Tarihçilerin kutbu Halil İnalcık: Kurguya karşı, olgudan yana

Tarihi hakikatle kurgu arasında savrulan bir çağda, Halil İnalcık bize neyi hatırlatıyor? Belgelerin, kaynakların ve sessiz kalmış hakikatin sadık hafızasını mı? Göksel Aymaz yazdı.

Tarih, büyük ve güçlü bir bilgilenme alanı. Hayatın dağınık ya da birbiriyle ilgisiz görünen bilgilerini bütünleyen bir özelliği var. Dünyanın acayip işlerine şaşmadan bakabilmek onunla mümkün olabiliyor. Macarlarla akrabalığımızın on beş bin yıl öncesine gittiğini, ama bu akrabalığa dayanarak bugün Macarların Türk olduğunu söyleyemeyeceğimizi (bunu fazla trajik bir olay gibi görmeden) kabul edebilmek, mesela, ancak tarih bilmekle olabiliyor.

Tarih biliminin bu topraklarda Bodrumlu Herodot’a dayanan verimli bir başlangıcı var. Behcetü’t-Tevârîh’in yazarı Şükrullah Efendi’den, Taşköprülüzâde Ahmet’ten gelip, risaleleriyle meşhur Koçi Bey’e, Osmanlı’nın en büyük “polihistor”u (çok şey bileni) Kâtip Çelebi’ye, oradan Tarih-i Cevdet müellifi Abdullah Cevdet’e uzanan silsilenin Cumhuriyet devrindeki Ömer Lütfi Barkan, Fuat Köprülü gibi temsilcileri arasında adı ilk sırada anılan, şüphesiz ki, Halil İnalcık’tır.

Şeyh-ül Meverrihin – Tarihçilerin Şeyhi

Tarih alanındaki üstün çalışmaları nedeniyle ‘Tarihçilerin Kutbu’ olarak bilinen Halil İnalcık, bundan dokuz yıl önce, 25 Temmuz 2016’da çoklu organ yetmezliği nedeniyle Ankara’da tedavi gördüğü hastanede 100 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Çalışmaları birçok dile çevrilmiş ve araştırmalarıyla gerek Türkiye’de gerek yurtdışında büyük unvanlar kazanmış bir isim olan İnalcık, Cambridge International Biographical Center tarafından dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim insanı arasında gösterilmiştir. Onlarca kitabı, 300’ü aşkın akademik makalesiyle özellikle Osmanlı tarihine büyük katkılar sağlamış ve üniversitede akademisyenlik yaptığı süre boyunca İlber Ortaylı gibi bilinen, tanınan önemli tarihçilerin hocalığını yapmıştır. Zaten yetiştirdiği öğrencilerden ötürü kendisine Şeyh-ûl Müverrihin (Tarihçilerin Şeyhi) de denmiştir.

Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey ile Ayşe Bahriye Hanım’ın çocuğu olan İnalcık, İstanbul’da 1916’da dünyaya geldi. Ailesi, 1924’de Ankara’ya yerleşti. Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde başlayan orta öğrenimini Balıkesir Muallim Lisesi’nde tamamladı. Burada Abdülbaki Gölpınarlı’nın öğrencisi oldu ve ondan divan edebiyatını öğrenerek şiirler yazmaya başladı. O yıllarda temel ilgisi edebiyattı. Daha on altı, on yedi yaşında Fuzûlî’nin külliyatına erişip tamamını okudu. Fransızca öğrenip Lamartine, Baudelaire, Mallarmé, Rimbaud gibi büyük Fransız şairleriyle tanıştı. Edebiyata ilgisi had safhada olsa da liseyi bitirdikten sonra, 1936’da, bir yıl önce açılan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tarih Bölümü’ne kayıt oldu. Mezuniyetinden sonra burada asistan olarak akademik kariyerine başladı. “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” başlıklı teziyle “doktor” unvanını alarak bu üniversitede profesörlüğe kadar yükseldi. Yakın çevresine, “Aslında tarihçi değil, edebiyatçı olmak istiyordum, ama üniversitede sadece tarih asistanlığı kadrosu mevcuttu ve benim de bu kadroya ihtiyacım vardı” dediği söylenir.

Osmanlı Tarihi Kürsüsü

Osmanlı tarihini sosyal ve ekonomik alanlara ağırlık vererek inceleyen Halil İnalcık, sonraki senelerde yurtdışında Columbia, Princeton, Harvard gibi prestijli üniversitelerde misafir profesör olarak dersler vermiştir. 1972’de Ankara Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra, Chicago Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi Kürsüsü’nü kurdu ve 1986 yılına kadar burada çalıştı. Başyapıtı sayılan, The Ottoman: Empire The Classical Age 1300-1600 adlı eserini de 1973’de burada yayımladı.

1992’de Bilkent Üniversitesi tarafından davet edilen İnalcık, Türkiye’ye dönerek bu üniversitenin Tarih Bölümü’nü kurdu ve önemli eserlerin yer aldığı zengin kütüphanesini buraya bağışladı. İnalcık, hayatının sonuna kadar Bilkent’te ders vermeye devam etti. Her biri artık klâsik ve temel kaynak niteliğinde çok sayıda eseri bulunan Halil İnalcık, son senelerini Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını, ihmal edilmiş kaynaklara dayanarak yeniden yazmaya ayırdı, Osmanlı edebiyatı ve sosyal eğlence tarihi üzerine de önemli eserler verdi. Son günlerine kadar yoğun biçimde çalıştı ve yazdı.

Öldüğünde, Bakanlar Kurulu kararıyla Fatih Camii Haziresi’ne defnedildi. İnalcık için, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla mermerden ve geleneksel tarzda bir “ulema kabri” inşa edildi. Tarihçilerin Kutbu, şimdi bu hazirede, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek rütbeli ve önemli askerleri ile bürokratlarının yanı sıra Fatih Türbedârı ve “Melâmî kutbu” Ahmed Âmiş Efendi ve çok sayıda din âlimi ve yine Türk tarihçiliğinin en büyük isimlerinden olan Cevdet Paşa ile beraber yatmaktadır. Kabri, 11. asırda Kâşgârlı Mahmud’un kaleme aldığı ve Türkçe’nin ilk sözlüğü olan “Divan-ı Lügati’t-Türk”ü bulan, içerisinde çok önemli yazmaların yer aldığı kütüphanesini de Fatih’te “Millet Kütüphanesi” hâline getiren Osmanlı âlimi Ali Emîrî Efendi’nin kabrinin biraz ilerisindedir.

Olan şeyle olmayan şeyi ayırt etmek

İnalcık, belgeye, birincil kaynaklara dayalı somut çalışmaların sahibi ve dolayısıyla “arşivden çıkmayan” bir tarihçi olarak tanınsa da küçümsemek maksadıyla “veri toplayıcı” denilen tarihçilerden değildir. Somut veri kuşkusuz ki önemlidir tarihte. Tarih biliminin büyük ve saygın ismi Eric Hobsbawm, “Olan şeylerle olmayan şeyler arasındaki ayrım olmadan tarihin de olamayacağına inananlardanım” der. Bir şey ya olmuştur ya da olmamıştır; tarih biliminin ilk ve temel ilkesi budur. Roma, Pön savaşlarında Kartaca’yı yenilgiye uğratmış ve yok etmiştir, bunun tersi olmamıştır. İnalcık’ın hassasiyeti de buradadır, olan şeyle olmayan şeyi ayırt etmek istemiştir.

Olguları kendimiz icat edemeyiz. Aksi, İnalcık’ın ilminde “katıyen memnu”dur; olgu yerine kurguyu koyamayız. Ama maalesef tarih hakkında bilgilenmenin Türkiye versiyonunda bunu yapıyoruz, olguyu değil, kurguyu esas alıyoruz; İnalcık’tan Osmanlılar’ı okumuyoruz da TRT’den “Kuruluş: Osman”ı izliyoruz.

Tarihin ideolojik kullanımı

Tarih denen malzeme üzerinde yürütülen işlem, genelde üç türlüdür. Ya tarihi bir verinin, bir belgenin, bir bulgunun tarih bilgisi için önemini ve kıymetini açığa çıkarmak içindir bu işlem, ya ilgili malzemenin ortaya koyduğu bilgiden hareketle tarih bilimindeki farklı ekolleri, akımları ve görüşleri eleştirel bir gözden geçirmeye açmak içindir, ya da sadece konjonktüreldir, yani tarihle ilgilenme sebebimiz geçmiş dediğimiz şeyin bugünün ihtiyaçlarına, genellikle de politik ihtiyaçlarına göre anlaşılması ve mümkünse buna göre yeniden biçimlendirilmesi içindir. Bu sonuncu türden ilgiler bilimsellik ölçütüyle tanımlanan ilk iki türü devre dışı bırakır. Dolayısıyla, bilimsel değil ideolojiktir. Yetiştirdiğimiz onca tarihçiye rağmen bizde baskın tür budur.

Tarihin bu şekilde ideolojik kullanımı, ağırlıklı olarak, günümüz kitle toplumu yaşantısında ve o yaşantının ürünü olarak kitle kültüründe görülür. Osmanlı Baroğunu Bâki’nin şiirlerinden, Sinan’ın mimarisinden değil de TOKİ’nin kamu binası tasarımlarından öğrenmemiz, Kayı Boyu’nu Osmanlı’ya “uydurma soy ağacı” yontanlara kızan İnalcık’tan değil, Eminönü’nün işporta tezgâhlarında tanesi elli liraya satılan bez berelerden anlamaya çalışmamız, hep bundandır.

Kuruluş: Osman mı, Devlet-i Aliyye mi?

Kitle kültüründe tarih, bizde olduğu gibi, televizyon dizilerinden öğrenilir. Gerek şimdinin Osmanlı dönem dizileri gerekse geçmişten bugüne tüm Bizans, Kara Murat, Malkoçoğlu, Çanakkale ve Atatürk filmleri, şüphesiz ki basitçe birer “tarihsel fantezi” değillerdir. Resmi ve popüler milliyetçiliğin her daim aktif olduğu Türkiye’de bu tür yapımları hiçbir zaman “tarihsel fantezi” hafifliğinde olmadı, daima bunun ötesinde bir şeyleri, geçmişin bugünün ihtiyaçlarına göre anlaşılması arzusunu temsil ettiler.  Türk halkının geçmiş diye izlediği şimdidir, böyle algılanması istenmiştir.

Yaşadığımız dünya hakkında bilgi edinme, bellek oluşturma ve giderek bir tarih bilincine erişmekten yoksun kılındığımız hayat, olguya değil kurguya inanmanın, simülasyonu hakikat bilmenin koşulunu da hazırlıyor. Bundan bir parça yakayı sıyırmış olanlarımız, TRT’de “Kuruluş: Osman”a itibar etmeyenlerimiz bile, Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin meraka düştüğünde İnalcık’ın Devlet-i Aliyye’sine günlerini, haftalarını vermek yerine bir YouTube videosuyla on beş dakikada hallediyor bu işi.

Örgütlenmiş bilgi

Kitabın gördüğü işi göremez video. Kitap, örgütlenmiş bilgidir. İnalcık’ın kitapları ise tamamen olmuş olana ait olanla, olguyla kurulmuş bilgiyi örgütlemiştir. Tabii böyle sıkça “veri”, “olgu” derken tarihçilerin çoğunlukla “ayrıntılara fazla yoğunlaşıp genel olanı gözden kaçırmak” diye bir kabahatle itham edildiklerini de unutmamak gerek. Böyle dar görüşlü bir tarihçi de değildir İnalcık. Bir dönem (diyelim ki Osmanlı’nın klasik çağı) üzerinde uzmanlaşırken, çalışma konusunu, başka dönemlerde kökleri veya uzantıları, başka dönemlerde paralellikleri olan bir unsurun özel bir temsili olarak ele alır, tamamen kendine özgü bir unsur olarak görmez. Tarihsel olgular onun nazarında bu bakımdan yorumdan âzâde değildir.

Fakat yorumda da ipin ucu kaçmaz. Bizde genel olarak düşünce dünyası Türkiyeli entelektüelin güncel sorunlara tutkunluğuyla belirlenmiş olduğundan, bilhassa sosyal bilimler daima politikanın içinde yer almış, bunun bir sonucu olarak da olguyu yorumlamada bazen aşırıya kaçabilmiştir. Bizde sosyal bilimler, “Devlet-i Âli Osmanî’nin bekası” ile kendini görevli kılmış Osmanlı münevverinden devralınmış bir gelenekle, modernleşmenin yarattığı sorunların çözümünü kendine görev edinmiş Cumhuriyet aydınının elinde toplumsal sorunlara çare arayışı olarak biçimlenmiştir. Divan’ında Mustafa Reşit Paşa’ya kaside yazıp 1848 Devrimi’nde Panthéon’un tepesine bayrak asan Şinasi, ya da Abdülhamid’e özel olarak ekonomi politik dersi veren, Darülfünun’un ilk açılışına önayak olan Münif Paşa ve nihayet, “Türkiye’de sosyolojinin ilk müdafii” olan Mustafa Suphi’nin, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu olması, sosyal bilimlerin Osmanlı’ya uzanan politik geleneğini yeterince ortaya koyar. Politikayla iç içe geçmiş olmanın belki de kaçınılmaz bir sonucu olarak, sosyal bilimlerin Cumhuriyet evresi değerlendirilirken de düşünsel düzey ve kıymetten ziyade, politik konumlar ve taraflılık ön plana çıkmıştır. Buna göre, Yusuf Akçura, Munis Tekinalp, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Nurettin Topçu gibi “gericiler”, Niyazi Berkes, Behice Boran, Cavit Orhan Tütengil, Cahit Tanyol gibi “ilericiler” vardır. Bunların yanında bir de Hilmi Ziya Ülken, Sabri Ülgener, Cemil Meriç ve Şerif Mardin gibi herhangi bir politik kampa dâhil olmamış “araftakiler” vardır. Halil İnalcık da bu tasnifte “arafta”dır.

Gerçeğin tarafından olmak

Arafta olmak bir tarafta olmamak değildir; en azından gerçeğin tarafında olmak demektir. Onun belgeye dayalı tarih bilgisi alabildiğine nesneldir, tarihsel hakikatin ta kendisidir. Biricik karakterimizin, ölümüne özdeşleştiğimiz davalar, ülküler, futbol takımları, siyasi partiler, pop ikonlarının peşinde silinip gitmekte oluşunun, bireyliğimiz ve özneliğimizin geleceğimizi teslim ettiğimiz bitmez tükenmez babaların elinde yok oluşunun sebeplerini biz onun Osmanlı’nın patriyarkal kurumları ve ilişkileri hakkında ortaya koyduğu nesnel bilgilerle daha iyi anlayabiliyoruz.

Tarihin şaşmaz hakikati bütünlüklü bir entelektüel projeye bağlandığında, hem dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğimizi anlamada hem de nereye doğru gitmekte olduğumuz hakkında bir fikir edinmede yardımcı olur.

Yaşadığımız günün gerçekliği, tarih denen büyük hakikatin şimdideki bilgisini içerir. Tarihsel hakikatin şimdideki bilgisi, fazlasıyla ümit kırıcı. Ama o hakikatin “iki ayağı üzerinde doğrulan insan” gibi güzel bir başlangıcı var ve olaylar dizgesinde sonu tümüyle başlangıçtan kurtaran bir sihir de henüz bulunabilmiş değil. Şimdiki zamanın hâkimleri tarih üzerinde otorite kurmak, onu kurgulamak isteseler de bu değişmez. Hem belki tarih de farklı bir kurgu üzerinde çalışıyor olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

Göksel Aymaz
Göksel Aymaz
Göksel Aymaz – Yazar, gazeteci ve akademisyen. 1969'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde Sosyal Antropoloji okudu. Varlık, Evrensel Kültür, Hürriyet Gösteri, Virgül, Defter, Radikal İki, Milliyet Sanat, Cumhuriyet, Gazete Duvar ve T24'te gündelik yaşam, sosyal teori ve kültür sosyolojisi üzerine yazılar yazdı. Nâzım Hikmet ve “Memleketimden İnsan Manzaraları" Örneği adlı tez çalışmasıyla da doktora derecesi aldı. Bu tezden üretilen Kalabalığın İçinde Kalabalıkla Beraber: Nazım Hikmet ve Memleket (2012) adlı kitabıyla Nâzım Hikmet Araştırma Ödülü’nü (2013) kazandı. Başlıca eserleri şunlar: Popüler Gerilim (2004), Bilebilmenin Mutluluğu (2011), Bir Ulu Irmak (2021) ve Militan İyimserlik (2021).

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Tarihçilerin kutbu Halil İnalcık: Kurguya karşı, olgudan yana

Tarihi hakikatle kurgu arasında savrulan bir çağda, Halil İnalcık bize neyi hatırlatıyor? Belgelerin, kaynakların ve sessiz kalmış hakikatin sadık hafızasını mı? Göksel Aymaz yazdı.

Tarih, büyük ve güçlü bir bilgilenme alanı. Hayatın dağınık ya da birbiriyle ilgisiz görünen bilgilerini bütünleyen bir özelliği var. Dünyanın acayip işlerine şaşmadan bakabilmek onunla mümkün olabiliyor. Macarlarla akrabalığımızın on beş bin yıl öncesine gittiğini, ama bu akrabalığa dayanarak bugün Macarların Türk olduğunu söyleyemeyeceğimizi (bunu fazla trajik bir olay gibi görmeden) kabul edebilmek, mesela, ancak tarih bilmekle olabiliyor.

Tarih biliminin bu topraklarda Bodrumlu Herodot’a dayanan verimli bir başlangıcı var. Behcetü’t-Tevârîh’in yazarı Şükrullah Efendi’den, Taşköprülüzâde Ahmet’ten gelip, risaleleriyle meşhur Koçi Bey’e, Osmanlı’nın en büyük “polihistor”u (çok şey bileni) Kâtip Çelebi’ye, oradan Tarih-i Cevdet müellifi Abdullah Cevdet’e uzanan silsilenin Cumhuriyet devrindeki Ömer Lütfi Barkan, Fuat Köprülü gibi temsilcileri arasında adı ilk sırada anılan, şüphesiz ki, Halil İnalcık’tır.

Şeyh-ül Meverrihin – Tarihçilerin Şeyhi

Tarih alanındaki üstün çalışmaları nedeniyle ‘Tarihçilerin Kutbu’ olarak bilinen Halil İnalcık, bundan dokuz yıl önce, 25 Temmuz 2016’da çoklu organ yetmezliği nedeniyle Ankara’da tedavi gördüğü hastanede 100 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Çalışmaları birçok dile çevrilmiş ve araştırmalarıyla gerek Türkiye’de gerek yurtdışında büyük unvanlar kazanmış bir isim olan İnalcık, Cambridge International Biographical Center tarafından dünyada sosyal bilimler alanında sayılı 2000 bilim insanı arasında gösterilmiştir. Onlarca kitabı, 300’ü aşkın akademik makalesiyle özellikle Osmanlı tarihine büyük katkılar sağlamış ve üniversitede akademisyenlik yaptığı süre boyunca İlber Ortaylı gibi bilinen, tanınan önemli tarihçilerin hocalığını yapmıştır. Zaten yetiştirdiği öğrencilerden ötürü kendisine Şeyh-ûl Müverrihin (Tarihçilerin Şeyhi) de denmiştir.

Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey ile Ayşe Bahriye Hanım’ın çocuğu olan İnalcık, İstanbul’da 1916’da dünyaya geldi. Ailesi, 1924’de Ankara’ya yerleşti. Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde başlayan orta öğrenimini Balıkesir Muallim Lisesi’nde tamamladı. Burada Abdülbaki Gölpınarlı’nın öğrencisi oldu ve ondan divan edebiyatını öğrenerek şiirler yazmaya başladı. O yıllarda temel ilgisi edebiyattı. Daha on altı, on yedi yaşında Fuzûlî’nin külliyatına erişip tamamını okudu. Fransızca öğrenip Lamartine, Baudelaire, Mallarmé, Rimbaud gibi büyük Fransız şairleriyle tanıştı. Edebiyata ilgisi had safhada olsa da liseyi bitirdikten sonra, 1936’da, bir yıl önce açılan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tarih Bölümü’ne kayıt oldu. Mezuniyetinden sonra burada asistan olarak akademik kariyerine başladı. “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” başlıklı teziyle “doktor” unvanını alarak bu üniversitede profesörlüğe kadar yükseldi. Yakın çevresine, “Aslında tarihçi değil, edebiyatçı olmak istiyordum, ama üniversitede sadece tarih asistanlığı kadrosu mevcuttu ve benim de bu kadroya ihtiyacım vardı” dediği söylenir.

Osmanlı Tarihi Kürsüsü

Osmanlı tarihini sosyal ve ekonomik alanlara ağırlık vererek inceleyen Halil İnalcık, sonraki senelerde yurtdışında Columbia, Princeton, Harvard gibi prestijli üniversitelerde misafir profesör olarak dersler vermiştir. 1972’de Ankara Üniversitesi’nden emekli olduktan sonra, Chicago Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi Kürsüsü’nü kurdu ve 1986 yılına kadar burada çalıştı. Başyapıtı sayılan, The Ottoman: Empire The Classical Age 1300-1600 adlı eserini de 1973’de burada yayımladı.

1992’de Bilkent Üniversitesi tarafından davet edilen İnalcık, Türkiye’ye dönerek bu üniversitenin Tarih Bölümü’nü kurdu ve önemli eserlerin yer aldığı zengin kütüphanesini buraya bağışladı. İnalcık, hayatının sonuna kadar Bilkent’te ders vermeye devam etti. Her biri artık klâsik ve temel kaynak niteliğinde çok sayıda eseri bulunan Halil İnalcık, son senelerini Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını, ihmal edilmiş kaynaklara dayanarak yeniden yazmaya ayırdı, Osmanlı edebiyatı ve sosyal eğlence tarihi üzerine de önemli eserler verdi. Son günlerine kadar yoğun biçimde çalıştı ve yazdı.

Öldüğünde, Bakanlar Kurulu kararıyla Fatih Camii Haziresi’ne defnedildi. İnalcık için, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla mermerden ve geleneksel tarzda bir “ulema kabri” inşa edildi. Tarihçilerin Kutbu, şimdi bu hazirede, Osmanlı İmparatorluğu’nun yüksek rütbeli ve önemli askerleri ile bürokratlarının yanı sıra Fatih Türbedârı ve “Melâmî kutbu” Ahmed Âmiş Efendi ve çok sayıda din âlimi ve yine Türk tarihçiliğinin en büyük isimlerinden olan Cevdet Paşa ile beraber yatmaktadır. Kabri, 11. asırda Kâşgârlı Mahmud’un kaleme aldığı ve Türkçe’nin ilk sözlüğü olan “Divan-ı Lügati’t-Türk”ü bulan, içerisinde çok önemli yazmaların yer aldığı kütüphanesini de Fatih’te “Millet Kütüphanesi” hâline getiren Osmanlı âlimi Ali Emîrî Efendi’nin kabrinin biraz ilerisindedir.

Olan şeyle olmayan şeyi ayırt etmek

İnalcık, belgeye, birincil kaynaklara dayalı somut çalışmaların sahibi ve dolayısıyla “arşivden çıkmayan” bir tarihçi olarak tanınsa da küçümsemek maksadıyla “veri toplayıcı” denilen tarihçilerden değildir. Somut veri kuşkusuz ki önemlidir tarihte. Tarih biliminin büyük ve saygın ismi Eric Hobsbawm, “Olan şeylerle olmayan şeyler arasındaki ayrım olmadan tarihin de olamayacağına inananlardanım” der. Bir şey ya olmuştur ya da olmamıştır; tarih biliminin ilk ve temel ilkesi budur. Roma, Pön savaşlarında Kartaca’yı yenilgiye uğratmış ve yok etmiştir, bunun tersi olmamıştır. İnalcık’ın hassasiyeti de buradadır, olan şeyle olmayan şeyi ayırt etmek istemiştir.

Olguları kendimiz icat edemeyiz. Aksi, İnalcık’ın ilminde “katıyen memnu”dur; olgu yerine kurguyu koyamayız. Ama maalesef tarih hakkında bilgilenmenin Türkiye versiyonunda bunu yapıyoruz, olguyu değil, kurguyu esas alıyoruz; İnalcık’tan Osmanlılar’ı okumuyoruz da TRT’den “Kuruluş: Osman”ı izliyoruz.

Tarihin ideolojik kullanımı

Tarih denen malzeme üzerinde yürütülen işlem, genelde üç türlüdür. Ya tarihi bir verinin, bir belgenin, bir bulgunun tarih bilgisi için önemini ve kıymetini açığa çıkarmak içindir bu işlem, ya ilgili malzemenin ortaya koyduğu bilgiden hareketle tarih bilimindeki farklı ekolleri, akımları ve görüşleri eleştirel bir gözden geçirmeye açmak içindir, ya da sadece konjonktüreldir, yani tarihle ilgilenme sebebimiz geçmiş dediğimiz şeyin bugünün ihtiyaçlarına, genellikle de politik ihtiyaçlarına göre anlaşılması ve mümkünse buna göre yeniden biçimlendirilmesi içindir. Bu sonuncu türden ilgiler bilimsellik ölçütüyle tanımlanan ilk iki türü devre dışı bırakır. Dolayısıyla, bilimsel değil ideolojiktir. Yetiştirdiğimiz onca tarihçiye rağmen bizde baskın tür budur.

Tarihin bu şekilde ideolojik kullanımı, ağırlıklı olarak, günümüz kitle toplumu yaşantısında ve o yaşantının ürünü olarak kitle kültüründe görülür. Osmanlı Baroğunu Bâki’nin şiirlerinden, Sinan’ın mimarisinden değil de TOKİ’nin kamu binası tasarımlarından öğrenmemiz, Kayı Boyu’nu Osmanlı’ya “uydurma soy ağacı” yontanlara kızan İnalcık’tan değil, Eminönü’nün işporta tezgâhlarında tanesi elli liraya satılan bez berelerden anlamaya çalışmamız, hep bundandır.

Kuruluş: Osman mı, Devlet-i Aliyye mi?

Kitle kültüründe tarih, bizde olduğu gibi, televizyon dizilerinden öğrenilir. Gerek şimdinin Osmanlı dönem dizileri gerekse geçmişten bugüne tüm Bizans, Kara Murat, Malkoçoğlu, Çanakkale ve Atatürk filmleri, şüphesiz ki basitçe birer “tarihsel fantezi” değillerdir. Resmi ve popüler milliyetçiliğin her daim aktif olduğu Türkiye’de bu tür yapımları hiçbir zaman “tarihsel fantezi” hafifliğinde olmadı, daima bunun ötesinde bir şeyleri, geçmişin bugünün ihtiyaçlarına göre anlaşılması arzusunu temsil ettiler.  Türk halkının geçmiş diye izlediği şimdidir, böyle algılanması istenmiştir.

Yaşadığımız dünya hakkında bilgi edinme, bellek oluşturma ve giderek bir tarih bilincine erişmekten yoksun kılındığımız hayat, olguya değil kurguya inanmanın, simülasyonu hakikat bilmenin koşulunu da hazırlıyor. Bundan bir parça yakayı sıyırmış olanlarımız, TRT’de “Kuruluş: Osman”a itibar etmeyenlerimiz bile, Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin meraka düştüğünde İnalcık’ın Devlet-i Aliyye’sine günlerini, haftalarını vermek yerine bir YouTube videosuyla on beş dakikada hallediyor bu işi.

Örgütlenmiş bilgi

Kitabın gördüğü işi göremez video. Kitap, örgütlenmiş bilgidir. İnalcık’ın kitapları ise tamamen olmuş olana ait olanla, olguyla kurulmuş bilgiyi örgütlemiştir. Tabii böyle sıkça “veri”, “olgu” derken tarihçilerin çoğunlukla “ayrıntılara fazla yoğunlaşıp genel olanı gözden kaçırmak” diye bir kabahatle itham edildiklerini de unutmamak gerek. Böyle dar görüşlü bir tarihçi de değildir İnalcık. Bir dönem (diyelim ki Osmanlı’nın klasik çağı) üzerinde uzmanlaşırken, çalışma konusunu, başka dönemlerde kökleri veya uzantıları, başka dönemlerde paralellikleri olan bir unsurun özel bir temsili olarak ele alır, tamamen kendine özgü bir unsur olarak görmez. Tarihsel olgular onun nazarında bu bakımdan yorumdan âzâde değildir.

Fakat yorumda da ipin ucu kaçmaz. Bizde genel olarak düşünce dünyası Türkiyeli entelektüelin güncel sorunlara tutkunluğuyla belirlenmiş olduğundan, bilhassa sosyal bilimler daima politikanın içinde yer almış, bunun bir sonucu olarak da olguyu yorumlamada bazen aşırıya kaçabilmiştir. Bizde sosyal bilimler, “Devlet-i Âli Osmanî’nin bekası” ile kendini görevli kılmış Osmanlı münevverinden devralınmış bir gelenekle, modernleşmenin yarattığı sorunların çözümünü kendine görev edinmiş Cumhuriyet aydınının elinde toplumsal sorunlara çare arayışı olarak biçimlenmiştir. Divan’ında Mustafa Reşit Paşa’ya kaside yazıp 1848 Devrimi’nde Panthéon’un tepesine bayrak asan Şinasi, ya da Abdülhamid’e özel olarak ekonomi politik dersi veren, Darülfünun’un ilk açılışına önayak olan Münif Paşa ve nihayet, “Türkiye’de sosyolojinin ilk müdafii” olan Mustafa Suphi’nin, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu olması, sosyal bilimlerin Osmanlı’ya uzanan politik geleneğini yeterince ortaya koyar. Politikayla iç içe geçmiş olmanın belki de kaçınılmaz bir sonucu olarak, sosyal bilimlerin Cumhuriyet evresi değerlendirilirken de düşünsel düzey ve kıymetten ziyade, politik konumlar ve taraflılık ön plana çıkmıştır. Buna göre, Yusuf Akçura, Munis Tekinalp, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Nurettin Topçu gibi “gericiler”, Niyazi Berkes, Behice Boran, Cavit Orhan Tütengil, Cahit Tanyol gibi “ilericiler” vardır. Bunların yanında bir de Hilmi Ziya Ülken, Sabri Ülgener, Cemil Meriç ve Şerif Mardin gibi herhangi bir politik kampa dâhil olmamış “araftakiler” vardır. Halil İnalcık da bu tasnifte “arafta”dır.

Gerçeğin tarafından olmak

Arafta olmak bir tarafta olmamak değildir; en azından gerçeğin tarafında olmak demektir. Onun belgeye dayalı tarih bilgisi alabildiğine nesneldir, tarihsel hakikatin ta kendisidir. Biricik karakterimizin, ölümüne özdeşleştiğimiz davalar, ülküler, futbol takımları, siyasi partiler, pop ikonlarının peşinde silinip gitmekte oluşunun, bireyliğimiz ve özneliğimizin geleceğimizi teslim ettiğimiz bitmez tükenmez babaların elinde yok oluşunun sebeplerini biz onun Osmanlı’nın patriyarkal kurumları ve ilişkileri hakkında ortaya koyduğu nesnel bilgilerle daha iyi anlayabiliyoruz.

Tarihin şaşmaz hakikati bütünlüklü bir entelektüel projeye bağlandığında, hem dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğimizi anlamada hem de nereye doğru gitmekte olduğumuz hakkında bir fikir edinmede yardımcı olur.

Yaşadığımız günün gerçekliği, tarih denen büyük hakikatin şimdideki bilgisini içerir. Tarihsel hakikatin şimdideki bilgisi, fazlasıyla ümit kırıcı. Ama o hakikatin “iki ayağı üzerinde doğrulan insan” gibi güzel bir başlangıcı var ve olaylar dizgesinde sonu tümüyle başlangıçtan kurtaran bir sihir de henüz bulunabilmiş değil. Şimdiki zamanın hâkimleri tarih üzerinde otorite kurmak, onu kurgulamak isteseler de bu değişmez. Hem belki tarih de farklı bir kurgu üzerinde çalışıyor olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

Göksel Aymaz
Göksel Aymaz
Göksel Aymaz – Yazar, gazeteci ve akademisyen. 1969'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde Sosyal Antropoloji okudu. Varlık, Evrensel Kültür, Hürriyet Gösteri, Virgül, Defter, Radikal İki, Milliyet Sanat, Cumhuriyet, Gazete Duvar ve T24'te gündelik yaşam, sosyal teori ve kültür sosyolojisi üzerine yazılar yazdı. Nâzım Hikmet ve “Memleketimden İnsan Manzaraları" Örneği adlı tez çalışmasıyla da doktora derecesi aldı. Bu tezden üretilen Kalabalığın İçinde Kalabalıkla Beraber: Nazım Hikmet ve Memleket (2012) adlı kitabıyla Nâzım Hikmet Araştırma Ödülü’nü (2013) kazandı. Başlıca eserleri şunlar: Popüler Gerilim (2004), Bilebilmenin Mutluluğu (2011), Bir Ulu Irmak (2021) ve Militan İyimserlik (2021).

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x