Yaratım sürecinin toplumsal yaşantıya yansımaları ve yaratacağı etki genelde öngörülemiyor. Ancak bu etkinin açacağı yeni damarlara eklemlenmenin ortaya çıkaracağı savaşım süreçleri çoğunlukla eserin çıkış noktasını ve bunun yarattığı etkiyi gölgede bırakıyor.
Günümüzde bir eseri ortaya çıkarmaktan öte onu korumak başlı başına bir sorun.
Sanatın tüm alanlarında bu tartışma yaşanırken edebiyat bu konuda ipi en önde göğüsleyen alan olabilir. Son olarak Mine Kırıkkanat ve Elif Şafak arasında yaşanan intihal tartışması pek çok açıdan ele alınmayı hak ediyor. Sınırları ve kapsamı tam olarak saptanamamış bir konu, içinden çıktığı alanın sınırlarına nasıl sıkışıp kalabilir ki?
Edebiyatın sınırlarında başlamış bir kavganın hukuk, etik, sosyoloji ve psikolojinin sınırlarına bulaşmadan yolculuğunu tamamlaması mümkün olamayacağına göre bu duruma görünen anlamlar dışında yükleyebileceğimiz daha farklı anlamlar da olabilir pekâlâ. Acaba gerçekten ‘intihal’ diye bir kavram var mıdır? Yoksa devingen yelpazede yer bulamayanların dikkat dağıtarak aldıkları intikama edebiyat üzerinden yardım ve yataklık mı yapılıyor?
Zülfü Livaneli – Kardeşimin Hikâyesi
İntihal konusunun ortaya çıkış gerekçeleri ve yarattığı etki, bir metnin tarihsel izini sürmeyi zorunluluk haline getiriyor her şeyin ötesinde. Edebiyat tarihi pek çok intihal tartışmasına tanıklık ettiyse de hiçbiri Nurşen Karayanız’ın Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikâyesi kitabını birebir kopya etmesi ve kendi kitabı olarak yayımlaması gibi bir durumla kıyaslanacak oyluma sahip değil. Bu işin zirve noktası burası… Bu yüzden ilk soruyu bu noktadan sormak zorundayız. Bu tartışmanın akıbeti hakkında bugüne dek ulaşılabilmiş ne var elimizde? Bir dava açıldığı yönündeki bilgiden farklı bir haber yapıldı mı bu konuda? Kitabın toplatıldığı ve satıştan kaldırıldığı dışında bir şey bildiğimizi söyleyebilir miyiz?
Kitap internet satış noktalarında “stokta yok” şeklinde ifade ediliyor. Sahaflarda ise satışı devam ediyor. Bu durumda “intihal” olayını bir sosyal medya içerik etkinliğine dönüştürmek hangi alanın zaafından kaynaklanıyor, diye sormak da kaçınılmaz hale geliyor. Basının da çok ilgisini çeken bu konuda dünya edebiyatını da içine katarak yapılmış incelemeler var.[efn_note]https://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/656793-sanat-dunyasini-karistiran-intihal-tartismalari[/efn_note] Tüm incelemeler intihal iddialarını anlatıyor. Bu iddialar bugüne dek hangi işe yaradı ve hangi tartışma nasıl sonuçlandı?[efn_note]https://www.haberturk.com/polemik/haber/657128-bir-intihal-daha-var[/efn_note]
Toplumsal kuralları çiğneyen bir uygulamanın kamuoyu nezdinde hukuksal açıdan çözümlenemiyormuş gibi görünmesi edebiyata her intihal girişiminden daha fazla zarar vermekte… Edebiyat ortamının konuya gösterdiği tepki de bu beklentileri köpürttüğüne göre eksik olan şeyi yanlış yerde arıyor olabiliriz. Konu intihal başlığıyla sorgulandığında yazarların ve şairlerin özgün olmayı başat öge olarak ele alan açıklamalar yaptığına tanıklık ediyoruz. Herkes özgün eser yazmak gerektiği konusunda sonsuz bir uzlaşı kıvamını tutturmuş görünüyor. Bu durumda şunu da sormak zorundayız: Şair ve yazarlar kaleme aldıkları her eseri daha önce kurulmamış cümlelerle kurma kaygısına bu denli sahipse Gogol’un paltosundan çıkan tek kişi Fyodor Dostoyevski olabilir mi?
Birinin Palto’sundan çıkmamış olabilir miyiz?
İntihal kavramının çağrıştırdığı temel algının karşısına konulup edebiyatçının bayrağı haline getirilen özgün eser hedefi, tartışmaları polisiye bir alandan çıkarıp daha bilimsel bir alana taşımaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü intihal kadar özgünlüğün de sınırları tartışmalı.
Edebiyatçı Salih Bolat, özgün olmakla nitelik arasındaki ilişkiyi sorgularken bazen saçma sapan girişimleri tanımlarken de özgün ifadesinin kullanıldığını hatırlatıyor.[efn_note]Duygusal Düşünceler – Salih Bolat – Gendaş Kültür – Ekim 2000 – sayfa 105[/efn_note] Bolat’ın da altını çizdiği üzere topluma aykırı gelen, üstünde uzlaşılmış normların dışında kalan her uygulama için özgün ifadesi kullanılabildiğine göre aradığımız kıstas tek başına özgünlük olamaz.
Benzer bir konuyu dile getiren Enis Batur da özgün sözünün kazandığı yan anlamları görmezden gelmeden değerlendirmeler yapılması gerektiğini söylerken ifadelerinden temelde kendinden önce yazılmış tüm metinlerle ilişkisini koparmış bir metin olduğundan çok emin olmadığını anlıyoruz.[efn_note]Babil Yazıları – Enis Batur – AFA – Aralık 1986 – sf 43[/efn_note] Belki de herkese düşünüp konu hakkında çalışacak alan bırakmak için ifadelerini keskinleştirmiyor. Ama bu konudaki fikrini söylerken şairi ve yazarı yaşadıkları serüvenlerin anlatıcısı gibi görme eğiliminden duyduğu rahatsızlığı da ortaya koymaktan kendini alamadığına tanık oluyoruz. Özgün olmanın tek başına yeterince güçlü bir hedef olamayışı, intihal gerekçelerini araştıran tüm çalışmaların bilinç içi gerekçesi olarak ortaya konulan kurgusal tıkanıklıkların açıklaması adeta… Bu durumda daha güçlü parametrelere ihtiyaç duyacağız. Dolayısıyla bilinci aşan ayrıntıların kapısını çalmak kaçınılmaz hale geliyor.
Bu konuda akademik çalışmaların ayak izlerini takip ederek tercih ettikleri kaynaklara ulaşmak çok fazla zaman kazandıracağından bu yolu seçmek daha uygun geldi. Genellikle akademinin araştırma ve inceleme konuları içinde gördüğü, kültür sanat ortamlarının bir tartışma alanı olarak başvurduğu intihal olayının gerekçeleri hakkında Türkiye Bilimsel Araştırma Vakfı’nın çarpıcı tespitler yaptığını görüyoruz. TÜBA’nın hazırladığı bilimsel araştırma olan Etik ve Sorunları adlı kitapta, intihalin nedenleri dört başlık altında sıralanmakta…[efn_note]Bilimsel Araştırmada Etik ve Sorunları – Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları – Ağustos 2002[/efn_note] Toplumsal ve bireysel etik bilincin yerleşmemesi, sonucun her şeyden üstün bir değer olarak algılanması, nitelikten çok niceliğin saygınlık yarattığının düşünülmesi ve maddi gerekçeler, bir eseri önemli hale getirebilecek ayrıntılar bu kadar netleşmişken kişinin hırslarına yenik düşüp yanlış yollara sapmasının gerekçeleri olarak sıralanıyor.
İntihal – toplumsal bir bozulma
Etik edimler, bireyin çıkarları gereği yapmak zorunda olduğu her uygulamada toplumsal ortak paydayı gözeterek ve buna aykırı davranışlar yapma eğilimini davranışları içinden tamamen çıkararak elde edilebiliyor. Dolayısıyla bu zihniyetin oluşması bir kültürel sorun olarak ele alınmalı.
Akademisyen Fatih Altun’un metninde Geert Hofstede’den aktardığı kültür tanımı aradığımız cevaplara doğru bir adım atmamızı sağlayabilir.[efn_note]https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1508335[/efn_note] Çünkü Hosftede’ye göre kültür; öğrenme ile oluşmakta ve bu öğrenmede sosyal ortam etkili olmaktadır. Bu durumda etik ihlallerin bilinçsizce yapıldığını düşünmek için bir gerekçemiz kalmıyor. Doğruyu ve yanlışı öğrendiklerimizle kuruyorsak intihal düşüncesini kişisel bir örselenmeden çok toplumsal bir bozulmayla açıklamak için daha fazla gerekçeye ulaşmış oluyoruz. Bu durumun hukuk alanına yansımalarının daha farklı olmasını beklemek gereğinden fazla iyi niyetli bir girişim olmaz mı? Çünkü hukuksal alanla ilgili ilişkiyi de yakalanmamak üzerine kuruyoruz.
Toplumsal yararlılığın doğasını anlamaya çalışmak, kişinin uygulamalarındaki bilinç seviyesini ortaya koyması bakımından oldukça önemli. Bu durumda psikolojik sınırlar da bilinçsizce ya da fark etmeden yapılmış bir intihal uygulamasının toplum içinde var olma ehliyetini sorgulamayı gerektirdiğini, bilinç dâhilinde yapılmış olanının da etik argümanları bilerek deforme etme eğilimini ortaya koyacaktır.
Sorunlu aile ilişkileri Karamazov Kardeşler’in tekelinde mi?
Yazma eğilimine karşı koyamayan yazarın üretim etkinliğini hiçlik duygusunu onarma aracına dönüştürürken etik ilkelerin dayatmalarını da aşarak tüm toplumsal kuralları yakalanmamak üzerine kurgulaması, sınırları daha belirgin bir oyun alanı ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Edebiyat bu oyun alanı olmaya pek uygun görünmüyor. Çünkü bunu edebiyat içinde uygulamanın, kitap ve defter açılmasına izin verilerek yapılmış bir sınavda kopya çekme eğiliminde ısrar etmekten ve bundan mutluluk devşirmekten hiçbir farkı kalmıyor. Biçim ve içerik, içerik ve anlam ilişkisi bize yörüngedeki yerimizi bulma şansı tanımaya çalışırken, intihal, yörüngedeki yerimizi unutturmaya çalışmak anlamına geliyor.
Ünlü bir insanın hayatı hakkında deliller toplayarak biyografik eserini yazmış iki yazarın çalışması intihal olarak değerlendirilebilir mi? Bir apartmanın bir dairesinde geçen olayı yazarın kendince yazmış olması neden intihal kapsamına girsin? Apartman aynı bile olsa… Bazen öykü aynı bile olsa… Sorunlu aile ilişkilerinin anlatıldığı bir kitapta rol almak Karamazov Kardeşler’in tekelinde midir?
Bir yazar yörüngedeki yerini ve izlerini neden unutturmak ister?
Bazen okuduğumuz bir eserin öykünüzü anlattığını hissettiğinizde derdimizin içerikle ilgili olmadığı konusuyla da yüzleşmiş oluruz. Ama yazarın bununla yüzleşmek yerine yörüngedeki izini silmeye ve yazdığı her şeyi ilk defa kendisinin düşündüğünü inanmamızı istemesinin gerekçeleri oldukça önemli. Oysa bizim de yazarın hayat ve kurgu içinde hangi yörüngede durduğunu bilmeye ihtiyacımız var. Dostoyevski Palto’yla kurduğu bağı ortaya koyarken yörüngedeki yeri ve izleri konusunda okura sonsuz bir evren açmadı mı?
Tüm edebiyat metinleri tek bir kitabın bölümleri olabilir mi?
İntihal kavramı yerine ‘izlerini silmeye çalışan yazar’ göstergesini kullanmış olmak, eğilimin ve niyetin derinliğini ortadan kaldırmıyor elbette. Ama cevaplanamamış sorular kişiye kendini bazen bir reklam filminin figüranı gibi de hissettirebilir. Bu durumda sorularımızı daha da derinleştirmek zorunda kalabiliriz. Çünkü silinmeye çalışılan izlerin neleri sakladığını bulabilirsek tüm sorularımız da cevaplanmış olacak.
Metni canlı bir mekanizma olarak düşünme eğilimi metinlerarasılık kuramıyla yeni ele alınmış olsa da yapılan çalışmalar bu uygulamanın çok uzun yıllara dayandığını ortaya koyuyor. Ancak adının yeni konmuş olması ve Postmodern kuram içinde çok daha geniş hareket alanı bulması, edebiyat otoritesinin kült ilkelerini alaşağı etmek üzere kurgulanmış birim unsurlar yaratarak etik kurallara yeni yorumlar getirdi kaçınılmaz olarak. Julia Kristeva’yla yola çıkarken her metni bir başka metnin devamı ya da edebiyat tarihindeki tüm metinleri tek bir metin gibi görme eğilimi olarak açıklanan bu düşünce, metinlerin arasındaki ilişkiyi saptama teknikleri açısından kuşkusuzdur ki işleri daha karmaşık hale getirdi. Bir metni birebir alıp kopyalamak dışındaki her uygulamayı bir sınıfa koyarak edebiyatın emir komuta zincirine ait tüm ezberleri bozulmuş oldu.[efn_note]Metinlerarasılık teorisinin kapsamı, kuramcıları ve bu konudaki incelemelerden yapılmış okumalar aşağıdaki linklerde verilmiştir. Ayrıca bu konuda Wikipedia ve çeşitli sözlüklerden de okumalar yapılmıştır.[/efn_note]
Bu teorinin metinler arasındaki ilişkiyi birbirinin türevi olarak ele alması, ortaya çıkan devingen süreçle beraber intihal kavramının kapsamını oldukça daraltıyor. İçerik konusunu eserin ve yazarın tekelinden çıkarıp onu yazıldığı döneme, edebiyat tarihindeki yerine ve yazarın algısına sıkışmaktan da kurtaran metinlerarası ilişki düşüncesi, yazarın edebi doygunluğa erişim sürecindeki haritasını silmek ve okurdan gizlemek yerine, bu sürece okuru da dâhil ettiği bir etkinlik alanı oluşturuyor. Bu yüzden intihal konusunu da bu ilişkilerden geriye kalanlar içinde aramak zorundayız. Çünkü bu kuram bir yazarın başka yazarlar ve metinlerle kurduğu açık ve gizli tüm bağları içeriyor.
Kurulmuş ya da icat edilmiş bir edebi akım olmaktan çok yıllarca uygulanıp günün birinde adı konmuş bir uygulama olduğu için yazın sistematiğinin doğasıyla da herhangi bir uyumsuzluk içermiyor. Diğer metinlerden etkilenmenin doğal sürecini, ‘direnilemeyen bir endişe’ olarak ele alan Harold Bloom, silinmeye çalışılan izlerin aslında ne denli önemli kaynaklar içerdiğini de ortaya koyuyor. Mikhail Bakhtin, Jean Genet, Michael Riffaterre gibi kuramcılar ise bir metnin ilk defa yazılmış olabilmesinin olanaksızlığına vurgu yaparken, ilk defa yazılmış olmasından çok metin, yazar ve okur arasındaki dinamik ilişkiye ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyorlar.
Metnin yazıldıktan sonra da dinamik işlevini sürdürmesiyle ilgili düşüncelerini yazar ve yazman tanımlamalarıyla ortaya koyan Roland Barthes’ın bu konuda daha keskin sınırlar ortaya koyduğunu görüyoruz. Dili üstünde tartışılmayacak bir bilgiyi aktarmak için kullananları yazman olarak tanımlarken, yazarı dili amaç olarak gören ve genel yazın kuralları dışındaki her mekanizmayı canlı tuttuğu için etkileşim sürecini devam ettiren metinler oluşturan kişi olarak tanımlıyor. Bu durumda ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına odaklanmamızı engelleyen düşünceler bizi intihal ile dış dünya arasındaki tecimsel ilişkinin algımızı nasıl kuşattığına götürecektir. Duyduklarını ya da anılarını aktardığında bunun tecimsel karşılığını alan -Barthes’ın tabiriyle- ‘yazman’ edebiyat ortamını bir bakıma manipüle ediyor.
Tarifsiz bir çelişkiye hapsolan yazar
Metnin genleşmesi ve daralmasının yanı sıra içerik değişkenleri ve yazarın üslubu arasında kurulan ilişkiyi olağan akış içinde açıklamaya çalışmak işin hukuksal ve etik boyutunu da değiştiriyor. Ceza ve yaptırımlar konusundaki muğlaklığın yanına tecimsel güdülenmeler eklendiğinde saygınlık arayışlarının haritası da büyük değişkenlikler göstermeye başlıyor. Özellikle okuru edilgen bir unsur ve tüketici olmaktan çıkarıp oyunun rol değişkenlerinden birine dönüştüren kurguda metinin izlerine ulaşabilmemiz de yazarın izini sürmekten geçiyor. Ancak bu durumda izlerini saklamak isteyen yazarın niyetinin bedelini okurun niteliğine ödetme çabasıyla karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz hale gelebiliyor.
İntihal kapsamına girip girmeyeceği sonsuza dek tartışılabilecek konularda okura metnin hafiyeliğini yaptırmak gibi bir eğiliminin gelişmesi ve olası bir sorunda sorumluluğu okurun yakasına yüklemek gibi bir kolaycılığa kaçmasına karşılık silmeye çalıştığı izlerle yazar tarifsiz bir çelişkiye hapsolmuş durumda. Çünkü yazar silinmek istenen izlerin içinden farklı yazarların ve metinlerin köklerine ulaşılmasından endişe etmektedir.
Yazarın ve şairin endişelerini ortadan kaldırmak olanaksız değil. Biçimle içerik arasındaki ayrımları içerikten kopararak meseleyi şairin ve yazarın dili ve üslubuna indirgemek bilinen, ancak popüler kültürde hiç kullanılmayan bir argüman. Bu konudaki akredite edilmiş mesleki kurumların sayısını çoğaltarak konunun sınırlarına daha net bir çizgi çekmek, yazarın ve şairin endişelerini ortadan kaldırıp yazmanlıkla arasına daha belirgin çizgiler çekmesi için çok önemli bir parametre haline gelecektir. Akredite kuruluşlar işin hukuki ve teknik yanını inceleyerek metinlerin arasındaki ilişkiye bir tanımlama getirebilir. Yoksa kimse aynı sokaklarda geçen bir öyküyü anlatmak konusunda kısıtlanamaz. Dört kişinin başına gelmiş tek bir olayı dört kişi farklı zamanlarda, farklı bakış açılarıyla farklı yazarlara anlatsa ve ortaya dört farklı metin çıksa aradaki benzerliklere hukuk ne diyebilir? Ama akredite kuruluşlar ve meslek örgütleri kamuoyunu tüm niyet okumalar ve zorlama ilişkilendirmelerden arındırabilir. Bu uygulamalar bizi eserlerin aralarındaki benzerliklerden yola çıkan pazarlama yöntemlerinin figüranları olmaktan kurtarabilir.
Diğer Okumalar ve Kaynaklar:
https://www.timeturk.com/tr/2008/05/13/edebiyatin-ustalarina-hirsiz-suclamasi.html
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/819623
“Roland Barthes’ın Metinlerarasılık Kuramı Üzerine Bazı Düşünceler”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi/The Journal of International Social Research, Vol. 11/59 (2018), p. 73-77, ISSN: 1307-9581. https://www.researchgate.net/publication/332212022
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/466340
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Temmuz 2022’de yayımlanmıştır.