Oscar denince akla ilk gelen sorulardan biridir: Seçimler hakkaniyetle mi yapılıyor? Seçici kurulun temsiliyet sorunu var mı? Zira Oscar’ın “beyaz” ve “erkek” egemenliğinden vazgeçtiği söyleniyor. Ama pek emin olunamıyor…
Şunu söyleyeyim: Oscar ya da tam adıyla Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi Ödülleri’nde klasik anlamda jüri sistemi olmadığı, sonuçlar sinema endüstrisinin değişik kollarından seçilmiş, sayısı her yıl değişen biçimde yaklaşık 5 bin 500 kişi tarafından belirlendiği için “temsiliyet” sorunu, kamuoyuna açıklanmayan bu üyelerin sosyolojik özelliklerinden başlıyor aslında. Var olan ödül belirleme sistemiyle Oscar, Amerikan orta-üst sınıf beğeni düzeyinin tipik yansıması niteliğinde. Oscar’ın “beyaz” ve “erkek” egemenliğinden vazgeçmiş olması için Akademi üyelerinin toplam profilinde bir değişiklik olması gerekir ki, bu konuda net bilgi sahibi değiliz. Son beş altı yılda Akademi üyeleri arasında oransal değişiklik sağlama çabaları olduğu bilinmekle ve özellikle oyunculuk ödüllerinde beyaz ırkın üstünlüğünün sona erdirilmesi talep edilmekle birlikte köklü bir değişiklik yaşanmış değil.
Oscar tarihinde en iyi yönetmen ödülü almış kadın sayısı birkaçı geçmiyor ve örneğin geçen yıl hiçbir kadın yönetmen bu dalda aday bile olamadı. Oscar’ın geride bıraktığı 92 yıl boyunca ödül kazanan filmlerin yaklaşık yüzde 50’sinin filmlerde kadın görünürlüğünü artırmayı ve erkek egemenliğine son verme ölçütlerini ortaya koyan “Bechdel Testi”nden sınıfta kaldığını da biliyoruz. Dolayısıyla yönetmelikteki bazı zorlama değişikliklerin “Oscar mantığını” çok etkileyeceği kanısında değilim.
FIPRESCI neyi, kimi, niçin ödüllendiriyor?
Uluslararası çapta düzenlenen her festivalde, festival yönetimi tarafından bir araya getirilen jüriler dışında Uluslararası Eleştirmenler Birliği tarafından oluşturulan bağımsız FIPRESCI jürileri de olur. Ve çoğu kere, bu eleştirmenlerin beğendikleri ile seçici kurulun beğendikleri örtüşmez.
Müsaadenizle biraz da bu parantezi açayım: Eleştirmenler, yapımcılardan, yönetmenlerden, oyunculardan, jürilerde yer alan diğer sanatçılardan ve entelektüellerden kat kat fazla film seyrediyorlar. Sinema tarihini, değişik ülke sinemalarını vb. çok daha iyi biliyorlar, festivalleri yakından takip ediyorlar. Dolayısıyla film değerlendirme açısından zihinsel kapasiteleri hepsinden daha geniş, ama tam da bu nedenden dolayı çok daha damıtılmış beğeni ölçütlerine sahipler. Yıl boyunca 30 film seyretmiş “sıradan bir jüri” üyesi ile yılda en az 300 film seyreden bir eleştirmenin beğeni düzeyi ve çıtaları aynı olmuyor elbette.
Popüler filmlerde “sanat” olmaz mı?
Evet; Oscar, hiç kuşkusuz ki, sinema tarihinin en uzun soluklu, en istikrarlı, en şaşaalı, en cafcaflı ödülü… Ancak akademinin popülizmi öncelediği, sinemanın bir “sanat” olduğunu çoğu kere unuttuğu da söylenir öteden beri… Bağlantılı olarak; bir filmin popüler olabilmesi için sanat olmaktan uzaklaşması gerekir mi, gerekmez mi, bu sorgulanır. Biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum.
Oscar tarihinde ödül alan filmler arasında, adını sinema tarihine yazdıran, başyapıt kabul edilen unutulmayacak filmler var kuşkusuz. Fakat bir kurum olarak Oscar’ın kendisi aday filmlerin seçiminden tören gecesine ve sonrasına açılan yelpazede popüler bir etkinlik ve yedinci sanat sinemanın öncelikle “sanat” boyutunun değil, “eğlencelik”, “seyirlik” boyutunun, dolayısıyla “ticari” boyutunun öne çıkarıldığını görüyoruz. Bu açıdan Cannes, Venedik, Berlin, Montreal gibi festivaller “sanat”a çok daha yakın.
Filmin popüler kılınması için tabii ki “sanat olmaktan” uzaklaşması gerekmez, örneğin Ben-Hur (1959), Geceyarısı Kovboyu (1969), Guguk Kuşu (1975), Baba (1979) gibi Oscar’lı filmler de bu açıdan dengeyi kurmuş filmlerdir, ama neresinden bakılsa istisnai örneklerdir.
“Öteki”nin sineması… Biz ve onlar…
Şimdi şu sorulabilir: Evrensel bir dil olduğu yolundaki bütün görüşlere rağmen sinema, “öteki” olanın resmedilmesi için muazzam bir “araç”… Sinematografik anlatı, herkesin anlayabileceği bir dille “biz” bilincini inşa ederken, “biz” olmanın görünümleri sayılan dil, gelenek, simge, kültür, din (inanç), etnisite vb. ortak etkenlerin dışında kalanlar açısından “biz” ve “onlar” ayrımına vurgu yapmakta… Bunu nasıl okumalıyız?
Bu soruya çok geniş ve çok katmanlı yanıtlar verilebilir, ancak şu kadarını söylemeliyim ki “öteki”, “biz”, “onlar” vb. kavramlar da sabit değil; dünyadaki politik ortama, ideolojik rüzgârlara göre sürekli içerik ve biçim değiştiriyorlar. Herkes, her ulus, her devlet, her etnik grup, birilerine göre “öteki” olabiliyor, ama aynı zamanda da başkalarını “ötekileştirebiliyor” ve bu zamanla değişebiliyor. Örneğin Çekler, Polonyalılar ya da Ukraynalılar, Soğuk Savaş koşullarında “onlar” kapsamındaydı; bilindiği üzere çoktandır “biz”e geçmiş durumdalar Batılı bakış açısına göre. Örneğin Yahudilere ve İsrail’e İkinci Dünya Savaşı-soykırım filmlerinde “öteki” olarak yaklaşırız, ama diyelim ki bugün Filistinli bir sinemacı bambaşka bir manzara koyar önümüze. Ya da Türkler… Batı’nın gözünde hep “öteki” olmuştur, ama bir yandan da her fırsatta “ötekileştirmekle” suçlanır. 1979’da Geceyarısı Ekspresi gibi açıkça kötü bir yapımın Oscar’a aday filmler listesine girebilmesinin sırrı nedir acaba!
Türk sinemasının Oscar’da yeri ne?
Kendini “geri kalmış” Doğu üzerinden tanımlayan “medeni” Batı fikri eskiden beri hâkim ideoloji Hollywood’da… Buna mukabil İran, Güney Kore sineması istisnai örnekler olarak duruyor Oscar tarihinde… Şimdi, Türk sinemasının burada yeri ne? Ne beklenmeli? Aday filmlerin seçimleri “adil” mi? Biraz da buna bakalım…
Açıkçası “yabancı dilde film” kategorisinin Oscar’ın keçiboynuzu tadı ya da elmaşekeri olduğu kanısındayım. İyi örnekler çıkıyor, hatta kötü örnekler çok az çıkıyor, ama bir “yan kategori” neticede. Türk sinemasıysa bu kategoride ödül kazanmak açısından Çin, İran ya da Meksika’ya göre dezavantajlara sahip. Chen Kaige,1 Çin’deki sinemacılara, “Çok daha basit filmler yapmalıyız, yoksa Hong Kong ve Tayvan’daki Çinliler bile ne anlatmak istediğimizi anlamıyorlar” diye seslenmişti. Bu durum, bizim için de söz konusu; örneğin Oscar’a aday gösterdiğimiz Ahlat Ağacı’nda atanamayan öğretmeni ve öğretmenliğe atanamadığı için polis olmuş arkadaşını bizden başkasının anlaması pek mümkün değil.
Sinema söylenecek her şeyi söyledi mi?
Hollywood, kabul etmek gerek ki, tıkandı… “Büyük” ve “özgün” işler pek çıkmıyor. Akademi de bu sebeple bazı filmlere hak ettiğinden fazla iltifat ediyor. Temel sorun nedir? Sinema söylenecek her şeyi söyledi mi? Sinefillerin aklına gelen birkaç soru da bu…
Doğrusu; ne resim, ne edebiyat, ne müzik, ne tiyatro, ne de sinema söylenecek her şeyi söylemiş durumda. Yaşam durmadığı için yaşamın yansımaları ve yorumları da bitmez. Öte yandan Hollywood’da, hatta Avrupa sinemasında da gözle görülür bir tıkanma olduğu doğru. ABD belki daha hareketli bir toplum, son Kongre baskınından bile ne filmler çıkar, ama Avrupa her açıdan durgunluk içinde. O nedenle de Batı Avrupalı sinemacıların görüş açısı Romanya, Bulgaristan, hatta Türkiye gibi ülkelere kaymış durumda.
Oscar… Pandemi… Yeni ve nostalji…
Ve tüm süreç içinde, 93’üncü Oscar Ödülleri, pandeminin gölgesinde dağıtılacak. Adaylar arasında dijital platformdaki filmler de var üstelik. Bu “yeni”liği nasıl yorumlamak gerek? “Sinema sinemada izlenir!” düsturundan uzaklaşıyor muyuz? Bunu düşünmeli…
“Sinema sinemada izlenir” ilkesinin küresel salgın nedeniyle hem pratik hem de duygusal yönden ne yazık ki çok yara aldığını, çatırdadığını söylemek zorundayız. Evde film izlemeyi geçtim, filmler evde çekiliyor artık, yönetmen ile oyuncular yan yana bile gelmiyor.
Sinema salonu duygusu ölmez, ama salon sayısı ister istemez azalacak. Ben küresel salgın atlatıldıktan sonra da orta vadede örneğin İstanbul’da birkaç nostaljik sinema salonu kalacağını, işin daha çok bazı tarihsel salonlara (İstanbul’da ne kadar kaldıysa) ve küçük sanat sinemalarına düşeceğini, sıkı sinemaseverlerin bu salonlarda törensel bir havayla film izleyeceğini düşünüyorum. Bunun dışında büyük kitleleri salonlara çekmek bundan sonrası için hayli güç.
Akademi kadınlara “barış çubuğu” mu uzattı?
Sözü yine Oscar’a getirirsek… Bu sene ilk kez En İyi Yönetmen dalında iki kadın birden aday gösterildi. Kimileri, Akademi’nin kadınlara “barış çubuğu” uzattığına inandı. Kimileri de, kadınların bu noktaya hakkaniyetle geldiğine…
Bir bakıma ikisi de doğru… Tablo 2024’ten itibaren daha belirginleşecek, çünkü Berlin Film Festivali’nde kadın oyuncu-erkek oyuncu ayrımına son vermesi ve tuhaf biçimde şimdiye kadarki taleplerin aksine “kadın oyuncu”nun görünürlüğünün artması değil, kavramın ortadan kalkması söz konusuyken, Oscar da bir dizi yeni kriter açıklayarak Berlin’in izinden gitti. Diyelim ki satranç şampiyonalarında kadın-erkek ayrımı son derece saçmadır, ama oyunculukta bu ayrımı yapmak zorundasınız. Bence Oscar açısından ciddi bir kafa karışıklığı söz konusu şu an.
Oscar Tarihinde Hakkı Yenmiş 5 Film
Yurttaş Kane (Citizen Kane) Orson Welles, 1942
Sunset Bulvarı (Sunset Blvd.) Billy Wilder, 1951
Garip Doktor (Dr. Strangelove) Stanley Kubrick, 1965
Barry Lyndon, Stanley Kubrick, 1976
Piyano (The Piano) Jane Champion, 1994
Oscar Tarihinde Abartılmış 5 Film
Schindler’in Listesi (Schindler’s List) Steven Spielberg, 1994
Chicago, Rob Marshall, 2003
Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (The Lord of the Rings: The Return of the King) Peter Jackson, 2004
12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave) Steve MacQueen, 2014
Suyun Sesi (The Shape of Water) Guillermo del Toro, 2018
Oscar Tarihinde En Kötü 5 Film
İngiliz Hasta (The English Patient) Anthony Minghella, 1997
Titanik (Titanic) James Cameron, 1998
Âşık Shakespeare (Shakespeare in Love) John Madden, 1999
Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) Kathryn Bigelow, 2009
Operasyon: Argo (Argo) Ben Affleck, 2013
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 23 Nisan 2021’de yayımlanmıştır.