Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi? – Edebiyatta cepheleşme

Türk şiiri mi? Türkçe şiir mi? Türkiye şiiri mi? Konu uzadıkça uzuyor. Rus edebiyatı Rusya’yı, Amerikan edebiyatı Amerika’yı işaret ediyorsa, Türk edebiyatı da Türkiye’yi işaret eder mi? Peki, İngiltere’de Türk edebiyatı, denirse ne anlaşılır, bunu bilen var mı? İsmail Cem Doğru yazdı.

Edebiyat ortamının sıcak temas sevgisi ve huzurdan duyduğu rahatsızlık sıklıkla farklı arayışları karşımıza çıkarıyor. Bir süredir yaratılan zorlama tartışmalar, daha zengin bir düşünce alanı umanları hayal kırıklığına uğratırken, sosyal platformlarda oluşan esinti, zihinlerin sağlığı konusunda iç açıcı mesajlar vermiyor. Buna uzlaşmacı tutumdan duyulan rahatsızlığı da ekleyebiliriz.

Başlarda, herkesi bir başlıkla hizaya çekmeyi amaçladığı yönünde bir izlenim bırakan “Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi?” başlıklı tartışma, pek çok polemiği yeniden gündeme getirecek bir derinlik çıkardı içinden. Çünkü küfeyi edebiyatın omuzlarına yıkmayı tercih edenlerin husumeti ‘ulus-devlet’ kavgasının köklerine dek uzanıyor. “Türk edebiyatı” şeklindeki kullanımı doğru bulanların savları gayet net… “Tüm dünyada edebiyat ulusların adıyla anılır ve bunda tartışılması gereken bir şey yoktur” diyorlar. İlk bakışta evrensel değerler bakımından söylediklerinin itiraz edilir bir tarafı yokmuş gibi görünüyor. Ancak bir tanımı sadece yerel açıdan sorgulayıp değiştirmenin onun evrensel bakış açısını değiştiremeyeceğine de inanan bu kesim, tartışmayı ideolojik boyutuyla ele alırken meseleyi ülkenin yapısal bütünlüğü için bir tehdit olarak algılıyor. Bu kadar net cümleler kurmasalar da kastettikleri bu tam olarak.

“Biz kimseyi görmezden gelmiyoruz”

Uzun yıllar dünyanın yönetim biçimini belirlediği için ‘ulus’ tanımını ideolojik bir kavram olarak algılamak bir tercih olmaktan çıkıyor. Ama ulusun adıyla anılan edebiyatın yegâne kastı ulusun vurgusu olmayınca kazıdıkça altından farklı argümanlar çıkmaya devam etmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu durumda edebiyatımıza “Türk edebiyatı” demek istememiz, hangi ulusu temsil ettiğinin belli olmasını istememizden kaynaklanıyor olamaz. Ulus kavramı üzerinden temsiliyetin ideolojik vargı açısından da belirleyici olduğu düşüncesi, beraberinde diğer unsurların görmezden gelindiğini hissetmesi gibi sonuçlar doğurduğunda farklı başlıklara ihtiyaç duyulması da kaçınılmaz hale geliyor. “Biz kimseyi görmezden gelmiyoruz” demek bunun böyle olduğunu kanıtlamaya, göstermeye ve bunu hisseden kişinin düşüncesini değiştirmeye yetmeyeceğine göre daha geçerli argümanlar üretilmek zorunda.

“Gelecekte ulus-devlet olmayacağı için…”

Bu anlamda bir diğer kesim şiirin, yazdığımız dilin adıyla anılması gerektiğini ve “Türk şiiri” ifadesinin farklı etnik kimliklerden oluşan mekanizmayı yaraladığını düşünüyor. Burada da iki farklı eğilimden söz edebiliriz. Konuyu kırılan kalpleri onarmak şeklinde ele alanların yanında daha ileri gidip “Türkçe şiir” yerine “Türk şiiri” ifadesini kullananların ruhunda barındırdığı faşizan eğilimleri olduğundan söz edenler de yok değil. Onlar da gelecekte ulus-devlet olgusunun tükenişiyle bu kavramın dolaşımdan kalkacağını düşünenler onu bugünden yok saymak konusunda bir sakınca görmüyor. Oysa ‘Gelecekte ulus-devlet olmayacağı için artık kullanmaya gerek yok’ diye düşünmek, nasılsa öleceğimize göre artık yaşamaya da gerek yok, demek gibi bir şey.

Ulus-devlet kavramı yaşamımızda en etkin haliyle varlığını sürdürmeye devam ediyor ve henüz bu kavramın bir alternatifi bulunmuş değil. Sadece çeşitli sınırları kaldırma denemeleri var ve henüz deneysel aşama geçilmiş değil. Pek çok düşünürün tartıştığı kavramlar kimilerine küresel ve daha adil bir dünya hayali kurdursa da ulus-devlet yapısını ortadan kaldırma tasarımları toplumsal özgürlük vaat ediyor mu, ona bakmak lazım her şeyden önce. Yoksa paranın dağılımındaki payları yeniden biçimlendirmede yaşanan sorunlar mıdır ‘dünyalı’ olma kavramını cazip gösterme telaşının gerekçeleri. Kaldı ki dil, coğrafya ve kültür de edebiyat kategorilerini belirlerken yapısal parametreler olarak kullanıldığı sürece ulus ayrışmalarının kalkmış olması bu tezi geçerli kılmaya yetmeyebilir.

‘Ulus’ kavramı varlığını dile borçludur

Öte yandan bir etnik yapının diğeriyle ast-üst ilişkisi kurma eğilimi gösterdiği ortamlar ülkemizde ucu bucağı olmayan sorunların başlangıç noktasını oluşturuyor. Bu sorunu görmezden gelip kendince görüşler ortaya koyarak konuya açıklık getirdiğini düşünmek, derinliği olan bir konuyu oldubittiye getirme arzusundan başka nasıl bir anlam ortaya çıkarabilir ki? Aynı isimle anılıp birbirinden çok farklı düşüncelerle içi doldurulan kavramlarla ilgili keskin söylemlerle yargı dağıtmak, konunun saygınlığına gölge düşürmekle kalmıyor. Nobran tavırlarla toplumu baskılama düşüncesinin niyeti hakkında fikirler verdiği için kişileri de bu niyetlerle aynı düzlem içinde göstermeye başlıyor. Oysa bugün ulus kavramı varlığını sürdürmeyi en başta dile borçludur. Belki yüzlerce yıl önce etnik köken bu kavramı besleyen en önemli parametreydi, ama artık ulus kavramını belirleyen en önemli unsur konuşulan dil. Ortak payda, kültürel birlik, ortak amaçlar gibi yan etmenlerle de bu kavramın içini dolduruyor. Daha yalın bir ifadeyle Türkçeyi çıkarırsanız bu toplum için Türklükten geriye düşündüğümüz mertebeyi temsil edecek kültürel donatı kalmayabilir.

Ulus kavramı lokal değerlendirmelerde anlamını yitirmediyse bile, küresel açıdan eskisi kadar önemli bir güç olmaktan çıkmıştır artık. Ama dil her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Dolayısıyla bir etnik yapının diğerlerine üstünlüğü düşüncesine tarihsel bir boyut kazandırıp algı içinde bunu normlara uygun hale getirme çabasına edebiyatı alet etmek iki gerekçeyle açıklanabilir: Kişi bu sürecin kazanımlarından beklentiler geliştirmiştir ya da bunu düşünecek olgunluktan uzak bir vurdumduymazlık içindedir.

Faşist kimdir?

Bir kesimin hassasiyetle üstünde durduğu ‘faşizm’ kavramıyla ilgili kaygıların görmezden gelinmesi tartışmanın masumiyetine gölge düşürürken, ulusalcı cephede ideolojik savunmanın kesintisiz olarak solcuların solculuk biçim ve seviyeleri üzerinden yapılması da güçlü ve toplumun yararına olan bir ideolojiyi zayıflatma girişimi olarak ele alınacak bir görüntü ortaya koymaktadır. Bu durumda “Faşist kimdir?” sorusunun cevabına ulaşamadıkça saçma sapan bir sarmalın içinde dönüp dolaşacağımıza hiç kuşku yok. Bu da öyle TDK tanımlarıyla, sosyologlara, tarihçilere, siyaset uzmanlarına danışarak çözümlenebilecek bir konu olmaktan çıktı uzun süre önce. Zaten çözümlenebilse Fransız ihtilalinden bu yana uygun bir yere bağlanmış olurdu. Ama meseleye, slogan kaygısıyla donatılmış jargon ve kapsamı daraltan fraksiyonel suçlamalarla yaklaşmaktan vazgeçmek bir şeyleri düzeltebilir. Hiç olmazsa edebiyatçıların slogan ve yafta görüntüsü veren ifadelerle tartışmaktan kaçınması gerekiyor. Çünkü demokratik toplum olgusu bunun yerleşmediği ülkeler için bir ütopya, yerleştiği düşünülen ülkeler içinse bir kitlesel sus payından başka bir özellik içermemektedir. Oysa emperyalizm realitedir ve zaten sizi çekmeye çalıştığı alan yaftalardan, sloganlardan, baskı ve dayatmalardan oluşan sığ tartışma ve laf kalabalığı ortamıdır.

Ahmed Arif, Türk şair mi, Kürt şair mi?

Tolstoy’u Rus olarak, Nâzım’ı Türk olarak tanımlamak onların siyasal duruşlarına bir zarar verir mi gerçekten? Biz ne dersek diyelim onlar Nâzım’ı Türk şair olarak anlamaya devam edecek. Onu cezaevinde tutarken de öyle demişlerdi, sürgünde ölürken, vatandaşlıktan çıkarılırken, başka bir pasaport almak durumda kalırken de. Üstelik onun siyasal kimliğini görmezden gelmelerine de yol açmıyor bu durum. Tartışmaya katılan pek çok şair ‘Kürt şair Ahmed Arif’i örnek gösterip savlarına destek arıyor. Ona Türk şairi denmesinin haksızlık olduğu düşüncesini paylaşan dahi var. Orada da kafalar çok karışık anlaşılan. Ahmed Arif’in babası Türk, annesi Kürt. Şimdi burada onu Kürt ya da Türk yapan şey nedir tam olarak? Onun Türk şairi olduğunu iddia edenler yaşadığı ülkeyi, yazdığı dili, pasaportunu referans alıyor. Kürt olduğunu iddia edenler duruşuyla yarattığı algıyı, kullandığı jargonu, coğrafik anlamda temsil ettiği şeyi referans alarak düşüncesini paylaşıyor. Genetik bilimine kalırsa soyun nereden devam edeceği tartışmasına göre etnik köken tanımlanabilir. Oysa Ahmed Arif bunların tamamı değil midir? Kırmızıyla kırmızıyı karıştırdığınızda ortaya kırmızı çıkar, buna itiraz etmek anlamsız. Ama kırmızıyla maviyi karıştırdığınızda da çıkan renge sadece kırmızı ya da sadece mavi diyebilir miyiz? O artık başka bir renk değil midir? Kaldı ki en arı kırmızıya bile büyüteç tutarsanız içinde sakladıkları farklı pigmentlere sahip parçacıkları fark edebilirsiniz. Bu onu ne değerli yapar ne de değersiz. Ama bir şairi donanımları ve edimleri üzerinden incelemek bize edebiyatın verimleri bakımından yeni özelliklerle tanıştırır ve bir kültürel dokunun yapısal özelliklerini öğretmiş olur. Şairin etnik kimliği ve onu var eden bireşimler ise kültürler arası geçişi anlatmaktan başka bir anlama gelmez. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Laz’a, Laz’ı İngiliz’e karşı piramidin tepesinde bir rütbeye koymaz. Bu yüzden birine Türk, birine Kürt, birine İngiliz demek de kimseyi gerici tanımların hedefi haline getirmemeli.

Türkçe olmayan bir metin de bizim olamaz mı?

Bu topraklarda farklı dillerde yazılmış şiirlerin içine gireceği ve edebiyat tarihimiz içinde tanımlayacak bir başlığa ihtiyacımız yok mudur? Örneğin Osmanlı Edebiyatı dersek bu kez divan edebiyatında Farsça yazılan metinleri de kapsayan bir üst başlık oluşturmuş olmaz mıyız?

Tabii bu defa da şu konuda uzlaşmak gerekecek: İçinde Türk ya da Türkçe olmayan bir işin bizi içine alan bir tanımla tarihsel kapsamını korumak gerekmiyor mu? Bizimkiler tarafından yazılmış, ama Türkçe olmayan bir metin de bizim olamaz mı?

‘Türkçe edebiyat’ ifadesinin ‘Türk edebiyatı’ ifadesine göre daha kapsayıcı olduğu savının itiraz edilebilir bir yanı yok. Ama bir edebiyatçıya kendini ifade etmek istediği üst başlığı dayatma hakkını kim kendinde, hangi gerekçeyle görebilir?

Dahası bu kadar geniş bir üst başlığın aslında kapsadığı içerikleri daha görünmez hale getireceğini, coğrafik ve kültürel uzanımlara bu tanımla erişmenin olanaksız olduğunu yadsımak mümkün mü?

‘Türk edebiyatı’ yaklaşımı bile bu anlamda ait olduğumuz kapsamı daha yüksek bir çağrışımla imliyor ‘Türkçe edebiyat’ ifadesine oranla. Çünkü ‘Türkçe edebiyat’ ifadesi tüm dünyayı içine alacak genişlikte bir üst başlık. Kaldı ki insanların milliyetçilikten anladığı şey de ortak değil.

Metin edebiyatçıdan bağımsız bir yapı mı?

Hal böyleyken bir soru daha karşımıza çıkıyor ne yazık ki: “Türkiye Cumhuriyetine ait Türk şiiri” bu topraklarda konuşulan diğer dillere ait edebi üretimlere nasıl bakmaktadır? Yani “Türkiye Cumhuriyetine ait Türk şiiri” denilen kapsamın içinde Kürtçe şiir yer almakta mıdır?

Hani tüm diller bu topraklara, bu coğrafyaya ait bir zenginlikti. Bu topraklarda yazılan farklı dillerdeki metinleri içerecek üst başlık dünyanın farklı yerlerinde yazılan Türkçe metinleri de içerecek başlıklardan daha önemsiz ve daha az gerekli görülemez. Çünkü metin edebiyatçıdan bağımsız bir yapı birimi olarak ele almak da tamamen reddedilebilecek bir tanımlama değildir.

Dolayısıyla edebiyatçı kendini hangi etnik kimliğin içinde tanımlarsa tanımlasın, metnini kendisinden bağımsız bir kimliği olduğunu yadsıyamaz. Bu anlamda bir metin, edebiyatçının bireysel açıdan taşıdığı kültürel kodları birebir üstlenmek zorunda da değildir. Dolayısıyla metnin edebiyatçının etnik kimliğine diyet ödemesini zorunlu hale getiren bu hassasiyeti bu açıdan ve öfkelenmeden tartışmak gerekiyor.

Dil, sadece yazılan bir şey mi?

Dikte edilen söylemler ve dillendirilen öfkenin köpürttüğü nobran baskıların gölgesinde sormaya devam edelim: Dil sadece yazılan bir şey midir? Aynı zamanda bir düşünme sistematiği değil midir? Rüyalarını Türkçe görmeyen birinin Türkçe yaratımlarıyla eklemlendiği kesişim kümesi her parametreyle bütünleşemeyeceğine göre rüyalarını Türkçe görenlerle görmeyenlerin ortak bir dilde yazmış olmalarını ayırt edebilecek ifadelere ihtiyacımız var demektir.

‘Türkçe şiir’ dediğimizde bir kültürel dokuyu onunla hiç ilgisi olmayan birçok parametreyle aynı havuza bırakmış oluyoruz. Kaldı ki bu coğrafyanın edebiyatçısı açısından Türkçenin beslenme kaynakları yaklaşık bin yıllık bir geçmişin etkisiyle Türkiye Cumhuriyeti Türkçesine özgüdür? Bunu çok geniş bir coğrafyayı ifade eden Türkçe sözcüğüyle görmezden gelip ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ifadeyi tek başına her ihtiyacı görür düşüncesiyle nasıl savunabiliriz? Farklı coğrafyalardan şiir geleneğimize katkılar sunan, ırmaklarımıza su taşıyan şairlerin farklı etnik yapıların harmanını oluşturmaları değil midir onları farklı kılan? Her coğrafyanın ürettiği sözcüklerle harmanladığı şairlere merakımız da bundan değil midir?

Türk edebiyat – Türkçe edebiyat – Türkiye edebiyatı

‘Türk şiiri’ ifadesi ya da ‘Türkçe şiir’ ifadesi birbirinin değişkeni değildir. Her iki ifade de aklımızdan geçen ve derinlikli olduğuna inanmak istediğimiz kapsamı yalnız başına karşılayamaz. Ayrıca bunu tek başına karşılayacak kapsamlar aramaktan da vazgeçmek zorundayız.

‘Türk edebiyatı’, ‘Türkçe edebiyat’ veya ‘Türkiye edebiyatı’ gibi kategoriler kişinin ne anlatmak istediğine göre içerik ve anlam üretebilir. Düşünmek böyle bir şey… Belki de daha başka üst başlıklara da ihtiyaç vardır. Dünyadan verilecek örnekler her ayrıntıyı çözmeye yetmeyebilir çoğu zaman. Çünkü kültürel kodlar ve etnik yapı her ülke için farklı özellikler gösterir. Türk ülkesi dediğimizde dünyada bunu karşılayacak onlarca ülke gösterilebilirken Alman ülkesi olarak onlarca karşılık bulamayız. Bu yüzden İngilizce edebiyat dediğimizde de hangi ülkeyi kastettiğimizi anlatmış olmayız. Dolayısıyla Amerikan diye bir ulus olmamasına rağmen onun adı Amerikan edebiyatıdır ve Amerika Birleşik Devletlerini kasteder. Bu her zaman bir ulus-devlet kavgası olarak da ele alınamaz ve bu kavga edebiyata ait değildir. Bu tartışmada tezini önerme olarak sunmayıp karşı tarafı aşağılayarak konuyu köpürtmek edebiyatın hassas değerlerini kendi ideolojisine alet etme eğilimini temsil ediyor.

Kişisel çıkarlardan soyutlanmış ortak payda ülkeyi tanımlayan ayrıntılarla ortaya konabilir. Kategori ise temsil ettiği ihtiyaca göre belirlenebilir. Bunun için delirmeye de de gerek yok ortalığı savaş alanına çevirmeye de. Biraz fazla uzlaşmacı göründüysek af ola…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Ocak 2023’te yayımlanmıştır.

İsmail Cem Doğru
İsmail Cem Doğru
İsmail Cem Doğru – Şair, yazar, editör ve yayıncı. 7 Haziran 1975 Hatay doğumlu. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden, 2012 yılında ise Sofya Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Elektrik mühendisi olarak çalışıyor. Şiirleri ve yazıları Varlık, Yasak Meyve, Öteki-siz, Patika, Mor Taka, Cumhuriyet Kitap, Yaratım, Akatalpa, Damar gibi dergilerde yayımlandı. 1993 yılından başlayarak çeşitli radyolarda kültür ve edebiyat içerikli programlar yaptı. 2005 Rıfat Ilgaz Şiir Yarışması’nda Başarı Ödülü’nü aldı. "www.aksisanat.com" adında bir edebiyat portalı bulunuyor. Başlıca eserleri: Ara (Mühür, 2016), Orhan Veli Unutabilmek Maviler İçinde (İndie, 2017), Bay Aksi (Mühür, 2019)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi? – Edebiyatta cepheleşme

Türk şiiri mi? Türkçe şiir mi? Türkiye şiiri mi? Konu uzadıkça uzuyor. Rus edebiyatı Rusya’yı, Amerikan edebiyatı Amerika’yı işaret ediyorsa, Türk edebiyatı da Türkiye’yi işaret eder mi? Peki, İngiltere’de Türk edebiyatı, denirse ne anlaşılır, bunu bilen var mı? İsmail Cem Doğru yazdı.

Edebiyat ortamının sıcak temas sevgisi ve huzurdan duyduğu rahatsızlık sıklıkla farklı arayışları karşımıza çıkarıyor. Bir süredir yaratılan zorlama tartışmalar, daha zengin bir düşünce alanı umanları hayal kırıklığına uğratırken, sosyal platformlarda oluşan esinti, zihinlerin sağlığı konusunda iç açıcı mesajlar vermiyor. Buna uzlaşmacı tutumdan duyulan rahatsızlığı da ekleyebiliriz.

Başlarda, herkesi bir başlıkla hizaya çekmeyi amaçladığı yönünde bir izlenim bırakan “Türk şiiri mi, Türkçe şiir mi?” başlıklı tartışma, pek çok polemiği yeniden gündeme getirecek bir derinlik çıkardı içinden. Çünkü küfeyi edebiyatın omuzlarına yıkmayı tercih edenlerin husumeti ‘ulus-devlet’ kavgasının köklerine dek uzanıyor. “Türk edebiyatı” şeklindeki kullanımı doğru bulanların savları gayet net… “Tüm dünyada edebiyat ulusların adıyla anılır ve bunda tartışılması gereken bir şey yoktur” diyorlar. İlk bakışta evrensel değerler bakımından söylediklerinin itiraz edilir bir tarafı yokmuş gibi görünüyor. Ancak bir tanımı sadece yerel açıdan sorgulayıp değiştirmenin onun evrensel bakış açısını değiştiremeyeceğine de inanan bu kesim, tartışmayı ideolojik boyutuyla ele alırken meseleyi ülkenin yapısal bütünlüğü için bir tehdit olarak algılıyor. Bu kadar net cümleler kurmasalar da kastettikleri bu tam olarak.

“Biz kimseyi görmezden gelmiyoruz”

Uzun yıllar dünyanın yönetim biçimini belirlediği için ‘ulus’ tanımını ideolojik bir kavram olarak algılamak bir tercih olmaktan çıkıyor. Ama ulusun adıyla anılan edebiyatın yegâne kastı ulusun vurgusu olmayınca kazıdıkça altından farklı argümanlar çıkmaya devam etmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bu durumda edebiyatımıza “Türk edebiyatı” demek istememiz, hangi ulusu temsil ettiğinin belli olmasını istememizden kaynaklanıyor olamaz. Ulus kavramı üzerinden temsiliyetin ideolojik vargı açısından da belirleyici olduğu düşüncesi, beraberinde diğer unsurların görmezden gelindiğini hissetmesi gibi sonuçlar doğurduğunda farklı başlıklara ihtiyaç duyulması da kaçınılmaz hale geliyor. “Biz kimseyi görmezden gelmiyoruz” demek bunun böyle olduğunu kanıtlamaya, göstermeye ve bunu hisseden kişinin düşüncesini değiştirmeye yetmeyeceğine göre daha geçerli argümanlar üretilmek zorunda.

“Gelecekte ulus-devlet olmayacağı için…”

Bu anlamda bir diğer kesim şiirin, yazdığımız dilin adıyla anılması gerektiğini ve “Türk şiiri” ifadesinin farklı etnik kimliklerden oluşan mekanizmayı yaraladığını düşünüyor. Burada da iki farklı eğilimden söz edebiliriz. Konuyu kırılan kalpleri onarmak şeklinde ele alanların yanında daha ileri gidip “Türkçe şiir” yerine “Türk şiiri” ifadesini kullananların ruhunda barındırdığı faşizan eğilimleri olduğundan söz edenler de yok değil. Onlar da gelecekte ulus-devlet olgusunun tükenişiyle bu kavramın dolaşımdan kalkacağını düşünenler onu bugünden yok saymak konusunda bir sakınca görmüyor. Oysa ‘Gelecekte ulus-devlet olmayacağı için artık kullanmaya gerek yok’ diye düşünmek, nasılsa öleceğimize göre artık yaşamaya da gerek yok, demek gibi bir şey.

Ulus-devlet kavramı yaşamımızda en etkin haliyle varlığını sürdürmeye devam ediyor ve henüz bu kavramın bir alternatifi bulunmuş değil. Sadece çeşitli sınırları kaldırma denemeleri var ve henüz deneysel aşama geçilmiş değil. Pek çok düşünürün tartıştığı kavramlar kimilerine küresel ve daha adil bir dünya hayali kurdursa da ulus-devlet yapısını ortadan kaldırma tasarımları toplumsal özgürlük vaat ediyor mu, ona bakmak lazım her şeyden önce. Yoksa paranın dağılımındaki payları yeniden biçimlendirmede yaşanan sorunlar mıdır ‘dünyalı’ olma kavramını cazip gösterme telaşının gerekçeleri. Kaldı ki dil, coğrafya ve kültür de edebiyat kategorilerini belirlerken yapısal parametreler olarak kullanıldığı sürece ulus ayrışmalarının kalkmış olması bu tezi geçerli kılmaya yetmeyebilir.

‘Ulus’ kavramı varlığını dile borçludur

Öte yandan bir etnik yapının diğeriyle ast-üst ilişkisi kurma eğilimi gösterdiği ortamlar ülkemizde ucu bucağı olmayan sorunların başlangıç noktasını oluşturuyor. Bu sorunu görmezden gelip kendince görüşler ortaya koyarak konuya açıklık getirdiğini düşünmek, derinliği olan bir konuyu oldubittiye getirme arzusundan başka nasıl bir anlam ortaya çıkarabilir ki? Aynı isimle anılıp birbirinden çok farklı düşüncelerle içi doldurulan kavramlarla ilgili keskin söylemlerle yargı dağıtmak, konunun saygınlığına gölge düşürmekle kalmıyor. Nobran tavırlarla toplumu baskılama düşüncesinin niyeti hakkında fikirler verdiği için kişileri de bu niyetlerle aynı düzlem içinde göstermeye başlıyor. Oysa bugün ulus kavramı varlığını sürdürmeyi en başta dile borçludur. Belki yüzlerce yıl önce etnik köken bu kavramı besleyen en önemli parametreydi, ama artık ulus kavramını belirleyen en önemli unsur konuşulan dil. Ortak payda, kültürel birlik, ortak amaçlar gibi yan etmenlerle de bu kavramın içini dolduruyor. Daha yalın bir ifadeyle Türkçeyi çıkarırsanız bu toplum için Türklükten geriye düşündüğümüz mertebeyi temsil edecek kültürel donatı kalmayabilir.

Ulus kavramı lokal değerlendirmelerde anlamını yitirmediyse bile, küresel açıdan eskisi kadar önemli bir güç olmaktan çıkmıştır artık. Ama dil her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Dolayısıyla bir etnik yapının diğerlerine üstünlüğü düşüncesine tarihsel bir boyut kazandırıp algı içinde bunu normlara uygun hale getirme çabasına edebiyatı alet etmek iki gerekçeyle açıklanabilir: Kişi bu sürecin kazanımlarından beklentiler geliştirmiştir ya da bunu düşünecek olgunluktan uzak bir vurdumduymazlık içindedir.

Faşist kimdir?

Bir kesimin hassasiyetle üstünde durduğu ‘faşizm’ kavramıyla ilgili kaygıların görmezden gelinmesi tartışmanın masumiyetine gölge düşürürken, ulusalcı cephede ideolojik savunmanın kesintisiz olarak solcuların solculuk biçim ve seviyeleri üzerinden yapılması da güçlü ve toplumun yararına olan bir ideolojiyi zayıflatma girişimi olarak ele alınacak bir görüntü ortaya koymaktadır. Bu durumda “Faşist kimdir?” sorusunun cevabına ulaşamadıkça saçma sapan bir sarmalın içinde dönüp dolaşacağımıza hiç kuşku yok. Bu da öyle TDK tanımlarıyla, sosyologlara, tarihçilere, siyaset uzmanlarına danışarak çözümlenebilecek bir konu olmaktan çıktı uzun süre önce. Zaten çözümlenebilse Fransız ihtilalinden bu yana uygun bir yere bağlanmış olurdu. Ama meseleye, slogan kaygısıyla donatılmış jargon ve kapsamı daraltan fraksiyonel suçlamalarla yaklaşmaktan vazgeçmek bir şeyleri düzeltebilir. Hiç olmazsa edebiyatçıların slogan ve yafta görüntüsü veren ifadelerle tartışmaktan kaçınması gerekiyor. Çünkü demokratik toplum olgusu bunun yerleşmediği ülkeler için bir ütopya, yerleştiği düşünülen ülkeler içinse bir kitlesel sus payından başka bir özellik içermemektedir. Oysa emperyalizm realitedir ve zaten sizi çekmeye çalıştığı alan yaftalardan, sloganlardan, baskı ve dayatmalardan oluşan sığ tartışma ve laf kalabalığı ortamıdır.

Ahmed Arif, Türk şair mi, Kürt şair mi?

Tolstoy’u Rus olarak, Nâzım’ı Türk olarak tanımlamak onların siyasal duruşlarına bir zarar verir mi gerçekten? Biz ne dersek diyelim onlar Nâzım’ı Türk şair olarak anlamaya devam edecek. Onu cezaevinde tutarken de öyle demişlerdi, sürgünde ölürken, vatandaşlıktan çıkarılırken, başka bir pasaport almak durumda kalırken de. Üstelik onun siyasal kimliğini görmezden gelmelerine de yol açmıyor bu durum. Tartışmaya katılan pek çok şair ‘Kürt şair Ahmed Arif’i örnek gösterip savlarına destek arıyor. Ona Türk şairi denmesinin haksızlık olduğu düşüncesini paylaşan dahi var. Orada da kafalar çok karışık anlaşılan. Ahmed Arif’in babası Türk, annesi Kürt. Şimdi burada onu Kürt ya da Türk yapan şey nedir tam olarak? Onun Türk şairi olduğunu iddia edenler yaşadığı ülkeyi, yazdığı dili, pasaportunu referans alıyor. Kürt olduğunu iddia edenler duruşuyla yarattığı algıyı, kullandığı jargonu, coğrafik anlamda temsil ettiği şeyi referans alarak düşüncesini paylaşıyor. Genetik bilimine kalırsa soyun nereden devam edeceği tartışmasına göre etnik köken tanımlanabilir. Oysa Ahmed Arif bunların tamamı değil midir? Kırmızıyla kırmızıyı karıştırdığınızda ortaya kırmızı çıkar, buna itiraz etmek anlamsız. Ama kırmızıyla maviyi karıştırdığınızda da çıkan renge sadece kırmızı ya da sadece mavi diyebilir miyiz? O artık başka bir renk değil midir? Kaldı ki en arı kırmızıya bile büyüteç tutarsanız içinde sakladıkları farklı pigmentlere sahip parçacıkları fark edebilirsiniz. Bu onu ne değerli yapar ne de değersiz. Ama bir şairi donanımları ve edimleri üzerinden incelemek bize edebiyatın verimleri bakımından yeni özelliklerle tanıştırır ve bir kültürel dokunun yapısal özelliklerini öğretmiş olur. Şairin etnik kimliği ve onu var eden bireşimler ise kültürler arası geçişi anlatmaktan başka bir anlama gelmez. Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Laz’a, Laz’ı İngiliz’e karşı piramidin tepesinde bir rütbeye koymaz. Bu yüzden birine Türk, birine Kürt, birine İngiliz demek de kimseyi gerici tanımların hedefi haline getirmemeli.

Türkçe olmayan bir metin de bizim olamaz mı?

Bu topraklarda farklı dillerde yazılmış şiirlerin içine gireceği ve edebiyat tarihimiz içinde tanımlayacak bir başlığa ihtiyacımız yok mudur? Örneğin Osmanlı Edebiyatı dersek bu kez divan edebiyatında Farsça yazılan metinleri de kapsayan bir üst başlık oluşturmuş olmaz mıyız?

Tabii bu defa da şu konuda uzlaşmak gerekecek: İçinde Türk ya da Türkçe olmayan bir işin bizi içine alan bir tanımla tarihsel kapsamını korumak gerekmiyor mu? Bizimkiler tarafından yazılmış, ama Türkçe olmayan bir metin de bizim olamaz mı?

‘Türkçe edebiyat’ ifadesinin ‘Türk edebiyatı’ ifadesine göre daha kapsayıcı olduğu savının itiraz edilebilir bir yanı yok. Ama bir edebiyatçıya kendini ifade etmek istediği üst başlığı dayatma hakkını kim kendinde, hangi gerekçeyle görebilir?

Dahası bu kadar geniş bir üst başlığın aslında kapsadığı içerikleri daha görünmez hale getireceğini, coğrafik ve kültürel uzanımlara bu tanımla erişmenin olanaksız olduğunu yadsımak mümkün mü?

‘Türk edebiyatı’ yaklaşımı bile bu anlamda ait olduğumuz kapsamı daha yüksek bir çağrışımla imliyor ‘Türkçe edebiyat’ ifadesine oranla. Çünkü ‘Türkçe edebiyat’ ifadesi tüm dünyayı içine alacak genişlikte bir üst başlık. Kaldı ki insanların milliyetçilikten anladığı şey de ortak değil.

Metin edebiyatçıdan bağımsız bir yapı mı?

Hal böyleyken bir soru daha karşımıza çıkıyor ne yazık ki: “Türkiye Cumhuriyetine ait Türk şiiri” bu topraklarda konuşulan diğer dillere ait edebi üretimlere nasıl bakmaktadır? Yani “Türkiye Cumhuriyetine ait Türk şiiri” denilen kapsamın içinde Kürtçe şiir yer almakta mıdır?

Hani tüm diller bu topraklara, bu coğrafyaya ait bir zenginlikti. Bu topraklarda yazılan farklı dillerdeki metinleri içerecek üst başlık dünyanın farklı yerlerinde yazılan Türkçe metinleri de içerecek başlıklardan daha önemsiz ve daha az gerekli görülemez. Çünkü metin edebiyatçıdan bağımsız bir yapı birimi olarak ele almak da tamamen reddedilebilecek bir tanımlama değildir.

Dolayısıyla edebiyatçı kendini hangi etnik kimliğin içinde tanımlarsa tanımlasın, metnini kendisinden bağımsız bir kimliği olduğunu yadsıyamaz. Bu anlamda bir metin, edebiyatçının bireysel açıdan taşıdığı kültürel kodları birebir üstlenmek zorunda da değildir. Dolayısıyla metnin edebiyatçının etnik kimliğine diyet ödemesini zorunlu hale getiren bu hassasiyeti bu açıdan ve öfkelenmeden tartışmak gerekiyor.

Dil, sadece yazılan bir şey mi?

Dikte edilen söylemler ve dillendirilen öfkenin köpürttüğü nobran baskıların gölgesinde sormaya devam edelim: Dil sadece yazılan bir şey midir? Aynı zamanda bir düşünme sistematiği değil midir? Rüyalarını Türkçe görmeyen birinin Türkçe yaratımlarıyla eklemlendiği kesişim kümesi her parametreyle bütünleşemeyeceğine göre rüyalarını Türkçe görenlerle görmeyenlerin ortak bir dilde yazmış olmalarını ayırt edebilecek ifadelere ihtiyacımız var demektir.

‘Türkçe şiir’ dediğimizde bir kültürel dokuyu onunla hiç ilgisi olmayan birçok parametreyle aynı havuza bırakmış oluyoruz. Kaldı ki bu coğrafyanın edebiyatçısı açısından Türkçenin beslenme kaynakları yaklaşık bin yıllık bir geçmişin etkisiyle Türkiye Cumhuriyeti Türkçesine özgüdür? Bunu çok geniş bir coğrafyayı ifade eden Türkçe sözcüğüyle görmezden gelip ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ifadeyi tek başına her ihtiyacı görür düşüncesiyle nasıl savunabiliriz? Farklı coğrafyalardan şiir geleneğimize katkılar sunan, ırmaklarımıza su taşıyan şairlerin farklı etnik yapıların harmanını oluşturmaları değil midir onları farklı kılan? Her coğrafyanın ürettiği sözcüklerle harmanladığı şairlere merakımız da bundan değil midir?

Türk edebiyat – Türkçe edebiyat – Türkiye edebiyatı

‘Türk şiiri’ ifadesi ya da ‘Türkçe şiir’ ifadesi birbirinin değişkeni değildir. Her iki ifade de aklımızdan geçen ve derinlikli olduğuna inanmak istediğimiz kapsamı yalnız başına karşılayamaz. Ayrıca bunu tek başına karşılayacak kapsamlar aramaktan da vazgeçmek zorundayız.

‘Türk edebiyatı’, ‘Türkçe edebiyat’ veya ‘Türkiye edebiyatı’ gibi kategoriler kişinin ne anlatmak istediğine göre içerik ve anlam üretebilir. Düşünmek böyle bir şey… Belki de daha başka üst başlıklara da ihtiyaç vardır. Dünyadan verilecek örnekler her ayrıntıyı çözmeye yetmeyebilir çoğu zaman. Çünkü kültürel kodlar ve etnik yapı her ülke için farklı özellikler gösterir. Türk ülkesi dediğimizde dünyada bunu karşılayacak onlarca ülke gösterilebilirken Alman ülkesi olarak onlarca karşılık bulamayız. Bu yüzden İngilizce edebiyat dediğimizde de hangi ülkeyi kastettiğimizi anlatmış olmayız. Dolayısıyla Amerikan diye bir ulus olmamasına rağmen onun adı Amerikan edebiyatıdır ve Amerika Birleşik Devletlerini kasteder. Bu her zaman bir ulus-devlet kavgası olarak da ele alınamaz ve bu kavga edebiyata ait değildir. Bu tartışmada tezini önerme olarak sunmayıp karşı tarafı aşağılayarak konuyu köpürtmek edebiyatın hassas değerlerini kendi ideolojisine alet etme eğilimini temsil ediyor.

Kişisel çıkarlardan soyutlanmış ortak payda ülkeyi tanımlayan ayrıntılarla ortaya konabilir. Kategori ise temsil ettiği ihtiyaca göre belirlenebilir. Bunun için delirmeye de de gerek yok ortalığı savaş alanına çevirmeye de. Biraz fazla uzlaşmacı göründüysek af ola…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Ocak 2023’te yayımlanmıştır.

İsmail Cem Doğru
İsmail Cem Doğru
İsmail Cem Doğru – Şair, yazar, editör ve yayıncı. 7 Haziran 1975 Hatay doğumlu. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden, 2012 yılında ise Sofya Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Elektrik mühendisi olarak çalışıyor. Şiirleri ve yazıları Varlık, Yasak Meyve, Öteki-siz, Patika, Mor Taka, Cumhuriyet Kitap, Yaratım, Akatalpa, Damar gibi dergilerde yayımlandı. 1993 yılından başlayarak çeşitli radyolarda kültür ve edebiyat içerikli programlar yaptı. 2005 Rıfat Ilgaz Şiir Yarışması’nda Başarı Ödülü’nü aldı. "www.aksisanat.com" adında bir edebiyat portalı bulunuyor. Başlıca eserleri: Ara (Mühür, 2016), Orhan Veli Unutabilmek Maviler İçinde (İndie, 2017), Bay Aksi (Mühür, 2019)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

1
0
Would love your thoughts, please comment.x