Kitap yayıncılığı, bir sektör olarak değil de bir sanat alanı olarak görülürdü geçmişte. Günümüze göre az sayıda yayıncının, sınırlı bir insan kaynağı ve tarifsiz zorluklar içinde var etmeye çalıştıkları bir alan olduğunu, eski yazar ve yayıncıların hatıralarından okudukça, bir yandan günümüzde sahip olduğumuz olanakların nasıl bollaştığına ve kitap yayınlamanın ne denli kolaylaştığına seviniyorum; diğer yandan ise etik ve estetik değerlerin, derinlikli idealizmin, yayıncıların misyon olarak da gördükleri siyasal ve didaktik tavırlarının, piyasa hegemonyasının rüzgârıyla silinip gittiğini gördükçe de içim sızlıyor. Kitap yayıncılığının giderek kaybolan niteliğini, entelektüel çölleşmesini, popülere ve vasata teslim oluşunu tartışmamız gereken şu günlerde, ekonomik durumun ve alım gücündeki düşüşün de etkisiyle yine kitap fiyatlarını tartışırken buluyoruz kendimizi.
Tartışıyoruz tartışmasına, ama karşımıza “fiyat” olarak çıkan bu çözülemeyen sorunun, aslında yüzleşmek zorunda kaldığımız sorunlardan sadece bir tanesi olduğunu ilk bakışta görmek oldukça zor.
Etiket fiyatının diğer yarısı
“Kitap piyasası”, doğası gereği tam bir “mal piyasası” haline geldi. Bu nedenle, “ürünün tüketicisinin” gördüğü fiyat etiketinin, çok değişkenli bir denklemi sağlaması, kârlılık sağlarken “tüketicinin kabul edebileceği marjda olması” bekleniyor. Bu denklemin, kitabın maddi üretim maliyetlerini, içerik maliyetlerini, tasarım maliyetlerini, işletme giderlerini, lojistik giderlerini, sermaye (ve tabii mecburen kredi) giderlerini, telif paylarını, vergi paylarını ve yayıncının kâr payını içermesi gerekli. Tüm bu saydıklarımız, günümüzde “etiket fiyatı” olarak belirlenen fiyatın kabaca yarısına denk geliyor. Etiket fiyatının diğer yarısı ise toptan ve perakende satış yapanlara bırakılan pay.
Bu denklemden iki çıkarım yapmamız önemli aslında.
Birincisi, yayıncının maliyetlerini göz önüne alarak belirlediği fiyat aralığının esnekliği pek yok. Etiket fiyatı belirlendikten ve maliyet kalemlerine göre dağılım yapıldıktan sonra ortaya çıkan maliyet artışlarına karşı, yayıncının kendi kârından ve hatta çoklukla sermaye payından feragat etmekten başka çaresi kalmıyor. Etiket fiyatı, kolaylıkla değiştirilebilen, günlük olarak belirlenebilen ya da borsası olan bir fiyat değildir; aksine, tüm satış silsilesi doğrudan bu fiyattan etkilendiği, satmayan kitabın da aynı silsile tertibiyle iade edildiği düşünülünce, piyasadaki diğer mal ve hizmetlere göre çok daha katıdır. Üstelik bu satışların büyük kısmı vadeli yapılır; fiyatlarda bugünkü maliyelere göre artış yapılsa bile, bunun yayıncının gelirlerine yansıması en az 5-6 ay zaman alır. Özellikle de son 2-3 senedir yaşadığımız bu yüksek enflasyon döneminde yayıncıların neden satış yaparak zarar ettikleri, depolarındaki kitapları sattıkları halde yerlerini doldurmakta zorlandıkları, zaten bu işi çevirmek için az olan sermayelerini nasıl tükettikleri de kolayca anlaşılabilir.
İkincisi ise yayıncının kendi maliyetlerindeki 1 birim artış için etiket fiyatında 2 birim artış yapma zorunluluğunda olmasıdır. Maliyet kalemlerinden herhangi birindeki küçük bir artışın bile bir çarpan etkisi yaratıp etiket fiyatına öyle yansıdığını görüyoruz.
Telif düşen kitaplar
Öte yandan bu denklem de ideal koşullarda çalışmıyor. Maliyetlerin hesabında pek dikkate alınmasa ya da yayıncılarca çok önemsenmese de bir de tiraj değişkeni var. Yalnızca sabit maliyetleri bölmek açısından değil, aynı zamanda maddi üretim maliyeti de tirajla ters orantılı olarak değiştiği için aslında çok önemli bir regülasyon kalemi olarak kullanılabiliyordu.
Ancak artık pek de öyle değil; ilk yatırım maliyeti çok yükseldiği ve yayınevleri kendilerini etiket fiyatlarında belli bir aralığa sıkıştırmak zorunda kaldıkları için baskı başına tirajlar 500-1000 adetlere düştü; birim imalat maliyetleri yükseldi. Bu asimetrik durumu regüle etmek isteyen yayıncılar ise kendi kâr paylarının yanında, çevirmen, yazar, editör, redaktör, grafiker, illüstratör gibi tasarım ve içerik maliyetlerinde olabildiğince kısıntı yapmak istediler. Oysa kitabın niteliğini oluşturan bu işgücü, zaten ehil olanları oldukça nadir olmasına karşı gelir hedefinde son derece alçak gönüllü davranan, idealist insanların çoğunlukta olduğu bir gruptu. Yayıncıların bu mecburi kısıtlamaları, paydaşların sektöre veda etmek ve başka kazanç kapıları aramak zorunda kaldıkları bir sürece evrildi.
Buna ek olarak telif ve çeviri maliyetlerinde kısıtlama zorunluluğu da yayıncıları yerli olsun çeviri olsun, telifsiz kitaplar (yazarın ölümünün üzerinden 70 yıl geçtikten sonraki ilk yılbaşında, o yazarın tüm eserlerinin telif hakkı düşer ve dünyanın her yerinde ve her dilde eserler serbestçe ve maliyetsiz olarak basılabilir) yayınlamaya, yayın kataloglarında bu nevi kitaplara ağırlık vermeye itti. Bir açıdan bakarsanız alınan yeni ISBN sayısında yıllar içinde dramatik değişiklikler görmüyoruz; ülkedeki başlık çeşitliliği korunuyormuş gibi duruyor. Diğer yandan aynı yazarın onlarca yayınevinden çıkan yüzlerce kitabı defalarca kez bu hesaba dahil edilmiş olduğundan aslında bir yanılsama içinde yaşıyoruz. Buna ek olarak bir de kişisel yayıncılık, yazar destekli yayıncılık gibi yayıncılık faaliyeti olarak görülmesi bile tartışmalı bir alan var ki ona şimdi değinmeyelim hiç.
Dağıtım gitti, tedarik geldi
Koşullar böylesine hızla değişirken, bir de kitapların dağıtım sisteminde son yıllarda inanılmaz bir değişim oldu. Öyle ki, artık kitapların dağıtımından değil, tedarikinden bahseder olduk. Yakın zaman öncesine kadar, bir yayınevi yeni bir kitap yayınladığında, bu kitabını anlaşmalı ve düzenli olarak çalıştığı dağıtım firmalarına ve bazı kitabevlerine belli adetlerde gönderirdi. Dağıtım firmaları da bu kitapları kendi müşteri portföylerindeki kitabevlerine ve diğer satış noktalarına 2’şer 3’er “dağıtırlardı”. Kitapların, bu yöntemle de olsa en azından rafa çıkma, azınlıkta da olsa okura fiziken temas etme, beğenilme, sergilendiği için dikkat çekme ve kitabevinden olmasa da başka kanallardan satın alınmasına olanak veren bir şansı olurdu. Pandemi dönemi öncesinde başlayan, ama pandemi döneminde iyice keskinleşen şekliyle bu durum da değişti. Dağıtım şirketleri birer tedarik merkezine dönüştü; müşterilerinin çoğu internet üzerinden kitap satan firmalar olmaya başladı. Dağıtım firmaları da yalnızca sipariş gelen ürünleri, siparişteki adetleri ile karşılamaya başladılar; bu iş modeli genişleyerek tüm kitap satış noktalarını, haliyle kitabevlerini de kapsar hale geldi. Böylece bir kitabın herhangi bir kitapçının rafında görünmesi, tamamıyla o kitapçıda satın alma yapanların dikkatine, beğenisine ve insafına kalmış oldu.
Bu sürecin doğal sonuçlarından biri, kitabevlerindeki seçkinin çeşitliliğinin azalması, güncelliğinin ve devamlılığının korunamaması oldu. Kitabevlerinin yıllar içinde giderek daha az kitap satan yerlere dönüşmesinin, bir yerde kendi sonlarını hazırlamasının başlıca nedenlerinden biri, artan çeşitliliği değil, çoksatar az sayıdaki kitabı merkeze alan satın alma ve satış politikaları gütmeleri oldu. Oysa -hem de sadece- çoksatar kitapları satan, sektör dışından çok sayıda rakip türemişti.
Kitabevleri oldu çay, kek satan ‘dükkânlar’
Yine bu pandemi döneminde keskinleşen bir diğer ayrım da %25-35 bandında on yıllardır süren perakende marjlarının, önce büyük zincir mağazalar ve süper/hipermarketlerin, sonra da online satış firmalarının baskısı ile %45-50 bandına çıkmış olmasıdır. Kitabevleri, kendilerinin de yararlandıkları bu kâr marjı artışını, alternatif kanallar artıkça oluşan satış kayıplarının telafisi için kullandılar. Çoksatar birkaç yüz kitaplık seçki dışındaki kitapları görünmez ve erişilmez kıldıklarında yaptıkları hatadan daha büyük bir hatayı da bu aşamada yaptıkları kanaatindeyim. Çünkü dağıtım ve satış payını yukarıda anlattığımız denklem haline getirebilmek için yayıncılar etiket fiyatlarını olağandan daha fazla arttırmak zorunda kaldılar. Başlı başına bu etki bile kitap satışlarında adetsel bir daralma getirdi. Ortalama baskı tirajları dramatik bir şekilde azaldı; tiraj düşünce onun birim maliyet üzerindeki baskısı da etiket fiyatlarına yansıdı. Kitabevlerinin, zincir mağazaların sadece belli kampanya dönemlerinde yaptıkları indirimleri genelleştirmek, çok satanlarla sınırlı kalmayacak şekilde bir indirim oranı ve yüksek çeşitlilikle çalışmaya devam ederek, kapısından zar zor içeri giren az sayıda okuru da kaybetmek yerine satılan kitap sayısını, sürekli okurlarının oranını ve yaşam sürelerini uzatma şansları vardı. Ne yazık ki bunu da ellerinin tersiyle ittiklerini; onun yerine kırtasiye, oyuncak ve hobi reyonlarından medet uman, hatta kahve, çay, kek satan “dükkânlara” evrildiklerini üzülerek görüyoruz.
Satın aldıkarı fiyatın altında satış yapanlar
Online satış firmalarının çoğu, satış çeşidinde sadece yayıncılık sektörüyle sınırlı kalmıyor. Hatta birkaçının tek başlarına yaptıkları yıllık satışın, yayıncılık sektörünün tamamının yıllık satışından çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Onların, bu ellerindeki güçle sadece popüler ve çoksatar kitapları parlatıp pompalayan birer manipülasyon aracına döndüklerini; bu kitapları çoklukla yayıncıdan aldıkları fiyatların altında fiyatlarla sattıklarını ve hatta yayıncılara özel fiyatlardan baskı yaptırıp bazı kitapların bir süre tek satıcısı olmaya çalıştıklarını deneyimledik ne yazık ki. Okuru kendi ilgi alanından çıkartıp kamusal meraka iten, topluluğun izlediklerini izlemeye, tükettiklerini tüketmeye teşne olanlarını ise öne çıkan bu seçkiden başka hemen hiçbir kitaba erişme gereği duymayacak kadar körleştiren, sağırlaştıran bir sistem ortaya çıktı. Çok az sayıdaki bağımsız kitapçı dışında, zincir olsun bağımsız olsun bu sürece direnmek yerine sürecin paydaşı olmaya tercih eden kitapçıların ise bundan çok zararlı çıktıkları yadsınamaz bir gerçek halini aldı.
Manipülasyon ile yaratılan bu talep, birbirinin kopyası yazarlar, kitaplar ve hatta yayıncılar ortaya çıkarttı. Bir kısır döngü halini alan bu süreç, giderek daha az ilgi çeker, daha az beklenir ve daha düşük ortalama adetlerde satılır kitapların yayımlanmasına neden oldu. Az sayıda çok satan kitap her yıl “icat edilse” de, körleşen okurun bunları keşfetmekte eskisi kadar “mahir” olmadığı da görülebilir.
Bir tür yumurta-tavuk ilişkisi
Bununla birlikte, bu süreçte ayakta kalamayan birçok küçük kitabevi de, çoklukla yayıncılara “borç takarak” battı. Bu batışlar, kendileri gibi küçük olan, az basılan, görünmez hale gelmiş kitapları yayımlamaya elan gayret eden çok sayıdaki küçük yayıncının da batma noktasına gelmesine yol açtı. Bu bir yumurta-tavuk ilişkisi gibiydi oysa; büyük sermayenin kendi oyununu kurduğu ve giderek piyasa koşullarının indirgemeci-tekelci yapısının hâkim olduğu bu alan, hem yayıncısı hem de kitapçısı ile küçük ve hatta orta ölçekli oyunculara kapanmak üzere.
Türkiye, zaten ekonomik büyüklüğüne oranla kitap tüketimi oldukça düşük bir ülke. Yayıncılık sektörünün hâkim kısmını ise eğitim ve yardımcı kaynak kitap yayıncıları oluşturuyor. Tüm kültür kitabı sektörünün 4-5 milyon civarında bir okur kitlesini paylaşmaya çalıştığını; bunların da hâkim çoğunluğunun yılda 1-2 kitabı ancak satın aldıklarını düşünürsek, rekabetin ne denli çetin olduğunu farklı bir açıdan da test etmiş oluruz.
Burada, yazının boyutları el verdiğince anlatmak istediğim düşünceyi başlıkta belirttim aslında. Bağımsız yayınevleri, kültürel ve bilimsel çoksesliliğin ve çeşitliliğin sağlayıcısıdırlar. Bağımsız kitapçılar da hâlâ bu değerleri savunan okurun gereksinimlerine yanıt verecek şekilde donanmaya müsait işletmelerdir. Bu ikisi, birbirinden ayrı bir şekilde var olamazlar. Gönül ister ki 40-50 milyon kişilik bir okur kitlesi olsun, pazar derinliği büyüsün ve / ama bu çok seslilik yine de korunsun. Bu işin sanat kısmının değerleriyle piyasanın gerçeklerinin örtüşmediği ortada. “Kitap fiyatları çok yüksek” algısını yalnızca etiket fiyatlarının bu bileşenleri üzerinden okumak muhakkak ki yeterli değil ancak her değerin bu denklemdeki yerini görmeye gayret etmek, bu girift ilişkileri anlamlandırmak, asıl resmi, ayrıntılarda gizli şeytanları görmemize el verecektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 17 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.