Neden Balat’a gitmeliyiz?

“Kendinizi sadece gidip Balat’ın göbeğine bırakırsanız, tam olarak her şeyi anlamayabilirsiniz. Evet, antikacıları, güzel kafeleri ve rengarenk boyanmış eski evleri seyre koyulursunuz, ancak bu Balat’ı anlamanıza yetmez. Çünkü Balat her zaman çevresiyle beraber Balat’tır.” Hasan Öztoprak yazdı.

Günümüzde İstanbul denince akla devasa boyutlarda, ucu bucağı bilinmeyen bir metropol gelse de asıl İstanbul’un, tarihi yarımada olarak adlandırılan ve Doğu Roma’dan miras kalan surların içindeki kent olduğunu herkes bilir.

Bugün artık bu bölgenin tamamı resmî olarak Fatih ilçesi oldu. İki büyük imparatorluğa başkent olmuş bu kadim yarımadanın eski zamanlardaki en önemli yerleşim yerlerinden biri de Balat’tı. Ama sonra burası önemini yitirdi, sıradan bir semt, şehrin bir kenar mahallesi haline geldi. O kadar ki şimdi akın akın gelinen bu kadim semtten altmışlı yetmişli yıllarda geçmek için insanlarda ekstra bir cesaret gerekirdi.

Gerçekse farklıdır. Şöyle: Çoğunluğu Yahudi olan eski halkı terk edince burası yoksul kaldı, yoksulluk görünür hale gelince de haksız bir şekilde kötü addedildi. Çarpık yapılaşma, alt yapı problemleri ve sanayileşme, sorunları iyice arttırdı. Haliç kirlendi ve kokmaya başladı, bu kokuyla birlikte Balat ve çevresi dışarıdan daha da berbat görünür oldu. Yangınlarla, Cumhuriyet öncesinde de başı belada olan bu yerler, Cumhuriyet sonrasında da onlarca kez yandı. Bu yangınlarda yüzlerce ev ve işyeri yanmış, her yangın Balat’ın kültürel mirasından pek çok şey alıp götürmüştür. Böylece semt iyice yalnızlığa terk edildi. Lakin en büyük kötülük ne Haliç’in kirlenmesi ne de yangınlarla gelmiştir. Asıl ‘içimizdeki şeytan’ların çıkardığı husumettir kötü olan, bunun sonucu olarak yerlerinden, yurtlarından edilen Balat’ın asıl sahiplerinin buraları terk etmesidir.

Rum ve Yahudilerin bıraktığı boşluğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelen iyi insanlar doldurdu doldurmasına, ama sözgelimi şimdi yerini şık bir antikacı dükkânına bırakmış olması büyük bir olasılık olan Rum Yani Kardeşlerin şahane bakkal dükkânı artık yoktu. Ya da tam karşısındaki Yahudi Negri’nin eczanesi de. O da gösterişli bir ‘cafe’ye mi dönüşmüştür bilmiyorum.

Eskiden Balat’ın ana caddesi sayılan Vodina Caddesi üzerinde benim babamınki de içinde onlarca kıraathane vardı. Şimdi Haliç Kulübü’nün lokalini saymazsak tek bir kıraathane kalmamış gibi görünüyor. Eski meyhanelerin ve lokantaların da çoğu görünmüyor meydanda. (1949 yılında yapılan bir araştırmaya göre 30 kıraathane, 20 meyhane olduğunu yazıyor Jak Deleon)[1] Buraların eski sahipleri bile modaya uymuşlar, mekânlarını cicili bicili beylerle hanımların tercih edeceği şekilde “modernleştirme” derdinde.

Bunları kötüdür diye söylemiyorum. Olabilir; her şey değişiyor, gelişiyor, ama buraları gezen arkadaşlar Karacaoğlan’ın dediği gibi bir düşünsünler isterim: “Kim var imiş, biz burada yoğ iken.”[2]

Fatih’in Yahudilere yuva olarak gösterdiği Balat

İstanbul’u fetheden Fatih, bu semtin önemini anlamıştı. Ne de olsa adı bile Rumca palation, yani saray kelimesinden geliyor. Burada Doğu Roma İmparatorluğu zamanında imparatorların oturduğu, surlara sırtını vermiş Blaherne Sarayı vardı. Ne yazık ki bu sarayın ana binasından hiçbir şey kalmamış geriye. Ancak 2005-2014 tarihleri arasında müthiş bir restorasyonla hayat döndürülen Tekfur Sarayı’nı ziyaret etmemeniz için hiçbir sebep yok. Blaherne Saray kompleksinin günümüze kalmış tek binası olan bu mekân Doğu Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde imparatorluk ailesine mekân olmuştur.

Fatih, Romanyot Yahudilerine[3] fetihten sonra Bizanslıların terk ettiği Balat’ı yuva olarak göstermiş, onlar da benimsemişler Balat’ı, Osmanlı’daki ilk sinagoglarını buraya yapmışlar (Ahrida Sinagogu). 2. Beyazıt’ın İspanya Kralı’nın ülkesinden sürdüğü Sefarad Yahudilerini İstanbul’a davet ettiğini herkes bilir. Seferadlar da Balat’a yerleşince burası tam bir Yahudi yurdu olmuş. Yeni sinagoglar açılmış, hastane bile inşa etmişler, Balat’ın esnafı da, doktoru da onlar olmuş. Ayvansaray’a, Draman’a, Salmatomruk’a doğru yayılmışlar. O tarihten sonra o dehşet verici 6-7 Eylül Olayları’na kadar da dört yüz yıl boyunca buradaymışlar. Hatıraları hâlâ da orada duruyor. Sultan Mehmet, fetihten sonra İstanbul’u terk eden Rum Ortodokslarını da türlü vaatlerle geriye çağırarak bu bölgeyi mesken tutmalarını sağlamış. Böylece Balat, çevresindeki Fener, Ayvansaray, Cibali gibi semtleri de içine alarak büyümüş, buralardaki tarihi kendi tarihine ekleyerek gelişmiş.

Değişim ve birlikte yaşam

Yahudilerin ve Rumların terk ettiği evlere memleketlerinde yaşam şartları zorlaşan Anadolu insanı gelip yerleşti. Bunlar Sivaslıydı, Kastamonuluydu, Giresunluydu; çoğu köylerden gelmişti ve bir süre bu insanlar Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’si, Türk’ü, Kürt’ü hep birlikte yaşadılar. O dönemleri ben kıyısından köşesinden yakaladım, o hayata tanık oldum. (Bunları geçen yıl çıkan Hayat Sokağı adlı romanımda da anlattım.)[4] Nifak tohumları saçılmadan önce aynı evleri, aynı kahvehaneleri, aynı mekânları paylaşırlardı, birbirlerine yemeklerini ikram ederlerdi. Giderek ortak bir yaşam kurmanın yolunu da açtılar. Paskalya’da Balat sokaklarında renkli yumurtalar tokuştu; Müslüman’ım Yahudi’yim, Hıristiyan’ım demeden, ramazanda iftar sofraları paylaşıldı. Yaz aylarında Fener sahilindeki gazinolarda birlikte eğlenildi. Ne kadar sürdü bu bilmiyorum, ama şahidim ki araya provokatörler girmeden önce Balat ve çevresi en güzel zamanlarını bu devirde yaşadı.

Eskiden Balat denince akla küçük bir semt gelirdi. Haliç kıyısında Fener ve Ayvansaray semtleri arasındaydı. Yukarıda Draman ve Fethiye vardı. Bu semtler her ne kadar birbirinden ayrı gibi görünse de etle tırnak gibiydiler, hâlâ da öyleler. Hepsinin merkezi de yine Balat’tı, şimdi de öyle. Çarşı buradaydı, güzelim kışlık Milli Sinema’yla yazlık Mehtap ve Çiçek sinemaları buradaydı. Hristo’nun Agora Meyhanesi (“Balat’ın Agora’sında demlenmediysen hiç içmemişsindir”) ve başkaları, büyük kıraathaneler, spor kulüpleri, hamamlar hep buradaydı. Kadim zamanlardan beri Yahudilerin yerleşim yeri olduğundan en eski sinagoglar da buradaydı. Komşu semt Fener’in Rum Ortodokslarının merkezi olmasından dolayı pek çok kiliseye de ev sahipliği yapmıştı.

Şimdi bunların çoğu yok oldu. Güzel antikacılar, şık kafe ve lokantalar var, ama Milli Sinema yok, yeri bir pasaja dönüşmüş. Mehtap Sineması otopark, Çiçek Sineması han olmuş. Tarihi Agora Meyhanesi yerinde aynı adla turistik bir mekân kurulmuş. En kötüsü de sinagoglarla kiliselerin başına gelmiş. Hepsinin kapısında zincirler var, sanki esir düşmüşler gibi.

Nasıl gezelim?

Fener-Balat hattında bir geziye başlamadan önce kendinize önce bir rota belirlemeniz gerekir, çünkü bu yol oldukça meşakkatli bir yoldur. Kendinizi sadece gidip Balat’ın göbeğine bırakırsanız, tam olarak her şeyi anlamayabilirsiniz. Evet, antikacıları, güzel kafeleri ve rengarenk boyanmış eski evleri seyre koyulursunuz, ancak bu Balat’ı anlamanıza yetmez. Çünkü Balat her zaman çevresiyle beraber Balat’tır.

O zaman yola Unkapanı Köprüsü’nden hemen sonra Haliç sahiline çıkarak koyulmalısınız. Sahil boyunca yürüyebilirsiniz, o da keyifli, ama benim önerim bu geziyi başka bir zamana bırakıp bir an önce yolun karşısına geçerek arka yollara sapmanız. Şimdi Kadir Has Üniversitesi olan eski Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasından ilerleyip bir zamanlar Orhan Kemal’in dolaştığı yollarda dolaşmalısınız. Orada yürürken Orhan Kemal’in oturduğu eve de rast gelirseniz keyfinize diyecek olmaz. Bu arada plan yapmaya başladıktan hemen sonra Orhan Kemal’in Evlerden Biri[5] romanını okumanızı şiddetle öneririm. O roman şu cümleyle başlar: “Yakındaki tütün fabrikasının sabah saat yedi borusu kalın kalın öterken uyandı.” Bu arada kulağınızda da Alpay’ın şahane şarkısı Fabrika Kızı olursa hiç fena olmaz. Ne diyordu Alpay o şarkıda: “Fabrikada tütün sarar / Sanki kendi içer gibi / Sararken de hayal kurar / Bütün insanlar gibi”

Hazırlık için biraz daha zaman ayırabilirim derseniz, Atıf Yılmaz’ın çekip başrollerinde Yılmaz Güney’le Nebahat Çehre’nin oynadığı Balatlı Arif filmini de izlemenizi hararetle tavsiye ederim.

Sonra isterseniz hikâyelere konu olmuş Cibali Karakolu’nun önünden yeniden sahile çıkın. Küçük Mustafa Paşa’yı geçip Fener’e, oradan da Köprübaşı’ndan Balat’a varın, ama bununla yetinmeyin. Ayvansaray boyunca yola devam edin. Orası size bambaşka bir seyir ve kültür vadediyor. Ancak zamanınız varsa henüz Balat yoluna girmeden önce, Cibali’deki Gül Camisi’ni (eski adıyla Ayia Theodosia Kilisesi) ziyaret edip, kiliseden bozma bu camiinin hayret verici mimarisini inceleyebilirsiniz ve oraya kadar gitmişken hemen üstünde İstanbul’un kadim semtlerinden olan Haydar ve Zeyrek’e uğrayabilir, Ayasofya’dan sonraki İstanbul’un en eski ve en muhteşem yapısı olan Zeyrek Camisi’ni (eski adıyla Pantokrator Manastırı) ziyaret edebilirsiniz.

Fener’e gelmişken de Patrikhane’ye uğramayı ihmal etmeyin. Oradan semti Çarşamba’ya bağlayan tarihi Kiremit Caddesi boyunca ilerleyip, caddeye çıkan sokak aralarına girip çıkabilir, pat diye karşınıza çıkan bizim Kırmızı Mektep diye bildiğimiz Rum Lisesi’ni tavaf edebilirsiniz, ki burası fetihten hemen sonra Rum Ortodokslarının kurduğu en eski okuldur. Şimdiki kırmızı tuğlalı şatovari binası ise 1882 yılında mimar Dimadis tarafından inşa edilmiştir. Oradan tekrar aşağı Fener’e inerseniz eğer Rum Lisesi’nin arsasını bağışlamış olan Moldavya Prensi Dimitri Kantemir’in şimdi müze olan evine ve sahildeki başka bir ilginç yapı olan Bulgar Kilisesi’ne de uğrayabilirsiniz.

Balat’a gelip şöyle bir nefes almadan önce son yirmi yıldır restore edilmiş renkli dış cepheleriyle gözünüze hitap eden eski evlerin arasından Draman’a doğru yürüyüp önünüze çıkacak tarihi kiliseleri, sinagogları, camileri keşfedin derim. Özellikle de Fethiye Camii ile Müzesini (eski adıyla Teotokos Pamakaristos Manastırı) illaki görmelisiniz.

Ayvansaray’a varınca da sur boyunca ilerlemeyi unutmayın, Çingene mahallesi Lonca’yı ve Eğrikapı semtini ziyaret etmeden geçmeyin. Kariye Müzesi’ndeki enfes mozaiklerle gözünüze ve ruhunuza ziyafet çektirdikten sonra, ancak o zaman, tekrar Haliç’e doğru inip Balat’taki kafelerden birinde yorgunluğunuzu giderebilir, keyfinize keder, antikacıların vitrinlerinden ya da açık arttırmalardan kendinize ya da sevdiklerinize ucuz yollu bir armağan seçebilirsiniz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Balat ve Çevresi, Can Yayınları, 1991

[2] Karac’oğlan der ki, bakın geline

Ömrümün yarısı gitti talana

Sual eylen bizden evvel gelene

Kim var imiş, biz burada yoğ iken

[3] Romanyotlar: Seferad’lar tarafından tamamen asimile edilmeden önce Bizans ve Osmanlı dönemindeki Yunancanın bir Lehçesi olan Yevanik dilini kullanan Bizans Yahudileri.

[4] Hasan Öztoprak, Hayat Sokağı, Bir Balat Romanı, Remzi Kitapevi, 2023

[5] İlk baskı, May Yay. 1966

Hasan Öztoprak
Hasan Öztoprak
Hasan Öztoprak - Şair, yazar ve yayın yönetmeni. 1957 yılında İstanbul’un Balat semtinde doğdu. Çocukluğu ve gençliği bu semtte geçti. Sonradan Marmara Üniversitesi’ne dönüştürülen Şişli Siyasal Bilimler Fakültesi’nden 1982 yılında mezun oldu. Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1985 yılında Yönelişler dergisinde yayımlandı. 1990-2007 yılları arasında yayın sektöründe idari ve editoryal görevlerde bulundu. 2003 yılından sonra şiir dışındaki diğer yazın türlerine, özellikle romana ilgi gösterdi. Romanlarında, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını yakın tarih ekseninde ele alırken, psikolojik bir fenomen olarak insanın yalnızlaşmasını işledi. 12 Eylül sürecinde bireyin sorunlarını irdelediği iki romanı “Devamı Hayat” ve “Hakikatin Ölümü”, pek çok araştırmaya konu oldu ve üniversite ders kitaplarına girdi. Yarı zamanlı olarak İstanbul ve Foça’da yaşıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Neden Balat’a gitmeliyiz?

“Kendinizi sadece gidip Balat’ın göbeğine bırakırsanız, tam olarak her şeyi anlamayabilirsiniz. Evet, antikacıları, güzel kafeleri ve rengarenk boyanmış eski evleri seyre koyulursunuz, ancak bu Balat’ı anlamanıza yetmez. Çünkü Balat her zaman çevresiyle beraber Balat’tır.” Hasan Öztoprak yazdı.

Günümüzde İstanbul denince akla devasa boyutlarda, ucu bucağı bilinmeyen bir metropol gelse de asıl İstanbul’un, tarihi yarımada olarak adlandırılan ve Doğu Roma’dan miras kalan surların içindeki kent olduğunu herkes bilir.

Bugün artık bu bölgenin tamamı resmî olarak Fatih ilçesi oldu. İki büyük imparatorluğa başkent olmuş bu kadim yarımadanın eski zamanlardaki en önemli yerleşim yerlerinden biri de Balat’tı. Ama sonra burası önemini yitirdi, sıradan bir semt, şehrin bir kenar mahallesi haline geldi. O kadar ki şimdi akın akın gelinen bu kadim semtten altmışlı yetmişli yıllarda geçmek için insanlarda ekstra bir cesaret gerekirdi.

Gerçekse farklıdır. Şöyle: Çoğunluğu Yahudi olan eski halkı terk edince burası yoksul kaldı, yoksulluk görünür hale gelince de haksız bir şekilde kötü addedildi. Çarpık yapılaşma, alt yapı problemleri ve sanayileşme, sorunları iyice arttırdı. Haliç kirlendi ve kokmaya başladı, bu kokuyla birlikte Balat ve çevresi dışarıdan daha da berbat görünür oldu. Yangınlarla, Cumhuriyet öncesinde de başı belada olan bu yerler, Cumhuriyet sonrasında da onlarca kez yandı. Bu yangınlarda yüzlerce ev ve işyeri yanmış, her yangın Balat’ın kültürel mirasından pek çok şey alıp götürmüştür. Böylece semt iyice yalnızlığa terk edildi. Lakin en büyük kötülük ne Haliç’in kirlenmesi ne de yangınlarla gelmiştir. Asıl ‘içimizdeki şeytan’ların çıkardığı husumettir kötü olan, bunun sonucu olarak yerlerinden, yurtlarından edilen Balat’ın asıl sahiplerinin buraları terk etmesidir.

Rum ve Yahudilerin bıraktığı boşluğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelen iyi insanlar doldurdu doldurmasına, ama sözgelimi şimdi yerini şık bir antikacı dükkânına bırakmış olması büyük bir olasılık olan Rum Yani Kardeşlerin şahane bakkal dükkânı artık yoktu. Ya da tam karşısındaki Yahudi Negri’nin eczanesi de. O da gösterişli bir ‘cafe’ye mi dönüşmüştür bilmiyorum.

Eskiden Balat’ın ana caddesi sayılan Vodina Caddesi üzerinde benim babamınki de içinde onlarca kıraathane vardı. Şimdi Haliç Kulübü’nün lokalini saymazsak tek bir kıraathane kalmamış gibi görünüyor. Eski meyhanelerin ve lokantaların da çoğu görünmüyor meydanda. (1949 yılında yapılan bir araştırmaya göre 30 kıraathane, 20 meyhane olduğunu yazıyor Jak Deleon)[1] Buraların eski sahipleri bile modaya uymuşlar, mekânlarını cicili bicili beylerle hanımların tercih edeceği şekilde “modernleştirme” derdinde.

Bunları kötüdür diye söylemiyorum. Olabilir; her şey değişiyor, gelişiyor, ama buraları gezen arkadaşlar Karacaoğlan’ın dediği gibi bir düşünsünler isterim: “Kim var imiş, biz burada yoğ iken.”[2]

Fatih’in Yahudilere yuva olarak gösterdiği Balat

İstanbul’u fetheden Fatih, bu semtin önemini anlamıştı. Ne de olsa adı bile Rumca palation, yani saray kelimesinden geliyor. Burada Doğu Roma İmparatorluğu zamanında imparatorların oturduğu, surlara sırtını vermiş Blaherne Sarayı vardı. Ne yazık ki bu sarayın ana binasından hiçbir şey kalmamış geriye. Ancak 2005-2014 tarihleri arasında müthiş bir restorasyonla hayat döndürülen Tekfur Sarayı’nı ziyaret etmemeniz için hiçbir sebep yok. Blaherne Saray kompleksinin günümüze kalmış tek binası olan bu mekân Doğu Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde imparatorluk ailesine mekân olmuştur.

Fatih, Romanyot Yahudilerine[3] fetihten sonra Bizanslıların terk ettiği Balat’ı yuva olarak göstermiş, onlar da benimsemişler Balat’ı, Osmanlı’daki ilk sinagoglarını buraya yapmışlar (Ahrida Sinagogu). 2. Beyazıt’ın İspanya Kralı’nın ülkesinden sürdüğü Sefarad Yahudilerini İstanbul’a davet ettiğini herkes bilir. Seferadlar da Balat’a yerleşince burası tam bir Yahudi yurdu olmuş. Yeni sinagoglar açılmış, hastane bile inşa etmişler, Balat’ın esnafı da, doktoru da onlar olmuş. Ayvansaray’a, Draman’a, Salmatomruk’a doğru yayılmışlar. O tarihten sonra o dehşet verici 6-7 Eylül Olayları’na kadar da dört yüz yıl boyunca buradaymışlar. Hatıraları hâlâ da orada duruyor. Sultan Mehmet, fetihten sonra İstanbul’u terk eden Rum Ortodokslarını da türlü vaatlerle geriye çağırarak bu bölgeyi mesken tutmalarını sağlamış. Böylece Balat, çevresindeki Fener, Ayvansaray, Cibali gibi semtleri de içine alarak büyümüş, buralardaki tarihi kendi tarihine ekleyerek gelişmiş.

Değişim ve birlikte yaşam

Yahudilerin ve Rumların terk ettiği evlere memleketlerinde yaşam şartları zorlaşan Anadolu insanı gelip yerleşti. Bunlar Sivaslıydı, Kastamonuluydu, Giresunluydu; çoğu köylerden gelmişti ve bir süre bu insanlar Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’si, Türk’ü, Kürt’ü hep birlikte yaşadılar. O dönemleri ben kıyısından köşesinden yakaladım, o hayata tanık oldum. (Bunları geçen yıl çıkan Hayat Sokağı adlı romanımda da anlattım.)[4] Nifak tohumları saçılmadan önce aynı evleri, aynı kahvehaneleri, aynı mekânları paylaşırlardı, birbirlerine yemeklerini ikram ederlerdi. Giderek ortak bir yaşam kurmanın yolunu da açtılar. Paskalya’da Balat sokaklarında renkli yumurtalar tokuştu; Müslüman’ım Yahudi’yim, Hıristiyan’ım demeden, ramazanda iftar sofraları paylaşıldı. Yaz aylarında Fener sahilindeki gazinolarda birlikte eğlenildi. Ne kadar sürdü bu bilmiyorum, ama şahidim ki araya provokatörler girmeden önce Balat ve çevresi en güzel zamanlarını bu devirde yaşadı.

Eskiden Balat denince akla küçük bir semt gelirdi. Haliç kıyısında Fener ve Ayvansaray semtleri arasındaydı. Yukarıda Draman ve Fethiye vardı. Bu semtler her ne kadar birbirinden ayrı gibi görünse de etle tırnak gibiydiler, hâlâ da öyleler. Hepsinin merkezi de yine Balat’tı, şimdi de öyle. Çarşı buradaydı, güzelim kışlık Milli Sinema’yla yazlık Mehtap ve Çiçek sinemaları buradaydı. Hristo’nun Agora Meyhanesi (“Balat’ın Agora’sında demlenmediysen hiç içmemişsindir”) ve başkaları, büyük kıraathaneler, spor kulüpleri, hamamlar hep buradaydı. Kadim zamanlardan beri Yahudilerin yerleşim yeri olduğundan en eski sinagoglar da buradaydı. Komşu semt Fener’in Rum Ortodokslarının merkezi olmasından dolayı pek çok kiliseye de ev sahipliği yapmıştı.

Şimdi bunların çoğu yok oldu. Güzel antikacılar, şık kafe ve lokantalar var, ama Milli Sinema yok, yeri bir pasaja dönüşmüş. Mehtap Sineması otopark, Çiçek Sineması han olmuş. Tarihi Agora Meyhanesi yerinde aynı adla turistik bir mekân kurulmuş. En kötüsü de sinagoglarla kiliselerin başına gelmiş. Hepsinin kapısında zincirler var, sanki esir düşmüşler gibi.

Nasıl gezelim?

Fener-Balat hattında bir geziye başlamadan önce kendinize önce bir rota belirlemeniz gerekir, çünkü bu yol oldukça meşakkatli bir yoldur. Kendinizi sadece gidip Balat’ın göbeğine bırakırsanız, tam olarak her şeyi anlamayabilirsiniz. Evet, antikacıları, güzel kafeleri ve rengarenk boyanmış eski evleri seyre koyulursunuz, ancak bu Balat’ı anlamanıza yetmez. Çünkü Balat her zaman çevresiyle beraber Balat’tır.

O zaman yola Unkapanı Köprüsü’nden hemen sonra Haliç sahiline çıkarak koyulmalısınız. Sahil boyunca yürüyebilirsiniz, o da keyifli, ama benim önerim bu geziyi başka bir zamana bırakıp bir an önce yolun karşısına geçerek arka yollara sapmanız. Şimdi Kadir Has Üniversitesi olan eski Cibali Tütün Fabrikası’nın arkasından ilerleyip bir zamanlar Orhan Kemal’in dolaştığı yollarda dolaşmalısınız. Orada yürürken Orhan Kemal’in oturduğu eve de rast gelirseniz keyfinize diyecek olmaz. Bu arada plan yapmaya başladıktan hemen sonra Orhan Kemal’in Evlerden Biri[5] romanını okumanızı şiddetle öneririm. O roman şu cümleyle başlar: “Yakındaki tütün fabrikasının sabah saat yedi borusu kalın kalın öterken uyandı.” Bu arada kulağınızda da Alpay’ın şahane şarkısı Fabrika Kızı olursa hiç fena olmaz. Ne diyordu Alpay o şarkıda: “Fabrikada tütün sarar / Sanki kendi içer gibi / Sararken de hayal kurar / Bütün insanlar gibi”

Hazırlık için biraz daha zaman ayırabilirim derseniz, Atıf Yılmaz’ın çekip başrollerinde Yılmaz Güney’le Nebahat Çehre’nin oynadığı Balatlı Arif filmini de izlemenizi hararetle tavsiye ederim.

Sonra isterseniz hikâyelere konu olmuş Cibali Karakolu’nun önünden yeniden sahile çıkın. Küçük Mustafa Paşa’yı geçip Fener’e, oradan da Köprübaşı’ndan Balat’a varın, ama bununla yetinmeyin. Ayvansaray boyunca yola devam edin. Orası size bambaşka bir seyir ve kültür vadediyor. Ancak zamanınız varsa henüz Balat yoluna girmeden önce, Cibali’deki Gül Camisi’ni (eski adıyla Ayia Theodosia Kilisesi) ziyaret edip, kiliseden bozma bu camiinin hayret verici mimarisini inceleyebilirsiniz ve oraya kadar gitmişken hemen üstünde İstanbul’un kadim semtlerinden olan Haydar ve Zeyrek’e uğrayabilir, Ayasofya’dan sonraki İstanbul’un en eski ve en muhteşem yapısı olan Zeyrek Camisi’ni (eski adıyla Pantokrator Manastırı) ziyaret edebilirsiniz.

Fener’e gelmişken de Patrikhane’ye uğramayı ihmal etmeyin. Oradan semti Çarşamba’ya bağlayan tarihi Kiremit Caddesi boyunca ilerleyip, caddeye çıkan sokak aralarına girip çıkabilir, pat diye karşınıza çıkan bizim Kırmızı Mektep diye bildiğimiz Rum Lisesi’ni tavaf edebilirsiniz, ki burası fetihten hemen sonra Rum Ortodokslarının kurduğu en eski okuldur. Şimdiki kırmızı tuğlalı şatovari binası ise 1882 yılında mimar Dimadis tarafından inşa edilmiştir. Oradan tekrar aşağı Fener’e inerseniz eğer Rum Lisesi’nin arsasını bağışlamış olan Moldavya Prensi Dimitri Kantemir’in şimdi müze olan evine ve sahildeki başka bir ilginç yapı olan Bulgar Kilisesi’ne de uğrayabilirsiniz.

Balat’a gelip şöyle bir nefes almadan önce son yirmi yıldır restore edilmiş renkli dış cepheleriyle gözünüze hitap eden eski evlerin arasından Draman’a doğru yürüyüp önünüze çıkacak tarihi kiliseleri, sinagogları, camileri keşfedin derim. Özellikle de Fethiye Camii ile Müzesini (eski adıyla Teotokos Pamakaristos Manastırı) illaki görmelisiniz.

Ayvansaray’a varınca da sur boyunca ilerlemeyi unutmayın, Çingene mahallesi Lonca’yı ve Eğrikapı semtini ziyaret etmeden geçmeyin. Kariye Müzesi’ndeki enfes mozaiklerle gözünüze ve ruhunuza ziyafet çektirdikten sonra, ancak o zaman, tekrar Haliç’e doğru inip Balat’taki kafelerden birinde yorgunluğunuzu giderebilir, keyfinize keder, antikacıların vitrinlerinden ya da açık arttırmalardan kendinize ya da sevdiklerinize ucuz yollu bir armağan seçebilirsiniz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Balat ve Çevresi, Can Yayınları, 1991

[2] Karac’oğlan der ki, bakın geline

Ömrümün yarısı gitti talana

Sual eylen bizden evvel gelene

Kim var imiş, biz burada yoğ iken

[3] Romanyotlar: Seferad’lar tarafından tamamen asimile edilmeden önce Bizans ve Osmanlı dönemindeki Yunancanın bir Lehçesi olan Yevanik dilini kullanan Bizans Yahudileri.

[4] Hasan Öztoprak, Hayat Sokağı, Bir Balat Romanı, Remzi Kitapevi, 2023

[5] İlk baskı, May Yay. 1966

Hasan Öztoprak
Hasan Öztoprak
Hasan Öztoprak - Şair, yazar ve yayın yönetmeni. 1957 yılında İstanbul’un Balat semtinde doğdu. Çocukluğu ve gençliği bu semtte geçti. Sonradan Marmara Üniversitesi’ne dönüştürülen Şişli Siyasal Bilimler Fakültesi’nden 1982 yılında mezun oldu. Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1985 yılında Yönelişler dergisinde yayımlandı. 1990-2007 yılları arasında yayın sektöründe idari ve editoryal görevlerde bulundu. 2003 yılından sonra şiir dışındaki diğer yazın türlerine, özellikle romana ilgi gösterdi. Romanlarında, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısını yakın tarih ekseninde ele alırken, psikolojik bir fenomen olarak insanın yalnızlaşmasını işledi. 12 Eylül sürecinde bireyin sorunlarını irdelediği iki romanı “Devamı Hayat” ve “Hakikatin Ölümü”, pek çok araştırmaya konu oldu ve üniversite ders kitaplarına girdi. Yarı zamanlı olarak İstanbul ve Foça’da yaşıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x