Yazarın gizlenme ihtiyacı ya da müstear

Bir yazar neden ödünç bir isim almak ister? Kendi ismiyle alıp veremediği nedir? “Müstear”, yani “ödünç alınmış” bir isme neden ihtiyaç duyar? O isimle hangi metinlerini imzalayacak ve ne zaman uzak durmaya çalışacaktır kurgusal isminden?

Orhan Okay’a kulak verecek olursak müstear, Türk edebiyatında takma ad anlamında, Tanzimat’tan sonra Batılı yazarlardan örnek alınarak kullanılmaya başlanmış. Divan şairlerinin kullandığı mahlaslarla halk şairlerinin tapşırmaları kurallı bir geleneğin uygulaması olduğundan müstear isimden sayılmazdı. Mahlaslar ve tapşırmalar çok defa şairin asıl adı yerine geçtiği halde müstear isim, bir şairin veya yazarın asıl adıyla yazarken farklı yazılarında herhangi bir sebeple gizlenme arzusundan doğmuştu.

Nâzım Hikmet – Sarı Oğlan

Yunus Emre, “Söz ola kestire başı,” demişse öncelikle bir güvenlik gerekçesi olarak müstear isim kullanma ihtiyacından söz edebiliriz. Doğrusu Sokratik yöntemi kullanarak ismine değil, sözüne maske takmak her yazarın harcı değildir. Bazen sözler öyle maskelenir ki yazarın müstear isim almasına gerek kalmaz kendini korumak için. Bunun tersi de olabilir elbette. Ve ironist ne kadar başarılı olursa olsun düşmanları, ima ettiğini keşfetmekle kalmaz, ima etmediğini dahi bir suç delili olarak mahkemelere taşırlar. İroni maskesinin yazarını ne kadar koruyabileceğini ise adı ironiyle örtüşen Sokrat’ın sonu göstermektedir.

Nâzım Hikmet’e daha okuldayken “Sarı Oğlan” lakabı takılmıştı. Fakat bu isim Karacaoğlan gibi onunla bütünleşmemiş, şair kendi ismiyle edebiyat meydanına mührünü vurmuştu. Fakat hayat her yazara yalnız kendi ismiyle var olma imkânı vermiyor. Nâzım Hikmet de an gelip müstear vitrininden kendine adlar seçmek zorunda kalmış, kâh Orhan Selim kâh Mümtaz Orhan olmuştu. Doğrusu Nâzım’ın maişetini temin etmek için şarkı sözü yazmışlığı bile vardı. Böyle zamanlarda müstear isim sığınılacak bir kale oluyor, şair karizmasına zarar vermeden ya da siyasi kimliğiyle korkutmadan ekmeğini kazanabiliyordu.

İşte taş plakta Münir Nurettin’in sesinden iki şarkı: “Kanatlan Gümüş Yavru Bir Kuş” ve “Martılar Ah Eder Çırparlar Kanat” Bu şarkıların sözünü yazan Mümtaz Orhan’ın Nazım Hikmet olduğundan haberi yoktu kimsenin. Lüküs Hayat’ın o meşhur sözlerini Mümtaz Orhan maskesinin arkasındaki Nâzım Hikmet’in yazdığından da:

“Şişli’de bir apartman /Yoksa eğer halin yaman / Nikel kübik mobilyalar /Duvarda yağlıboyalar / İki tane otomobil / Biri açık biri değil /Aşçı, uşak, hizmetçiler /Dolu mutfak dolu kiler/…/ Lüküs hayat, lüküs hayaat / Bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey, oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat…”

Mümtaz Orhan, operetler yazmaya devam ederken, 1934’te Akşam gazetesinde yazdığı köşe yazılarında Orhan Selim olur Nâzım.

Mayk Hammer’in yeni maceraları

On beş yıl hapse mahkûm edilen Kemal Tahir’in -bir tesadüf müdür bilmem- on beş müstear ismi vardı. Hapisteyken kimliğini sakladığına bakmayın, o asıl kimliğini bu zor yıllarda oluşturmuştu.

Mahkûmken Cemalettin Mahir’di mesela matbuatta. Takma isimlerle mizah öyküleri ve polisiye romanlar kaleme alırken sarı defterlerine yeni müstearlar ekleniyordu.

1950’de hapisten çıktıktan sonra dört yıl daha asıl ismini metinlerinde kullanamadı Kemal Tahir. Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, F. M. İkinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı gibi isimlerle kitaplarını yayımlamaya devam etti. Esir Şehrin İnsanları romanını Nurettin Demir ismiyle imzalayan Tahir, Amerikalı yazar Mickey Spillane’den çevirdiği “Mike Hammer” dizisi ilgiyle karşılanınca F. M. İkinci takma ismiyle “Mayk Hammer’in Yeni Maceraları”nı yazmaya koyuldu. Göl İnsanları adlı hikâye kitabı yazarı asıl ismiyle buluşturması bakımından da önemliydi. Tan gazetesinde tefrika olarak yayımlanan dört bölümlük uzun hikâye 1955 yılında nihayet Kemal Tahir imzasıyla okurla buluşabilmişti.

Hapishane – bir çeşit üniversite

Mehmet Raşit Öğütçü, başına gelecekleri bilmiş de daha en başından müstear ismini almış, ilk şiirlerini Raşit Kemali imzasıyla Yedigün ve Yeni Mecmua’da yayımlamıştı. Daha Orhan Kemal olmasına çok vardı. Bunun için önce Nâzım Hikmet’in kitaplarını okuması, sonra beş yıl hapis cezasına çarptırılıp şairle aynı koğuşu paylaşması lazımdı.

“Hapishane benim için bir çeşit üniversite oldu,” diyen Orhan Kemal, müstearıyla da yazamayınca yeni müstearlar buldu kendine. O kadar farklı isim ve sıfatlarla yazmıştı ki, oğlu Işık Öğütçü hâlâ kayıp öykü, roman ve senaryolarının izlerini sürmekte:

Konya Oturak Âlemleri adlı kitabını İlhan Fahri Demir adıyla yazmış. O kitabın arkasında bir duyuru var: “İlhan Fahri Demir’in en son romanı ‘Kara Haber’ yakında.” Duyuru yapılmış, onu arıyorum. Kütüphanelerde bu isimde bir kitap yok. Ama olmaz dememeli, belki de bulurum. Farklı isimlerle kitaplar yazmış. Hatta İki Damla Gözyaşı’nın tefrikasında yazan kısmında Türkiye’nin en ünlü bestekârı diye bir takma ad gördüm. İsim de yok.”

Orhan Kemal’in senaryolarıyla ilgili söylediği, “Ben 300’e yakın senaryo yazdım. Yapımcı bana formülü veriyor, ben de ona göre yazıyordum. O senaryolar film olarak hangi adı aldı bilmiyorum,” cümlesi Işık Öğütçü’nün işinin ne denli zor olduğunu göstermekte.

Doğrusu Orhan Kemal müstearlarının birçoğunu gizlemiş, Attila İlhan’ın yazdığı senaryolarda kullandığı “Ali Kaptanoğlu” müstearı gibi izini belli etmemişti. Attila İlhan’ın gençlik yıllarında edebiyat dergilerine şiirlerini gönderirken takma isim kullanma nedeni ise ideolojikti. O günlerden söz ederken şöyle diyordu Attila İlhan: “Kendimi solcu saydığım için, şiirlerimi sağcı dergilere göndermek istemiyordum. Bir ara yol buldum. Takma isimlerle yollama.”

Fransızların Oliver’i…

Hapishanede olduğu için takma ad kullanan yazarlardan biri de asıl adı William Sydney Porter olan O. Henry’ydi. Hapisteyken on dört hikâyesini takma adla dergilerde yayımlatan O. Henry, 1909 yılında New York Times’a şu açıklamayı yapıyordu:

“New Orleans günleri sırasında aldım takma adımı. Bir arkadaşıma: ‘Elimdekileri bir yerlere göndermek istiyorum. Edebi bir takma ismim olmalı. İyi bir şey seçmemde bana yardım edin’ dedim. Bir gazeteye bakmayı ve önemli kişilerin isimlerinden bir liste oluşturmamızı önerdi. Gözüm ‘Henry’ adına takıldı. Şimdi bir de ön isim bulmalıydık. Heceli değil, kısa bir şey olmasını istiyordum ve aklıma ‘O’ harfi geldi. Çünkü bu harf, en kolay yazılan harftir. Bir keresinde bir gazete O harfinin hangi ismin kısaltması olduğunu sordu. Ben de ‘Fransızların Olivier’i’ dedim. Birçok hikâyem de Olivier Henry adıyla yayınlanmıştır.”

O. Henry böyle dese de yayıncısı Karl Davenport bu konuda farklı bir açıklama yapıyordu. Ona göre yazar takma ismini hapishanede bulmuş, ilk harflerini Ohia’dan, kalan harfleri de Penitentia Relais kelimesinden almıştı.

Kimilerine göre ise O. Henry ismini bir ilaç ansiklopedisinden bulmuştu. Rivayetler bu kadarla kalmıyordu. Çiftlikte yaşadığı günlerde bir kedinin “Oh, Henry” diye sevildiğine tanık olmuştu yazar ve sevilme ihtiyacından olsa gerek “O. Henry” takma ismini almıştı.

C.3.3.

Mahkûmiyeti yüzünden takma isim alan yazarlardan biri de Oscar Wilde’tı. 1895 yılında Reading Devlet Hapishanesi’ne giren ve iki yıllık bir mahkûmiyetten sonra 1897 yılında özgürlüğüne kavuşan Wilde, Manş Denizi kıyısındaki Berneval-le-Grand beldesinde yazmaya başlayıp Fransa’nın Rouen ve İtalya’nın Napoli şehirlerinde tamamladığı “Reading Zindanı Balladı” adlı şiirini 1898 yılında kendi adıyla değil “C.3.3” müstearıyla yayımlamıştı. “C.3.3” Wilde’ın Reading Hapishanesi’nde C blok, 3. kat, 3 numaralı hücrede kaldığının işaretiydi. Şiirin Oscar Wilde’a ait olduğu kulaktan kulağa yayılınca büyük ilgi gördü kitap ve defalarca basıldı. Ancak yedinci baskıda kitabın kapağına Oscar Wilde adı konulabilmişti.

Yazarların müstear isim kullanmalarının tek nedeni hapishane hayatları değildi kuşkusuz. Hermann Hesse, Demian romanını 1919 yılında takma isimle yayımlamıştı. Eser okur ve eleştirmenlerden büyük beğeni almış ve Theodor Fontane ödülüyle ödüllendirilmişti. Fakat kısa zamanda yazar merak edildi ve yayınevi bu konuda bir açıklama yapamadı. 1920 yılında Otto Flake adlı bir yazarın yaptığı üslup analizleri sonunda eserin Hesse’ye ait olduğu anlaşılınca yayınevi Hesse’den bunu açıklamasını istedi. Hesse, dokuz gün sonra gerçeği itiraf etse de bunu yapma nedeninden söz etmedi. Bir süre sonra ileri sürdüğü gerekçe ise şuydu: “Gençliği, yaşlı bir amcanın ünlü ismiyle korkutmamak için.” Bir gazete yazarının baskısı sonucu Hesse ödülü geri vermek zorunda kalmış, Demian, ancak 17. baskısında Hesse’nin adıyla yayınlanabilmişti.

Birsen nerede, Berk nerede

Salah Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitabına kulak verecek olursak, Emrullah İlhan Birsen meşhur olma arzusuyla yanıp tutuşunca 1934’deki soyadı yasasını fırsat bilerek “Birsen”i “Berk” yapmıştı. O sıralarda meşhur olan ve gazetelerde yazıları yayınlanan Nurullah Berk’in soyadıydı bu. “Birsen” nerede “Berk” nerede? Artık Ankara’da evlerin kapılarını çalıp, “Ünlü şair İlhan Berk burada mı oturuyor?” diye sorabilir, şöhretin tohumlarını saçabilirdi hafızalara. Müsteardan çok yeni bir ad edinme olarak da düşünülebilirdi bu.

Ne çok Ahmet!

Ahmet Necati’nin Türk şiirindeki “Ahmet”lerin çokluğundan “Necati Cumalı” ismine kaçması da biricik olma arzusuyla açıklanabilirdi belki. Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmed Arif, Ahmet Oktay… Bu kadar Ahmet yeterdi edebiyat dünyasına. Fuzuli’nin aynı mahlası birkaç şairin kullandığını görüp kimsenin heves etmeyeceği bir mahlas bulmasını akla getiriyordu Cumalı’nın serüveni.

Necati deyince Behçet Necatigil’i hatırlamamak olmaz. O bir zamanlar “Behçet Necati Gönül”dü. 1951’de mahkemeye başvurarak isminin tashih edilmesini talep etmişti. Tanıklardan Fazıl Hüsnü Dağlarca, hâkimin, “Onu hangi isimle tanıyorsunuz?” sorusuna dalgınlıkla “Ben bu beyefendiyi Behçet Necati Gönül olarak tanıyorum,” deyince neredeyse isim değişikliği mümkün olmayacaktı. Neyse ki Dağlarca dışındaki iki tanık durumu kurtarmışlar, “Gönül”, “Necatigil” olabilmişti.

Ekmek kaygısının armağan ettiği müstearlar

Yazarak geçimini sağlamak mecburiyeti de müstear isim arayışının arkasındaki nedenlerden biriydi. Maişet derdi olmasa hangi yazar “Güzin Abla” olmak isterdi haftalık bir magazin dergisinde!

Peyami Safa gibi Türk romanının efsanevi ismine hayat, “Âdem Baba” müstearıyla Yeni Hayat dergisinde bir dert köşesi hazırlatıyor, aşk derdine müptela olan gençlerin mektuplarını “Aramızda” köşesinde Âdem Baba olarak cevaplıyordu Safa.

Ekmek kaygısı birçok yazara müstear isimler armağan etmişti. Peyami Safa’nın bir de Server Bedi ismi vardı macera romanlarında kullandığı. Büyük romancı ismini yalnız arkasında durabileceği eserlerde kullanıyordu. An geliyor kendisine nerede oturduğunu soran birine, “Cingöz Recai’nin evinde,” cevabını veriyordu gülümseyerek. Çömez ve Serazat da Peyami Safa’nın müstearları arasında yer almaktaydı.

Çehonte bir şeyler yazmış olabilir

Çehov’un Moskova Tıp Fakültesi’nde okurken masraflarını karşılayabilmek için “Çehonte” imzasıyla magazin ve mizah öyküleri yazması da Peyami Safa’ya benzer bir serüvene işaret ediyor. Öğrencilik döneminde yazdığı metinleri üniversiteyi bitirdiği yıl Melbourne‘nün Masalları adı altında yayımlasa da yirmi yıl sonra kitabın ikinci baskısında bu öykülerin çoğunu kitabından çıkarmış, önsözde şöyle açıklamıştır durumu: “Çehonte birçok şeyler yazmış olabilir, ama Çehov bunları kabul etmek zorunda değildir.”

Dergi çıkartan ya da belli bir süreli yayında birden fazla çalışmasını yayımlayan yazarlar da isimlerinin ağırlığını koruyabilmek için müstear isim kullanabilmekteydi. Varlık dergisinin 1936 Aralık sayısını inceleyenler Melih Cevdet, Oktay Rifat ve Orhan Veli’nin yanı sıra Mehmet Ali Sel imzasına rastlıyor, Sel’in bazı şiirlerini, biçim ve içerik bakımından Orhan Veli’ye benzetiyorlardı. Gerçekte ikisi de aynı kişiydi. Orhan Veli’ye neden iki ayrı ad kullandığı sorulunca cevabı şöyle olmuştu:

“O zamanlar çok şiir yayımlıyordum. Adımın dergide her zaman görünmesi hem benim için hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var, Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir.”

Orhan Veli yalnız telif eserlerinde değil, tercüme ettiği eserlerde de müstear isimler kullanıyordu. On bir takma adı vardı çevirilerinde Veli’nin. Bu isimlerden biri de Adil Hanlı’ydı.

“Bir Kadın” yazıyor

Kadın yazarların müstear isim kullanması ise tercihten çok zorunluluktu. Bir dönem kendi adlarıyla kitap yayımlamalarına izin verilmeyen kadınlar takma isimler kullanmışlardı eserlerinde. Jane Austen’ın Sağduyu ve Duyarlık romanında isim yerinde “Bir Kadın” yazıyordu.

Edebiyat çevrelerinin Sağduyu ve Duyarlık’ı beğenmesi üzerine bir yıl sonra Austen, Aşk ve Gurur’u yazdı. Kitap son okuma için kendisine gönderildiğinde ilk sayfada şu başlığı gördü: “Aşk ve Gurur, Sağduyu ve Duyarlık’ın yazarından.”

Austen öldüğünde Winchester Katedrali’nde adına görkemli bir anıt dikilse de üzerine sadece iyi bir Hıristiyan kadını olduğu yazıldı. Romancılığından bahseden tek bir cümle yoktu anıtta.

Charlotte Bronte’nin romanı Jane Eyre basılacağı zaman yayıncı, yazara hangi adı kullanacağını sormuş, kendi adını kullanmak istediğini söyleyince bunun mümkün olmadığını belirtmişti. Zira kadınlar tarafından yazılan romanların okur gözünde saygınlığı yoktu ve yüzlerce kadın, romanlarının yayınlanması için erkek adı kullanıyordu.

Charlotte, kitabının yayınlanması için bir erkeğe dönüşmeyeceğini söylemiş. Yayınevi de bunu kabul etmeyince şöyle bir yol bulmuş: “Adımı erkek adıyla değiştirmem. Soyadımı Bell, adımı Currer olarak değiştiririm. Currer Bell olmasını istiyorum. Currer hem kadın hem de erkek adı. İkisi de olabilir.”

Bronte kardeşlerin hepsi bu olaydan sonra aynı yolu izlemek zorunda kaldı. Emily “Ellis Bell”, Anne de “Acton Bell” adını aldı.

Pessoa – hiç kimse

Yazımızı, yaşarken onlarca ismi maske olarak kullanan Pessoa ile bitirmeliyiz. Dünya onu asıl ismiyle, Fernando Pessoa olarak ölümünden sonra tanıdı. Portekizcede “kişi”, Fransızcada “hiç kimse” anlamına gelen Pesoa kelimesi, Romalı oyuncuların taktığı maskeleri ifade eden persona kelimesiyle aynı kökten geliyor. Şair dilin imkânları içerisinde, varlığına anlam katarak onu “hiç kimse”, “hayali biri”, “kişi” olmaktan kurtaracak özge isimler aramıştı. 8 Mart 1914’te çekmeceli bir dolabın önünde ayakta durdu ve yazmaya başladı Pessoa. O günü hayatı boyunca bir daha yaşayamayacağı bir trans anı olarak hatırladı her zaman. Arka arkaya otuzdan fazla şiir yazarken Fernando Pessoa’dan Alberto Caeiro’ya, Caeiro’dan Pessoa’ya rol değiştirip durdu. Gizlice var olduğunu söylediği Ricardo Reis’i onun tam tersi bir kişiliği olan Alvaro de Campos izledi. Tanınmamak kaygısı yaşayan Pessoa, bu isimleri birer maske olarak kullandı.

Çekmeceli dolabına asılı onlarca maskeye yani isme sahipti. Yirmili yaşların ortasındayken her şeyi, olabilecek bütün tarzlarda hissetmek için farklı yazar kimliklerini kendi aralarında diyaloğa sokarak onlara yazı aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik kazandırmayı denedi. Şair kimliklerini bir araya toplamaya çalışarak varoluşun dingin kıyısına ulaşmayı arzuluyor olmalıydı. Tek parça olarak.

Maskeleri değişse de yaşamı boyunca değişmemişti ayaklarını bastığı dil toprağı: “Vatanım Portekiz dilidir.” Dili, Pessoa’ya farklı isimler vasıtasıyla yeni kimlikler keşfetme ve şiirde derinleşme olanağı sağlamıştı. Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve daha onlarca imza taşıyan şiirlerin tamamı Fernando Pessoa’ya aitti.

 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.

A. Ali Ural
A. Ali Ural
Şair, yazar, çevirmen, editör ve yayıncı. 9 Mart 1959 Ladik (Samsun) doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı. İlk şiiri Mavera dergisinde çıktı (1982). Yükseköğreniminin ardından bir süre editörlük yaptıktan sonra Şûle Yayınları’nı kurdu (1990). 1997’de Merdiven Sanat isimli aylık bir sanat dergisi çıkardı. 24 sayı çıkan bu derginin yanı sıra Kitaphaber isimli iki aylık bir kitap-kültür dergisi yayınladı. Yayın yönetmenliğini de yaptığı bu dergilerde şiir, öykü ve makalelerini yayınladı. Ural’ın yayınlayıp yönettiği dergiler arasında bir şiir ve poetika dergisi olan Merdiven Şiir de bulunuyor (2005–2007). 2006-2012 yılları arasında Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şube başkanlığını yaptı. Bir dönem de Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu üyeliğinde bulundu. 2011 yılından itibaren FSMVÜ’de ve İstinye Üniversitesi’nde “Yaratıcı Yazarlık” dersleri veren, 2012 yılının Şubat ayında birinci sayısı çıkan ve edebiyat ağırlıklı bir sanat dergisi olan Karabatak’ın genel yayın yönetmenliğini yapan Ural’ın “Hızırla Kırk Saatin Kurgusal Yapısı” konulu bir yüksek lisans tezi ve “Türk Hikayeciliğinde Anlatıcı-Okur İlişkileri (Sabahattin Ali, Sait Faik ve Mustafa Kutlu Örnekleri)” konulu bir doktora tezi bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Yazarın gizlenme ihtiyacı ya da müstear

Bir yazar neden ödünç bir isim almak ister? Kendi ismiyle alıp veremediği nedir? “Müstear”, yani “ödünç alınmış” bir isme neden ihtiyaç duyar? O isimle hangi metinlerini imzalayacak ve ne zaman uzak durmaya çalışacaktır kurgusal isminden?

Orhan Okay’a kulak verecek olursak müstear, Türk edebiyatında takma ad anlamında, Tanzimat’tan sonra Batılı yazarlardan örnek alınarak kullanılmaya başlanmış. Divan şairlerinin kullandığı mahlaslarla halk şairlerinin tapşırmaları kurallı bir geleneğin uygulaması olduğundan müstear isimden sayılmazdı. Mahlaslar ve tapşırmalar çok defa şairin asıl adı yerine geçtiği halde müstear isim, bir şairin veya yazarın asıl adıyla yazarken farklı yazılarında herhangi bir sebeple gizlenme arzusundan doğmuştu.

Nâzım Hikmet – Sarı Oğlan

Yunus Emre, “Söz ola kestire başı,” demişse öncelikle bir güvenlik gerekçesi olarak müstear isim kullanma ihtiyacından söz edebiliriz. Doğrusu Sokratik yöntemi kullanarak ismine değil, sözüne maske takmak her yazarın harcı değildir. Bazen sözler öyle maskelenir ki yazarın müstear isim almasına gerek kalmaz kendini korumak için. Bunun tersi de olabilir elbette. Ve ironist ne kadar başarılı olursa olsun düşmanları, ima ettiğini keşfetmekle kalmaz, ima etmediğini dahi bir suç delili olarak mahkemelere taşırlar. İroni maskesinin yazarını ne kadar koruyabileceğini ise adı ironiyle örtüşen Sokrat’ın sonu göstermektedir.

Nâzım Hikmet’e daha okuldayken “Sarı Oğlan” lakabı takılmıştı. Fakat bu isim Karacaoğlan gibi onunla bütünleşmemiş, şair kendi ismiyle edebiyat meydanına mührünü vurmuştu. Fakat hayat her yazara yalnız kendi ismiyle var olma imkânı vermiyor. Nâzım Hikmet de an gelip müstear vitrininden kendine adlar seçmek zorunda kalmış, kâh Orhan Selim kâh Mümtaz Orhan olmuştu. Doğrusu Nâzım’ın maişetini temin etmek için şarkı sözü yazmışlığı bile vardı. Böyle zamanlarda müstear isim sığınılacak bir kale oluyor, şair karizmasına zarar vermeden ya da siyasi kimliğiyle korkutmadan ekmeğini kazanabiliyordu.

İşte taş plakta Münir Nurettin’in sesinden iki şarkı: “Kanatlan Gümüş Yavru Bir Kuş” ve “Martılar Ah Eder Çırparlar Kanat” Bu şarkıların sözünü yazan Mümtaz Orhan’ın Nazım Hikmet olduğundan haberi yoktu kimsenin. Lüküs Hayat’ın o meşhur sözlerini Mümtaz Orhan maskesinin arkasındaki Nâzım Hikmet’in yazdığından da:

“Şişli’de bir apartman /Yoksa eğer halin yaman / Nikel kübik mobilyalar /Duvarda yağlıboyalar / İki tane otomobil / Biri açık biri değil /Aşçı, uşak, hizmetçiler /Dolu mutfak dolu kiler/…/ Lüküs hayat, lüküs hayaat / Bak keyfine yan gel de yat / Ne ömür şey, oh ne rahat / Yoktur eşin lüküs hayat…”

Mümtaz Orhan, operetler yazmaya devam ederken, 1934’te Akşam gazetesinde yazdığı köşe yazılarında Orhan Selim olur Nâzım.

Mayk Hammer’in yeni maceraları

On beş yıl hapse mahkûm edilen Kemal Tahir’in -bir tesadüf müdür bilmem- on beş müstear ismi vardı. Hapisteyken kimliğini sakladığına bakmayın, o asıl kimliğini bu zor yıllarda oluşturmuştu.

Mahkûmken Cemalettin Mahir’di mesela matbuatta. Takma isimlerle mizah öyküleri ve polisiye romanlar kaleme alırken sarı defterlerine yeni müstearlar ekleniyordu.

1950’de hapisten çıktıktan sonra dört yıl daha asıl ismini metinlerinde kullanamadı Kemal Tahir. Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, F. M. İkinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı gibi isimlerle kitaplarını yayımlamaya devam etti. Esir Şehrin İnsanları romanını Nurettin Demir ismiyle imzalayan Tahir, Amerikalı yazar Mickey Spillane’den çevirdiği “Mike Hammer” dizisi ilgiyle karşılanınca F. M. İkinci takma ismiyle “Mayk Hammer’in Yeni Maceraları”nı yazmaya koyuldu. Göl İnsanları adlı hikâye kitabı yazarı asıl ismiyle buluşturması bakımından da önemliydi. Tan gazetesinde tefrika olarak yayımlanan dört bölümlük uzun hikâye 1955 yılında nihayet Kemal Tahir imzasıyla okurla buluşabilmişti.

Hapishane – bir çeşit üniversite

Mehmet Raşit Öğütçü, başına gelecekleri bilmiş de daha en başından müstear ismini almış, ilk şiirlerini Raşit Kemali imzasıyla Yedigün ve Yeni Mecmua’da yayımlamıştı. Daha Orhan Kemal olmasına çok vardı. Bunun için önce Nâzım Hikmet’in kitaplarını okuması, sonra beş yıl hapis cezasına çarptırılıp şairle aynı koğuşu paylaşması lazımdı.

“Hapishane benim için bir çeşit üniversite oldu,” diyen Orhan Kemal, müstearıyla da yazamayınca yeni müstearlar buldu kendine. O kadar farklı isim ve sıfatlarla yazmıştı ki, oğlu Işık Öğütçü hâlâ kayıp öykü, roman ve senaryolarının izlerini sürmekte:

Konya Oturak Âlemleri adlı kitabını İlhan Fahri Demir adıyla yazmış. O kitabın arkasında bir duyuru var: “İlhan Fahri Demir’in en son romanı ‘Kara Haber’ yakında.” Duyuru yapılmış, onu arıyorum. Kütüphanelerde bu isimde bir kitap yok. Ama olmaz dememeli, belki de bulurum. Farklı isimlerle kitaplar yazmış. Hatta İki Damla Gözyaşı’nın tefrikasında yazan kısmında Türkiye’nin en ünlü bestekârı diye bir takma ad gördüm. İsim de yok.”

Orhan Kemal’in senaryolarıyla ilgili söylediği, “Ben 300’e yakın senaryo yazdım. Yapımcı bana formülü veriyor, ben de ona göre yazıyordum. O senaryolar film olarak hangi adı aldı bilmiyorum,” cümlesi Işık Öğütçü’nün işinin ne denli zor olduğunu göstermekte.

Doğrusu Orhan Kemal müstearlarının birçoğunu gizlemiş, Attila İlhan’ın yazdığı senaryolarda kullandığı “Ali Kaptanoğlu” müstearı gibi izini belli etmemişti. Attila İlhan’ın gençlik yıllarında edebiyat dergilerine şiirlerini gönderirken takma isim kullanma nedeni ise ideolojikti. O günlerden söz ederken şöyle diyordu Attila İlhan: “Kendimi solcu saydığım için, şiirlerimi sağcı dergilere göndermek istemiyordum. Bir ara yol buldum. Takma isimlerle yollama.”

Fransızların Oliver’i…

Hapishanede olduğu için takma ad kullanan yazarlardan biri de asıl adı William Sydney Porter olan O. Henry’ydi. Hapisteyken on dört hikâyesini takma adla dergilerde yayımlatan O. Henry, 1909 yılında New York Times’a şu açıklamayı yapıyordu:

“New Orleans günleri sırasında aldım takma adımı. Bir arkadaşıma: ‘Elimdekileri bir yerlere göndermek istiyorum. Edebi bir takma ismim olmalı. İyi bir şey seçmemde bana yardım edin’ dedim. Bir gazeteye bakmayı ve önemli kişilerin isimlerinden bir liste oluşturmamızı önerdi. Gözüm ‘Henry’ adına takıldı. Şimdi bir de ön isim bulmalıydık. Heceli değil, kısa bir şey olmasını istiyordum ve aklıma ‘O’ harfi geldi. Çünkü bu harf, en kolay yazılan harftir. Bir keresinde bir gazete O harfinin hangi ismin kısaltması olduğunu sordu. Ben de ‘Fransızların Olivier’i’ dedim. Birçok hikâyem de Olivier Henry adıyla yayınlanmıştır.”

O. Henry böyle dese de yayıncısı Karl Davenport bu konuda farklı bir açıklama yapıyordu. Ona göre yazar takma ismini hapishanede bulmuş, ilk harflerini Ohia’dan, kalan harfleri de Penitentia Relais kelimesinden almıştı.

Kimilerine göre ise O. Henry ismini bir ilaç ansiklopedisinden bulmuştu. Rivayetler bu kadarla kalmıyordu. Çiftlikte yaşadığı günlerde bir kedinin “Oh, Henry” diye sevildiğine tanık olmuştu yazar ve sevilme ihtiyacından olsa gerek “O. Henry” takma ismini almıştı.

C.3.3.

Mahkûmiyeti yüzünden takma isim alan yazarlardan biri de Oscar Wilde’tı. 1895 yılında Reading Devlet Hapishanesi’ne giren ve iki yıllık bir mahkûmiyetten sonra 1897 yılında özgürlüğüne kavuşan Wilde, Manş Denizi kıyısındaki Berneval-le-Grand beldesinde yazmaya başlayıp Fransa’nın Rouen ve İtalya’nın Napoli şehirlerinde tamamladığı “Reading Zindanı Balladı” adlı şiirini 1898 yılında kendi adıyla değil “C.3.3” müstearıyla yayımlamıştı. “C.3.3” Wilde’ın Reading Hapishanesi’nde C blok, 3. kat, 3 numaralı hücrede kaldığının işaretiydi. Şiirin Oscar Wilde’a ait olduğu kulaktan kulağa yayılınca büyük ilgi gördü kitap ve defalarca basıldı. Ancak yedinci baskıda kitabın kapağına Oscar Wilde adı konulabilmişti.

Yazarların müstear isim kullanmalarının tek nedeni hapishane hayatları değildi kuşkusuz. Hermann Hesse, Demian romanını 1919 yılında takma isimle yayımlamıştı. Eser okur ve eleştirmenlerden büyük beğeni almış ve Theodor Fontane ödülüyle ödüllendirilmişti. Fakat kısa zamanda yazar merak edildi ve yayınevi bu konuda bir açıklama yapamadı. 1920 yılında Otto Flake adlı bir yazarın yaptığı üslup analizleri sonunda eserin Hesse’ye ait olduğu anlaşılınca yayınevi Hesse’den bunu açıklamasını istedi. Hesse, dokuz gün sonra gerçeği itiraf etse de bunu yapma nedeninden söz etmedi. Bir süre sonra ileri sürdüğü gerekçe ise şuydu: “Gençliği, yaşlı bir amcanın ünlü ismiyle korkutmamak için.” Bir gazete yazarının baskısı sonucu Hesse ödülü geri vermek zorunda kalmış, Demian, ancak 17. baskısında Hesse’nin adıyla yayınlanabilmişti.

Birsen nerede, Berk nerede

Salah Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu kitabına kulak verecek olursak, Emrullah İlhan Birsen meşhur olma arzusuyla yanıp tutuşunca 1934’deki soyadı yasasını fırsat bilerek “Birsen”i “Berk” yapmıştı. O sıralarda meşhur olan ve gazetelerde yazıları yayınlanan Nurullah Berk’in soyadıydı bu. “Birsen” nerede “Berk” nerede? Artık Ankara’da evlerin kapılarını çalıp, “Ünlü şair İlhan Berk burada mı oturuyor?” diye sorabilir, şöhretin tohumlarını saçabilirdi hafızalara. Müsteardan çok yeni bir ad edinme olarak da düşünülebilirdi bu.

Ne çok Ahmet!

Ahmet Necati’nin Türk şiirindeki “Ahmet”lerin çokluğundan “Necati Cumalı” ismine kaçması da biricik olma arzusuyla açıklanabilirdi belki. Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmed Arif, Ahmet Oktay… Bu kadar Ahmet yeterdi edebiyat dünyasına. Fuzuli’nin aynı mahlası birkaç şairin kullandığını görüp kimsenin heves etmeyeceği bir mahlas bulmasını akla getiriyordu Cumalı’nın serüveni.

Necati deyince Behçet Necatigil’i hatırlamamak olmaz. O bir zamanlar “Behçet Necati Gönül”dü. 1951’de mahkemeye başvurarak isminin tashih edilmesini talep etmişti. Tanıklardan Fazıl Hüsnü Dağlarca, hâkimin, “Onu hangi isimle tanıyorsunuz?” sorusuna dalgınlıkla “Ben bu beyefendiyi Behçet Necati Gönül olarak tanıyorum,” deyince neredeyse isim değişikliği mümkün olmayacaktı. Neyse ki Dağlarca dışındaki iki tanık durumu kurtarmışlar, “Gönül”, “Necatigil” olabilmişti.

Ekmek kaygısının armağan ettiği müstearlar

Yazarak geçimini sağlamak mecburiyeti de müstear isim arayışının arkasındaki nedenlerden biriydi. Maişet derdi olmasa hangi yazar “Güzin Abla” olmak isterdi haftalık bir magazin dergisinde!

Peyami Safa gibi Türk romanının efsanevi ismine hayat, “Âdem Baba” müstearıyla Yeni Hayat dergisinde bir dert köşesi hazırlatıyor, aşk derdine müptela olan gençlerin mektuplarını “Aramızda” köşesinde Âdem Baba olarak cevaplıyordu Safa.

Ekmek kaygısı birçok yazara müstear isimler armağan etmişti. Peyami Safa’nın bir de Server Bedi ismi vardı macera romanlarında kullandığı. Büyük romancı ismini yalnız arkasında durabileceği eserlerde kullanıyordu. An geliyor kendisine nerede oturduğunu soran birine, “Cingöz Recai’nin evinde,” cevabını veriyordu gülümseyerek. Çömez ve Serazat da Peyami Safa’nın müstearları arasında yer almaktaydı.

Çehonte bir şeyler yazmış olabilir

Çehov’un Moskova Tıp Fakültesi’nde okurken masraflarını karşılayabilmek için “Çehonte” imzasıyla magazin ve mizah öyküleri yazması da Peyami Safa’ya benzer bir serüvene işaret ediyor. Öğrencilik döneminde yazdığı metinleri üniversiteyi bitirdiği yıl Melbourne‘nün Masalları adı altında yayımlasa da yirmi yıl sonra kitabın ikinci baskısında bu öykülerin çoğunu kitabından çıkarmış, önsözde şöyle açıklamıştır durumu: “Çehonte birçok şeyler yazmış olabilir, ama Çehov bunları kabul etmek zorunda değildir.”

Dergi çıkartan ya da belli bir süreli yayında birden fazla çalışmasını yayımlayan yazarlar da isimlerinin ağırlığını koruyabilmek için müstear isim kullanabilmekteydi. Varlık dergisinin 1936 Aralık sayısını inceleyenler Melih Cevdet, Oktay Rifat ve Orhan Veli’nin yanı sıra Mehmet Ali Sel imzasına rastlıyor, Sel’in bazı şiirlerini, biçim ve içerik bakımından Orhan Veli’ye benzetiyorlardı. Gerçekte ikisi de aynı kişiydi. Orhan Veli’ye neden iki ayrı ad kullandığı sorulunca cevabı şöyle olmuştu:

“O zamanlar çok şiir yayımlıyordum. Adımın dergide her zaman görünmesi hem benim için hem de dergi için doğru değildi. Bir de şu var, Mehmet Ali Sel, benim bazı tecrübelerime alet olmuş bir isimdir.”

Orhan Veli yalnız telif eserlerinde değil, tercüme ettiği eserlerde de müstear isimler kullanıyordu. On bir takma adı vardı çevirilerinde Veli’nin. Bu isimlerden biri de Adil Hanlı’ydı.

“Bir Kadın” yazıyor

Kadın yazarların müstear isim kullanması ise tercihten çok zorunluluktu. Bir dönem kendi adlarıyla kitap yayımlamalarına izin verilmeyen kadınlar takma isimler kullanmışlardı eserlerinde. Jane Austen’ın Sağduyu ve Duyarlık romanında isim yerinde “Bir Kadın” yazıyordu.

Edebiyat çevrelerinin Sağduyu ve Duyarlık’ı beğenmesi üzerine bir yıl sonra Austen, Aşk ve Gurur’u yazdı. Kitap son okuma için kendisine gönderildiğinde ilk sayfada şu başlığı gördü: “Aşk ve Gurur, Sağduyu ve Duyarlık’ın yazarından.”

Austen öldüğünde Winchester Katedrali’nde adına görkemli bir anıt dikilse de üzerine sadece iyi bir Hıristiyan kadını olduğu yazıldı. Romancılığından bahseden tek bir cümle yoktu anıtta.

Charlotte Bronte’nin romanı Jane Eyre basılacağı zaman yayıncı, yazara hangi adı kullanacağını sormuş, kendi adını kullanmak istediğini söyleyince bunun mümkün olmadığını belirtmişti. Zira kadınlar tarafından yazılan romanların okur gözünde saygınlığı yoktu ve yüzlerce kadın, romanlarının yayınlanması için erkek adı kullanıyordu.

Charlotte, kitabının yayınlanması için bir erkeğe dönüşmeyeceğini söylemiş. Yayınevi de bunu kabul etmeyince şöyle bir yol bulmuş: “Adımı erkek adıyla değiştirmem. Soyadımı Bell, adımı Currer olarak değiştiririm. Currer Bell olmasını istiyorum. Currer hem kadın hem de erkek adı. İkisi de olabilir.”

Bronte kardeşlerin hepsi bu olaydan sonra aynı yolu izlemek zorunda kaldı. Emily “Ellis Bell”, Anne de “Acton Bell” adını aldı.

Pessoa – hiç kimse

Yazımızı, yaşarken onlarca ismi maske olarak kullanan Pessoa ile bitirmeliyiz. Dünya onu asıl ismiyle, Fernando Pessoa olarak ölümünden sonra tanıdı. Portekizcede “kişi”, Fransızcada “hiç kimse” anlamına gelen Pesoa kelimesi, Romalı oyuncuların taktığı maskeleri ifade eden persona kelimesiyle aynı kökten geliyor. Şair dilin imkânları içerisinde, varlığına anlam katarak onu “hiç kimse”, “hayali biri”, “kişi” olmaktan kurtaracak özge isimler aramıştı. 8 Mart 1914’te çekmeceli bir dolabın önünde ayakta durdu ve yazmaya başladı Pessoa. O günü hayatı boyunca bir daha yaşayamayacağı bir trans anı olarak hatırladı her zaman. Arka arkaya otuzdan fazla şiir yazarken Fernando Pessoa’dan Alberto Caeiro’ya, Caeiro’dan Pessoa’ya rol değiştirip durdu. Gizlice var olduğunu söylediği Ricardo Reis’i onun tam tersi bir kişiliği olan Alvaro de Campos izledi. Tanınmamak kaygısı yaşayan Pessoa, bu isimleri birer maske olarak kullandı.

Çekmeceli dolabına asılı onlarca maskeye yani isme sahipti. Yirmili yaşların ortasındayken her şeyi, olabilecek bütün tarzlarda hissetmek için farklı yazar kimliklerini kendi aralarında diyaloğa sokarak onlara yazı aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik kazandırmayı denedi. Şair kimliklerini bir araya toplamaya çalışarak varoluşun dingin kıyısına ulaşmayı arzuluyor olmalıydı. Tek parça olarak.

Maskeleri değişse de yaşamı boyunca değişmemişti ayaklarını bastığı dil toprağı: “Vatanım Portekiz dilidir.” Dili, Pessoa’ya farklı isimler vasıtasıyla yeni kimlikler keşfetme ve şiirde derinleşme olanağı sağlamıştı. Alberto Caeiro, Alvaro de Campos, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve daha onlarca imza taşıyan şiirlerin tamamı Fernando Pessoa’ya aitti.

 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.

A. Ali Ural
A. Ali Ural
Şair, yazar, çevirmen, editör ve yayıncı. 9 Mart 1959 Ladik (Samsun) doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı. İlk şiiri Mavera dergisinde çıktı (1982). Yükseköğreniminin ardından bir süre editörlük yaptıktan sonra Şûle Yayınları’nı kurdu (1990). 1997’de Merdiven Sanat isimli aylık bir sanat dergisi çıkardı. 24 sayı çıkan bu derginin yanı sıra Kitaphaber isimli iki aylık bir kitap-kültür dergisi yayınladı. Yayın yönetmenliğini de yaptığı bu dergilerde şiir, öykü ve makalelerini yayınladı. Ural’ın yayınlayıp yönettiği dergiler arasında bir şiir ve poetika dergisi olan Merdiven Şiir de bulunuyor (2005–2007). 2006-2012 yılları arasında Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şube başkanlığını yaptı. Bir dönem de Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu üyeliğinde bulundu. 2011 yılından itibaren FSMVÜ’de ve İstinye Üniversitesi’nde “Yaratıcı Yazarlık” dersleri veren, 2012 yılının Şubat ayında birinci sayısı çıkan ve edebiyat ağırlıklı bir sanat dergisi olan Karabatak’ın genel yayın yönetmenliğini yapan Ural’ın “Hızırla Kırk Saatin Kurgusal Yapısı” konulu bir yüksek lisans tezi ve “Türk Hikayeciliğinde Anlatıcı-Okur İlişkileri (Sabahattin Ali, Sait Faik ve Mustafa Kutlu Örnekleri)” konulu bir doktora tezi bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x