden can verenleri bile vardır aralarında. Koca Tevfik Fikret, Ata’mızın esin kaynaklarından Tevfik Fikret bile o ağdalı dilden kendini kurtaramayanlardan biridir. Oysa ne büyük, ne değerli aydın ve ozanlarımızdandır. Neyse ki Ahmet Muhip Dıranas, Asım Bezirci, A. Kadir… birileri daha günümüzün diline uyarladı da bu büyük ozanın aydınlığı üzerimizden eksilmedi.
Öte yandan halkımızın dili, saflığını, yalınlığını, doğallığını, özdenliğini korur. Halk ozanlarımız da halkın bu diliyle yazar söylerler. Sözgelimi Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Emrah’ı, Pir Sultan Abdal’ı, Dadaloğlu’nu vb.ni anımsayalım, bugün de rahat rahat anlamıyor muyuz tüm bu ozanları? Evet, arada bir sözlüklere bakma gereği duyuyoruz ya, pek az o da! Ya halk hikâyeleri, destanlar, atasözleri, türlü türlü deyimler, masallar, bilmeceler, maniler? Onlar da öyle! Geleneksel tiyatromuzdan (yaygın olarak Karagöz – Hacivat diye andığımız gölge oyunları, ortaoyunları, meddahlar) kalanlar? Eh, onlar da öyle!
Atatürk – O büyük devrimci
Mustafa Kemal Atatürk! O büyük kurtarıcı, o büyük öke, o büyük devrimci! Onca devrimi arasında “Dil Devrimi” de bu nedenle ne kadar önemlidir. Bir arınma, temizlenme eylemidir bu! Kendi dilimizin değerinin, gücünün, olanaklarının, varsıllığının ayrımına varmak bilincidir yanı sıra! Burada bu devrimin nasıl yapıldığından söz etmenin de tam sırası!
İlk yöntem, dilimizin kök ve gövde sözcüklerine ekler getirerek yeni sözcükler türetmek… Bu yöntem öylesine doğurgandır ki! Nitekim “yaz” kökünden türetilen sözcüklerin kimilerini yukarıda andık. Haydi, bir de “bil” kökünden örnekler verelim: bilim, bilgin, bilim insanı, bilimci, bilimcilik, bilim dalı, bilimsel, bilimkurgu, bilimsever, bilimsiz, bilisiz, bilindik, bilinen, bilinmedik, bilinmeyen, bilir, bilinmezlik, bilir bilmez… sıralama uzar gider. Bu örnekler neyi doğrular? Birtakım bilgisiz insanların yerli yersiz yineledikleri “Ama dilimiz o kadar da varsıl (onlar “zengin” demeyi yeğlerler) değil ki!” ya da “Bizim dilimiz bilim dili olacak bir dil değil”, “Bu dille bilim yapılmaz!” vb. savlarının kofluğunu!
Nerelerden nerelere
Yazınımızda 1940’lardan sonra yapıtlar veren ozan ve yazarlarımızın diline bakarsak bu yöntemle ne kadar sözcük kazandığımızı pek belirgin görebiliriz. Hayhay, o yıllara kadar gitmeyelim; yakın yıllardan sözgelimi Oktay Rifat’ın, Melih Cevdet Anday’ın, Tahsin Yücel’in diline bakalım; yanı sıra bir iki de gazel, kaside, beyit anımsayalım; nerelerden nerelere geldiğimizi anlarız.
İkinci yöntem, taramadır. Eski yapıtları taradığımızda, nice sözcüğümüzün üzerine ölü toprağı serildiğini, yok o kadar değilse bile ötelendiğini, kullanılmaz olduğunu ayırt ederiz. Onlar hoyratlığın, zamanın tozu toprağı altında nicedir görünmez olan (ya da “görünmez edilen”) birer incidir. O tozdan topraktan kurtarmak, bir bakıma uyandırmak, canlı, pırıl pırıl konumlarına döndürmek de önemli bir yöntemdir. Yalnızca Divanü Lügat’it Türk’ten kimbilir ne kadar sözcük yeniden hayat buldu?
Bir yöntem de derlemedir. Hani bir zamanlar ilkokullarda öğretilen güzel bir ezgi vardı(r): “Sen ne güzel bulursun / Gezsen Anadolu’yu…” Anadolu’yu kent, kasaba, köy, oba… gezerken ah ne sözler, ne sözcükler, ne deyimler, ne atasözleri (atalarsözü) duyarız! Yöresine göre, yüzleri, binleri, toplamda belki on binleri bile bulabilir sayıları. Bunlar anadili sezgisinin, anadili yatkınlığının, anadili duyarlığının en doğal ürünleridir. Biraz, hudâyinâbit (ekilmeden kendiliğinden can bulan) bitkilere benzetebiliriz bu tür sözcük ve söz değerlerini. Hayat toprak olur onlara, hayat can suyu verir, hayat sarar ısıtır; onlara yalnızca büyümek, yayılmak kalır. Kiminde pek de iyi büyür, ama yayılmaz, belli bir yöreden ötelere atlamaz.
Sözcük derleme
Özellikle Dil Devrimimizin ilk yıllarında bu “halk ağzından sözcük derleme” yöntemiyle koca Türkiyemizin dört bir yanından kimbilir ne kadar yerel sözcük derlendi; tüm ülkemizin kullanımına sunuldu. Yalnızca -dilimizin yılmaz savunmanı ve bilginlerinden- Ömer Asım Aksoy’un Gaziantep yöresinden derledikleri 3 cilt tutarındadır!
Dilimizin arınması, özbenliğini bulması yolundaki yoğun emekler, 1930’lardan 1980’lere kadar ne güzel, ne verimli sürdü! (Evet, Demokrat Parti döneminde, 1950-1960 arasında Osmanlıca hortlatılmak istendi istenmesine, ama tutunamadı o özenmeler.) Nerede örneğin Halit Ziya’nın romanlarındaki özgün Edebiyat-ı Cedide (Servet-i Fünun) dili, nerede benliğini Cumhuriyet döneminde bulan ozan ve yazarlarımızın dili! Hele 1940’lardan, 1950’lilerden sonraları!
Türk Dil Kurumu, Türk Dil Kurumu iken (1980 önceleri), ara sıra nesnel incelemelere bağlı listeler yayımlardı. Oralarda ozan ve yazarlarımızın kendi sözcüklerimizi yeğleme oranlarını yakından görürdük: Kimisi %70’lerde, kimisi %80’lerde… %90’larda olanlar bile vardı. Sonra? Sonra yel üfürdü sel götürdü Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu! Özerk yapısı yok edilerek bir devlet dairesi yapıldı; Dil Devrimimiz doğrultusundan uzak birtakım insanlar göreve getirildi. Tüm o emekler, atılımlar, yapıtlar, sanki görünmez bir potada eritildi. Eski TDK’nin toplam ya 102 ya da 108 terim sözlüğü vardı; onlarla birlikte kurumun o cânım yapıtları da gözlerden ıradı! Kısacası, yarım yüzyıllık büyük emek ve büyük birikim ayaklar altına alındı!
Dil kısırlığı
Ya sonrası? O yıllardan bu yana bir dil kısırlığı mı teslim aldı bizi? Ne yazık ki öyle! Eski TDK, bir yetke (otorite) konumunda değildi, ama kamuoyunda saygın bir yeri vardı. Nice nice yayınıyla, aylık Türk Dili dergisiyle, yabancı kökenli sözcüklere uygun önerileriyle, iki yılda bir toplanan kurultayıyla bir aydınlık kaynağıydı. Yönetime devlet memuru olarak “atananlar” uzun yıllar suskun kaldı. Nice sonra bir yazım kılavuzu yayımladılar; kıyamet de o zaman koptu! Sözgelimi önsöz, ilkokul, ortaokul, ilkbahar, sonbahar, daha bunlar gibi bir dolu sözcük, artık ayrı yazılacaktı. Madem “Zonguldağın” diyoruz, o halde bu türden sözcükler de okunduğu gibi yazılmalıydı. Bunlar, “Ben yaptım, oldu!” demekti ama olmadı bir türlü; kamuoyu benimse(ye)medi bu önermeleri. Konular, sorunlar aslında, uzun süre sürüncemede kaldı. Zamanla kimi önerilerden ister istemez cayıldı. Yazım konusunda ilgiler, Ömer Asım Aksoy’un Ana Yazım Kılavuzu ile TDK’den atılanların kurduğu Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzu’na yöneldi. Birtakım kılavuzlar daha yayımlansa da zamanla elendi hemen hepsi.
Uzatma imi
Bugün yeni TDK’nin İmlâ Kılavuzu ile az önce andığım kılavuzlar ağırlıklı olarak kullanımda. Doğallıkla da aralarında, daha doğrusu TDK İmlâ Kılavuzu ile Ana Yazım Kılavuzu / Dil Derneği Yazım Kılavuzu arasında önemli ayrımlar var. Bu ayrımlar da elbet sorunlar yaratıyor. Sözgelimi okullarda MEB’in önerisiyle TDK’nin İmlâ Kılavuzu yeğlenirken yayınevleri, ozanlar, yazarlar, bilim ve sanat insanları, aydınlar, kısacası Dil Devriminden yana olanlar, öteki iki kılavuzu dikkate alıyorlar. Bugün, en yaygın sorunlardan birisi, düzeltme (uzatma/inceltme) iminin (^), hangi sözcükte kullanılacağı, hangi sözcükte kullanılması gerekmediği konusunda düğümleniyor.
Ne zaman dahi, ne zaman dâhi?
Söylemesi ayıp değil, bizde kulaktan dolma bilgilerle yetinmek gibi pek kötü bir huy vardır; öyle kolay kolay kaynaklara ilgi göstermeyiz. O kulaktan dolma bilgilerden biri de, düzeltme iminin kaldırıldığıdır! Kim(ler) nere(ler)de kamuoyuna böyle bir kararı duyurdu, bilmiyorum; ancak düzeltme imi kaldırılmadı, yalnızca kullanımına sınır getirildi.
Nitekim gerek Ana Yazım Kılavuzu’nda (s. 47), gerekse Dil Derneği Yazım Kılavuzu’nda (s. 70) bu imin nerelerde kullanılacağı maddeler halinde belirtiliyor. TDK İmlâ Kılavuzu’nda da mutlaka bu konu vardır. Demek, erinmez de bunlardan birine olsun bakarsak, doğru bilgiyi bulabileceğiz. “Öke, deha sahibi” anlamındaki “dâhi” ile “bile” anlamındaki “dahi”yi birbirinin yerine kullanmayacağız. Dahası, Fransızca kökenli “plan”, “reklam” vb. sözcüklerin de düzeltme imi gereksindiğini öne sürmeyeceğiz. “Bakanlar Kurulu” gibi güzel bir ad dururken yeğlediğimiz Fransızca “kabine” sözcüğünü “kâbine”, “kâbinemiz” diye sakız gibi sündüre sündüre söylemeyeceğiz.[4]
Atasözleri, deyimler
Bunlar, elde var bir; ayrıca yazım ve noktalama, dilimizin asal özellik ve kuralları hakkında da yeterince aydınlanacağz. Bu konuyu böyle bağlayabiliriz sanırım: Sözlüksüz ve yazım kılavuzsuz olmaz.
Bu kadar mı?
Atasözleri ve deyimler sözlüklerimiz de olmalı. Onları azıcık incelediğimizde dilimizin varsıllığını öyle iyi anlayacağız ki! Sözgelimi, yalnızca “göz” bağıntılı 272 deyimimiz (göz gezdirmek, göze girmek, göz atmak, göz kulak olmak, göze batmak…) olduğunun hayranlıkla ayrımına varacağız.
Dilimizin tek önemli sorunu bu düzeltme imi mi? Olası mı? “De”, “ki”, “mi” ek ve sözcüklerinin yazımı da en büyük sorunlarımızdan biri! Daha neler neler var!
Uzunca bir süredir İngilizce sözcüklere özeniyorduk; Arabın, Acemin sözcüklerine özenmek hastalığımız da hortladı ya da hortlatıldı. “Ottoman Elektrik”; buyurun size Anadolu’dan bir örnek! Adamcağız Osmanlı’ya bağlılığını İngilizce bir sözcükle belirtiyor. “Et ve Tavuk Reyonu”; bir kasap dükkânı burası da, yine Anadolu’dan. “Keyf-i Acıbadem”; İstanbul’dan bir kafe… “THEQADAYIF”; İstanbul’dan bir tatlıcı… Gülelim mi, ağlayalım mı? “Lansmana Özel İndirimler”; güzelim “tanıtım” yerine “lansman” dediğimizde daha “modern”, daha “Avrupai” mi oluyoruz? Ah bir de “okey”, bir ikileme olarak “okey okey”, eylem olarak “okeylemek”, “okeyletmek” var! Dahası “okeyim” var! “Sınırlı bir kavgaya okeyim!” Ne diyelim? Eh ol bakalım.
“Mezar olmak”
Ne yazık ki dilimizi son derece kötü kullanıyoruz. Bir zaman önceleri, aklı kıt muhabirlerden birisi “mezar olmak” diye bir eylem uydurdu; artık varsa “mezar olmak”, yoksa “mezar olmak”! “Depremde Defne Apartmanı, doksan altı insanımıza mezar oldu.”
Ne anlama gelir bu? Bu doksan altı insanın oraya gömüldüğü anlamına! “Kaza sonucu otomobil, bir aileye mezar oldu.” Demek o aile o otomobile gömüldü! Nereye varabiliriz bu gazete örneklerinden? Kimi gazetecilerimizin henüz mezar (gömüt) sözcüğünün anlamını bile bilmediklerine!
Dilimizi kötü kullanıyoruz, dedim; saygısızlık da ediyoruz. “Değerli konuklar” demek varken, “Kıymetli hâzırun” demenin ne anlamı var? Araplar konuklarını bizim sözcüklerimizle mi selamlıyor? Olası mı? Ama bizler sözlerimize ne kadar yabancı sözcük katarsak o kadar etkili olacağımızı sanıyoruz.
Daha öbeklerce örnek vermek olası… Unutmayalım ki dilimiz, benliğimiz / kimliğimizdir. Saygı, sevgi, bağlılık, özen gerektirir. Bunun da ilk adımları, yineleyeyim, elimizin altında sözlük ve yazım kılavuzları, daha ötesi atasözleri ve deyimler sözlükleri bulundurmak, zorunlu olmadığımız sürece yabancı sözcüklere yüz vermemekle atılır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Kök: Bir sözcüğün anlamca daha da bölünemeyen en ufak birimidir. Örneğin: Gör-
[2] Gövde: Üzerinde yapım ek(ler)i bulunan sözcüktür. Örneğin: Gör-gü-
[3] Osmanlıcayı bir dil saymayan dilbilimciler de vardır.
[4] Aslında en önde gelen dilbilimcilerimizin bir kurultay toplaması, tüm bu belirsizlik ve sorunları bir karara bağlaması gerekir, ama neredeyse olanaksız bu! Belki bir gün diyelim yine de. Yanı sıra, TDK de eski TDK olmalı.