Gulyabani’den Şıpsevdi’ye onlarca unutulmaz romanın yazarı Hüseyin Rahmi Gürpınar, R. Ahmet Sevengil’e yazdığı, 22 Ekim 1932 tarihli mektubunda şöyle der: “Ben tüfeği kucağında can veren asker gibi kalem elimde iken düşeceğim.” Nitekim öyle oldu; 08 Mart 1944’te, ardında 60’ı aşan yapıt bırakarak hayata gözlerini yumdu.
Peki, kimdi, İstanbul halkının toplumsal, töresel yaşamını, batıl inançları, batılılaşma ile şarklı kalma arasındaki tereddüdü mizahi bir üslupla işleyen Gürpınar?
Ailesi ve çocukluğu
Yazarımızın ailesiyle ilgili bilgilerimiz sınırlı. Babası, Plevne Savaşı’nda (1877), Gazi Osman Paşa’nın yanında alay ve tugay komutanı olarak çarpışırken Ruslara esir düşen, daha sonra Sultan Abdülaziz’in yaveri olan, Girit’te, Yanya’da görevler yüklenen, Erzurum Müstahkem Mevki Komutanı iken ölen (1887) Mehmet Sait Paşa.
Annesi, Safranbolulu Ayşe Sıdıka Hanım, Safrancılar Kethüdası Hacı Ahmet Efendi’nin oğlu İbrahim Efendi’nin kızı. Hüseyin Rahmi Gürpınar, 19 Ağustos 1864 tarihinde, İstanbul’da, Ayaspaşa’da Bağodaları denilen semtte dünyaya gelmiş. Çevresini tanıyamadan annesi ölmüş, babası yeniden evlenmiş, öksüzlüğün sıkıntıları içinde büyükannesinin ve teyzesinin yanında büyümüş.
22 yaşında vereme yenilen annesinin yokluğunu sürekli içinde duyan küçük H. Rahmi, o sıralarda sık sık ayaklanmaların olduğu Girit’te görevli olan babasının yanına, Hanya’ya gider. Kendisi 4 yaşında bir paşa çocuğu olduğundan hemen bir mektebe verilir.
Çocukluğunu, annesine, babasına duyduğu özlemle, büyükannenin ve teyzenin yanında geçirir. Çocukluk günlerinin anılarını, yakından tanıyacağı kadınların dünyasıyla kaynaştırarak yapıtlarında kullanır, öksüzlüğün acısını da 1901 yılında yazdığı Nimetşinas romanını annesine adayarak çıkartmaya çalışır.
Öğrenimi ve memurluk günleri
Gürpınar, mahalle mektebinde gördüğü kötü muameleden kurtuluşu, okuldan kaçmakta bulmuş; daha sonra Mahmudiye Rüştiyesi’nde ilköğrenimine devam etmiştir. Osmanlı’nın memur gereksinimini karşılayan Mahrec-i Aklâm İdâdîsi adıyla tanınan liseye, sınavla geçmiş, burayı bitirdikten sonra da döneminin en önemli yüksekokulu Mekteb-i Mülkiye’ye, yaşı küçük olmasına karşın tarih öğretmeni Abdurrahman Şeref Bey’in yardımıyla girmiştir (1878).
Özel Fransızca dersleri de alan Gürpınar, annesi gibi çok genç yaşta verem hastalığına tutulmuş ve Mekteb-i Mülkiye’nin 2’inci sınıfında, ağzından kan geldiği, çok zayıf düştüğü gerekçesiyle öğrenimine ara vermiştir (1880). Bir yıl bakım görüp iyileşse de bir daha okuluna devam etmemiş, kendi kendine Fransızca çalışmış, Yanya’da görevli babasının yanına giderek hem hastalığın etkisinden hem yaşadığı çevreden kurtulmaya çalışmıştır.1 Ancak gerek kendi hastalığı, gerek ailesindeki veremliler, H. Rahmi’nin kişiliğini belirlemede oldukça etkili olmuş, onu, mikroptan korkan, temizlik hususunda aşırı titizlik gösteren, eldivensiz gezmeyen, tokalaşmaktan kaçınan bir “hastalık hastası” yapmıştır.
Yaradılış olarak devlet memurluğunun özelliklerine uyum gösteremeyecek yapıdaki Hüseyin Rahmi’nin, zorunlu memurluk yaşamı 25 Temmuz 1908 günü son bulur. Milletvekilliği dışında bir daha devlet görevi almayan Gürpınar, yazınımızda, kalemiyle geçinen ilk yazarımızdır.
Yazarlığa İlk Adım: Şık
Hüseyin Rahmi’nin ilk yazısı, 24 Kasım 1884 günlü Cerîde-i Havâdis gazetesinde yayınlanır. “Bir Genç Kızın Avâze-i Şikâyeti” adını taşıyan, ağdalı bir dille yazılmış bir öykü taslağıdır bu yazı. Cerîde-i Havâdis gazetesinde, 29 Kasım 1884 günü yayımlanan “İstanbul’da Bir Frenk” adlı anlatısı ise, yazarımızın yayın dünyasındaki ilk öyküsüdür.2
Öğrendiği Fransızca’yla Fransız yazınını yakından izlemeye başlayan Hüseyin Rahmi, ilk telif yapıtı olarak Şık romanını yazar. Döneminin ünlü yazarı, Tercümân-ı Hakikat gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Midhat Efendi’ye gönderir.
23 Şubat 1888 günlü Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlanan Şık romanı, kendisine hem Ahmet Midhat Efendi’yi, hem gazeteciliği, hem de yazarlığı kazandırmıştır. Şık romanı için 15 altın lira veren Ahmet Midhat Efendi, daha sonra H. Rahmi’yi “evlâd-ı ma’nevi” olarak benimseyerek koruması altına da alacaktır.
Hüseyin Rahmi’nin, “Bülbül Yuvası” (16 Haziran 1888) başlıklı yazısı, gazeteci olarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınlanan ilk ürünüdür. Bu gazetede yazdığı, çevirdiği yazılardan oluşan, seçki kitabı Müntehabât-ı Hüseyin Rahmi’den (3 cilt, 1889)3 sonra yazarımızın roman yazımına yoğunlaştığını görürüz.
Türkçemizin ünlü bir yazarı
Hüseyin Rahmi, 1894 yılında, Tercüman-ı Hakikat’ten ayrılıp İkdâm gazetesine yazmaya, çeviriler yapmaya başlar. İkdâm’da da hem telif, hem çeviri romanları çıkan yazarımız, gazeteciliği de ikinci bir meslek olarak sürdürür. Türkçemizin, roman dünyamızın ünlü bir yazarıdır artık. Ancak bu yıllarda, başı sık sık sansürle derde girecek, örneğin Haziran 1898’de, “Mürebbiye romanının içeriği, İslamî terbiyeye, ahlaka aykırı bulunduğu için kitap olarak basılan nüshaları toplatılacak”4, kısacası yazı yazması engellenecektir.
Yazı dünyasından ilk çekiliş
Alafranga adlı romanı İkdâm gazetesinde 18 Temmuz 1901 günü tefrika edilmeye başlanır. Ancak tefrika ile birlikte birbiri ardına gelişen olaylar hem Alafranga romanının, hem de yazarının geleceğini belirler.
H. Rahmi, 13 gün tefrika edilen bu romanını, “bir basın haydutu” diye tanımladığı, Malûmât gazetesi sahibi Baba Tahir’in5 elinden kurtarıp sansür provalarında gördüğü “kırmızı çizgiler” nedeniyle yayından çeker. Çünkü sansür kurulu, romanın ilk bölümünde geçen “haşerât” ve “mikrop” sözcüklerini II. Abdülhamit’in hafiyeleri anlamında algılamış, üstlerini çizmiştir.
Paul de Kock’tan çevirdiği Biçare Bakkal (1903) romanı, yazarımızın 1908 Meşrutiyeti öncesi çıkan son yayınıdır. Bütün kalemlerin sustuğu, susturulduğu ya da övgülerin yazılmasına izin verildiği bir ortam içinde, H. Rahmi de Bayındırlık Bakanlığı Çeviri Bölümü’nde suskunluk içinde görevini sürdürmüş, “yazın” dünyasından uzakta yaşayıp bir tek yazı olsun yayınlamamıştır. Fakat içten içe, yeni romanlara kendisini hazırlayarak 24 Temmuz 1908 gününü beklemiştir.
Yaşasın Meşrutiyet!
“Yaşasın Hürriyet”, “Yaşasın Meşrutiyet”, “Yaşasın Kanûn-ı Esâsı”, “Yaşasın İttihat ve Terakki” çığlıkları içinde 23 Temmuz 1908’de, Manastır’da ilan edilen Meşrutiyet, 23/24 Temmuz gecesi, Sultan II. Abdülhamit tarafından da onaylanır, İstanbul’da, 24 Temmuz günü gazetelerde resmi duyuru olarak açıklanır.
32 yıllık bir yönetimin baskısının kalkışının ardından Osmanlı ülkesini ve İstanbul’u büyük bir özgürlük dalgası kaplar. Hemen her tür düşüncenin özgürce paylaşıldığı bir ortam içinde, II. Meşrutiyet’in duyurumunu sağlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, gizli bir dernek niteliğinden sıyrılıp iktidar partisi durumuna geçerek Enver, Talat ve Cemal Paşaların yönetiminde ülkenin kaderine yön verir.
Ancak, kısa süre sonra izlenen yönetim politikasının çelişkilerinden beslenip gelişen siyasal, toplumsal olaylar, isyanlar, savaşlar, İttihat ve Terakki yönetimini çok çabuk yıpratır ve çökertir. İttihat ve Terakki Partisi, yıkmak için büyük kavgalar verdikleri II. Abdülhamit’in baskı yöntemlerini, iktidarda kalmak uğruna, kendilerine karşı çıkanlara uygular. İttihat ve Terakki karşısında Hüseyin Rahmi, aydın olmanın sorumluluğu ile eleştiriler yapar, görüşlerini açıklar.
Boşboğaz ile Güllâbî
10 Temmuz 1324 (23/24 Temmuz 1908) II. Meşrûtiyet’in duyurum tarihi olarak siyasi tarihimizde belirirken, Gürpınar’ın da yaşamında yeni bir dönemin habercisi olur. Devlet memurluğundan hemen istifa eden yazarımız, yine gazeteciliğe döner. Yanında, yazarlık anlayışları birbirine çok yakın, arkadaşı Ahmet Rasim vardır.
II. Meşrûtiyet’in coşkusu içinde 14 gün geçmiştir. “Sahibi Hüseyin Rahmi, Nâşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi” olan Boşboğaz İle Güllâbî adlı gülmece gazetesi, Meşrutiyet’in yayın sarhoşluğu içine basın dünyamıza katılır. İlk dört sayısını Ahmet Rasim ile birlikte çıkardığı Boşboğaz İle Güllâbî’yi, yayınına son verdiği 36. sayıya (1 Kânûn-ı evvel [Aralık] 1324/1908) dek H. Rahmi tek başına yönetir.
Kalemiyle geçinen ilk yazarımız
Bir paşa çocuğu olan yazarımız, ailesinden gelen ekonomik rahatlığın yanında, yazınımızda, yapıtlarından en çok para kazanan ve kalemiyle geçinen ilk yazar örneğini oluşturur. Şık romanına karşılık aldığı 15 altın liranın ardından Şıpsevdi romanından 700 altın lira, İkdâm’da yayınlanan romanlarından da 300-400 altın lira kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde de romanlarından tefrika başına 1500-2000 lira almıştır. Bu rakamlar yaşadığı yıllar içinde kalemiyle geçinen yazarımız için oldukça yüksek bir gelir olmuş ve 1912 yılında Heybeliada’daki köşkünü yaptırarak refah içinde yaşamıştır. Yapıtlarını yayınlayan yayıncısı ve en yakın arkadaşı İbrahim Hilmi’den yakınsa da yazarımız, hem yaşadığı yıllarda, hem ölümünden sonra, 1970’li yıllara değin, edebiyatımızın kalemiyle geçinip en çok para kazanan yazarı olmuştur.6 Bu sonuç, ülkemizde bir yazarın kalemiyle geçinmesinin çok uç bir örneğini oluştururken bugün de ilginç bir örnek olarak değerlendirilmelidir.
Heybeliada günleri
Aksaray’da, Erenköy’de, Sarıyer’de oturan yazarımızın, 1912 yılından 1944 yılına dek sessizliğini, doğal güzelliğini sevdiği Heybeliada’daki köşkünde, dış çevreyle bağlantılarını her geçen gün azaltarak yaşadığını gözleriz. Bir perili köşk yalnızlığı içinde, “müzmin bekâr” olarak ihtiyar ve dul yengesi Aliye Hanım, yengesinin kızı Safter Hanım ve çocukluk arkadaşı Hulusi Bey ile birlikte yaşayan Gürpınar’ın dünyasını hizmetçisi ve kedileri tamamlar. Çocukluktan gelen bir alışkanlıkla, örgü ören, oya işleyen, dantela yapan sanatçımız, söyleşilerinde, böylece sıkıntılarını unuttuğunu, dinlendiğini belirtir.
Heybeliada’dan, 1936 yılında, Kütahya milletvekili seçilince ayrılan Gürpınar’ı, 5. ve 6. dönemlerde milletvekili olarak T.B.M. Meclisi’nde görürüz. 1943 yılında milletvekilliğine atanmayan yazarımız, köşküne çekilmiş ve biraz da hastalıklarla savaşarak yaşamını tamamlamış, 8 Mart 1944, Çarşamba günü ölmüştür.
Bugün, görünüşte müze olan, ancak ilgisizlikten, bakımsızlıktan çürümeye terk edilen köşkünde,7 ölümüne değin “adalı” olarak yaşamıştır.8
Halkın yazarı Gürpınar
Altmışı aşkın yapıta imzasını atan Gürpınar, yaşadığı İstanbul’da gördüğü aksaklıkları, yaptığı gözlemlerle, natüralist/doğalcı bir anlayışla okurlarına aktarmıştır. Kahramanlarının eksikliklerini, kusurlarını, hikâye anlatımından kaçarak, konuşma dilinin canlılığıyla (diyalog düzeninde) tanık olduğu olayları, dönemin İstanbul’unda yaşayan her “millet”ten, ezilen, sömürülen, eğitimden yoksun kalmış, insanları, bütün gerçeklikleriyle yansıtır.
Gürpınar’ın romanları, Doğu-Batı, eski-yeni, alafranga-alaturka, idealist-materyalist, Batıcı-gelenekçi, ezen-ezilen / sömüren-sömürülen / maddî imkân-imkânsızlık vb. karşıtlıklarının doğurduğu, yönlendirdiği olay örgüleri üzerine kuruludur. Roman kişileri /kahramanları, bir karakter özelliğine ulaşmayan, olay örgüsü içinde, bu karşıtlıkların /anlayışların (zihniyetlerin) örneklendiği, hemen herkesin sokağında, mahallesinde, çevresinde görüp tanıdığı, çatışmalardan güç alan “tip” kişilerdir.
Gürpınar’ın anlatımında içten içe gelişen bir alayın, yerginin varlığı, onun yaşadığı çağın huzursuzluklarına, yanlışlıklarına bakışının da ilginç bir göstergesidir. Hüseyin Rahmi’nin yazınımızdaki başarısında, kahramanlarını biyolojik, sosyolojik, psikolojik özellikleriyle boyutlandırırken konuşma dillerinin özelliklerini çok başarılı olarak yansıtmasının büyük payı vardır. Bu anlatım kendisine özgü bir biçem sağlar. Yazarımızın başarısını sağlayan dil ve biçem anlayışını “hayat görüşü”nden ayırmak mümkün değildir. Bir anımsatma, Gürpınar, yazınsal açıdan mektup biçimi ve biçemiyle yazılan ilk romanımız Mutallâka’nın (Boşanmış Kadın, 1898) da yazarıdır.
Servetifünûn kuşağının genç eleştirmeni olarak ün yapan Şehabettin Süleyman’ın Cadı romanını eleştirmesi nedeniyle 1913’de yazdığı Cadı Çarpıyor ve Şekâvet-i Edebiyye adlı yapıtlarında, düşüncelerini aktarıp kendisini savunurken yazınımızda ilk kez sanatı üstüne, hayat görüşü üstüne ayrıntılı açıklamalar yapan bir yazarı da tanırız.
İstanbul’un romancısı Gürpınar
H. Rahmi Gürpınar, İstanbul’un yazarıdır. Romanlarının konularını, kahramanlarını, büyük bir gözlem gücüyle, cahil bırakılmış, çoğunluğu geçim sıkıntısı çeken bir halktan ve onların karşıtı, eşdeşi olarak zengin, kültürlü, yarı aydın İstanbul’un dört bucağında yaşayan insanlarından seçmiştir. Bu kahramanların dünyalarını, dillerinden, inanışlarına, geleneklerinden göreneklerine bütün kültürel değerlerini, romanlarında bizlere yansıtır. Bugün etnografyadan sosyolojiye mitolojiden halk edebiyatına, argodan Türkçemizin atasözlerine, deyimlerine, türkülerinden bilmecelerine, yemek kültüründen giyim kültürüne, eğlence kültüründen mahalle kültürüne, çingenelerin yaşamından Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin dünyalarına, bitmeyen İstanbul masallarından halk hikâyelerine, dinsel inanışlardan büyüye, fala, boş inançlara, bağnazlıklara, evlilik yaşamında aile, kadın, erkek algısı, gelin kaynana kavgaları, çocukların eğitimi ve mürebbiye modasından alafranga, züppe tiplere, cadıların, hortlakların gulyabanilerin dünyasından bitmeyen aşk, namus, cinayet öykülerine, halk hekimliğine, Karagöz’den ortaoyununa tükenmeyen bir konu varsıllığı içinde, artık bugün “geçmiş olan” İstanbul’un en önemli bilgi birikimleri Gürpınar’ın roman dünyasında, elimizin altında duruyor…
Sansürlenen (?) ilk Türk filmi: Mürebbiye
Türk sinema tarihinin ilk filmleri olarak Fuat Uzkınay’ın, Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı (1914) adlı, belgesel nitelikli çalışmasıyla, 1917 yılında çekilen, konulu / senaryolu, Sedat Simavi’nin Casus ve Pençe ile Şadi Fikret’in Bicân Efendi çalışmalarını biliyoruz.
Hüseyin Rahmi’nin, Mürebbiye (1898) romanı, tiyatro tarihimizin önemli sanatçısı Ahmet Fehim Efendi’nin yönetmenliğinde, 1919 yılında filme alınır.9 Yanlış batılılaşmanın bir örneği olarak çocukların eğitimi için Fransa’dan gelen, ahlak düşkünü bir mürebbiyenin, geleneksel değerleriyle yaşayan bir Osmanlı ailesinde yarattığı trajikomik sonuçların eleştirisinin yapıldığı roman, konusuyla ilgi çekmiş, Ahmet Fehim Efendi tarafından oyunlaştırılarak uzun dönem sahnelenmiş, seyircinin beğenisini kazanan yapıt, bu nedenle sinemamıza da kazandırılmıştır.
Malûl Gaziler Cemiyeti adına Fuat Uzkınay’ın yapımcılığını, Ahmet Fehim Efendi’nin senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini yaptığı, Dehri Efendi rolünü başarıyla canlandırdığı Mürebbiye filmi için ilk önemli değerlendirme yazısını, İ. Galip Arcan, Temâşâ dergisinde yazmıştır.10 Siyah beyaz, sessiz film olarak çekilen Mürebbiye’nin, ilk özel gösterimi, Mayıs 1919’da, seyirciyle buluşması da 20 Şubat 1920’dedir.
Gürpınar sinemanın ilgisini çekmeye devam ediyor
Şimdi, Mürebbiye filminin çekildiği günleri, tarihi düşünelim. I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmış Osmanlı devletini, 15 Mayıs 1919’da İzmir’den başlayarak Anadolu topraklarının adım adım işgalini, Mustafa Kemal’in 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışını, 16 Mayıs 1920’de başkent İstanbul’umuzun işgalini ve 10 Ağustos 1920’de, Sevr Antlaşmasıyla büyük bir imparatorluğun parçalara ayrılıp pay edilişini düşünelim. Yurdumuzun gerçek anlamda alt üst olduğu bu günlerde, ne denli acı da olsa yaşamsal etkinlikler sürmek zorundadır ve Mürebbiye filmi, Şubat 1920’de İstanbul seyircisiyle buluşur. Bugün, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı Fransız generali Franchet d’Esperey’in, “Bir Fransız kızının, bu şekilde ahlaksızca gösterilemeyeceği, Anjel’in şahsında Fransızların küçük düşürüldüğü” gerekçesiyle filmi yasakladığı, Mürebbiye’nin sansüre uğrayan ilk Türk filmi olduğu üstüne belgeden yoksun sözel bilgiler, anlatımlar yıllardır sinema dünyasında,11 sanal ortamda dolaşıyor12… Edhem Eldem’in, yıllar sonra, Fransız generali Franchet d’Esperey’in, “İstanbul’a beyaz bir at üstünde, Fatih edasıyla girişine ilişkin efsanenin” yanlışlığını irdelediği yazısında, Mürebbiye filmi ve sansür gerçeği üstüne de tek bir sözcük geçmez13…
Hüseyin Rahmi’nin yapıtları, sinemacılarımızın ilgisini çekmeye devam edecektir. Bu konuda yapacağınız küçük bir araştırma sizleri yine Gürpınar’ın ilginç dünyasıyla karşılaştıracaktır.
Mürebbiye’den Nimetşinas’a, Şıpsevdi’den Kuyruklu Yıldız Altında bir İzdivac’a, Gulyabani’den Efsuncu Baba’ya, Ben Deli miyim?’den Utanmaz Adam’a, altmışı aşan sayıdaki romanlarıyla, öyküleriyle, oyunlarıyla, eleştiri yapıtlarıyla, çevirileriyle, gazetelerde derlenmeyi bekleyen ürünleriyle Hüseyin Rahmi Gürpınar tanışmanız için sizleri bekliyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 25 Mart 2022’de yayımlanmıştır.
- R. Ahmet Sevengil, H.R. Gürpınar, Hayatı, Hatıraları, Eserleri, Münakaşaları, Mektupları, İstanbul, 1944, ss. 37-43. Ayrıca bkz.: 2. dipnot.
- H.R. Gürpınar’ın ilk öyküsünün yayınlanış tarihi hemen bütün kaynaklarda yanlış olarak 1887 diye verilmiştir. Ayrıca yazarımızın ilk öykü denemeleri öncesinde, çocuk yaşında iken Gülbahar Hanım adlı bir piyes yazdığını, piyesin Aksaray yangınında yok olduğunu da öğreniyoruz. Bkz.: M. Sadreddin, Sevdiklerimiz, İstanbul, 1929
- Efdal Sevinçli, Hüseyin Rahmi Gürpınar / Yaşamı-Sanatçı Kişiliği, İstanbul, Arba Yayınları,1990, s.19.
- BOA,404-2; H.15.o2.1326 /18 Haziran 1898:“İkdam gazetesinde tefrika edilen, izinsiz olarak basılan Mürebbiye romanının toplatılması kararı.”
- Malûmâtçı Baba Tahir (1864-?- /1909) Malûmât ve Servet gazetelerinin sahibi ve başyazarı. 2. Abdülhamit’in jurnalcilerin¬den. Matbaasında bastırdığı yasak yayınları Mısır’dan geliyor di¬ye 2. Abdülhamit’e gönderip ödüller alacak denli sahtekâr bir kişiliğe sahip bir gazetecimiz. Sansür işlerinde de sultanın en bü¬yük yardımcısı! İtalya’dan getirttiği bir sanatçıya, döneminin nişan ve beratlarını yaptırıp Avrupalılara 2. Abdülhamit adına satıyordu. Bunları öğrenen padişah, kendisini sürgüne gönderdi. Meşrutiyet’te bağışlandı.
- Alpay Kabacalı, Türkiye’de Yazarın Kazancı, Cem Yay. , İstanbul, 1981.
- Sözcü Gazetesi,7 Kasım 2021 / https://www.sozcu.com.tr/hayatim/kultur-sanat-haberleri/huseyin-rahmi-gurpinarin-evi-curuyor/#
- Özel yaşamına ilişkin ilginç ayrıntılar ve anıları için bkz: R. Ahmet Sevengil, H.R. Gürpınar, ss.21-22.
- Ali Özuyar, Sessiz Dönem Türk Sineması Tarihi (1895-1922), İstanbul, YKB Yayını, 2017, ss.321-328.
- İ. Galib, “Mürebbiye Filmi”, Temâşâ, No.17, 1 Haziran 1335 / 1919, ss. 1-2.
Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, İstanbul, Artist Yayınları, 1962, ss.46-52. - “….. Romanın konusu, basın, tiyatro ve sinemadaki sansüre doğrudan doğruya katılmağa başlıyan işgal kuvvetlerinin hoş görmiyeceği çeşittendi. Nitekim film tamamlandığı Vakit, işgal kuvvetlerince güçlükler çıkarıldı, hatta Anadolu’ya gönderilmesi yasaklandı….” , Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, s.48.
- “Louis Franchet d’Esperey”, Vikipedi / Özgür Ansiklopedi.
- Edhem Eldem, “Tarihte Gerçek Konusunda Küçük Bir Araştırma / İstanbul’un Beyaz Atlı Fatihi”, Toplumsal Tarih, sayı:261, Eylül 2015, ss.22-33.