Kendi kendine yeterliliğin yeni çağı

Küreselleşmenin en büyük taraftarları şimdi güvenlik gerekçesiyle kendi kendine yeterlilikten söz ediyor. İç pazarı korumacı duvarların arkasına alıyorlar ama ihracat peşinde de koşuyorlar. Peki, ülkeler içe kapanarak “küresel lider” olabilir mi?

Son yıllarda küresel güç yarışına giren ülkelerin gümrük duvarlarını yükselttiği, birbirlerinin şirketlerine yasaklamalar getirdiği ve yerel teknolojilerin geliştirilmesi için hamleler yaptığı görülüyor. Pandemi dönemi seyahat ve ticaret yasakları da buna tuz biber ekti. Pek çok uzman bu tedbirlerin küreselleşmenin sonunu getireceğini ileri sürdü. Peki, bu yeni korumacı siyasetin amacı nedir ve daha da önemlisi ne kadar ileriye gidebilir? Düşünce kuruluşları Strategic Insight Group ve FutureMap’in yöneticilerinden olan ekonomist Scott Malcomson (Sıkat Malkımsın), Foreign Affairs (Forın Efers) için kaleme aldığı yazıda pek çok çelişki barındıran “kendi kendine yeterlilik” doktrininin tehlikelerine dikkat çekiyor. Yazının öne çıkan bazı bölümlerini yayınlıyoruz:

“Geçtiğimiz dört yılın en çarpıcı jeopolitik özelliği iki kutupluluk ya da çok kutupluluk hatta büyük güç çatışmasıydı. Söz konusu dönemde, güvenliklerini, yenilikçi kapasitelerini, iç istikrarlarını ve ekonomik beklentilerini sağlamak için kendi kendine yeterlilik peşinde koşan ve küreselleşmeden kısmen çekilen büyük ekonomilerin gösterilerine tanık olundu. ABD, Çin ve Hindistan şimdi çelişkili görülen bir girişimle meşguller: Küresel konumlarını yükseltmek adına kendi kendine yeterli hale gelmek için içe dönüyorlar.

Küresel ekonominin yarısından fazlası içe kapanırsa ne olur?

Soğuk Savaş’tan sonra, geleneksel görüş, küresel bir ekonomik yakınlaşmanın kaçınılmaz olduğu ve ülkelerin yalnızca ekonomik olarak birbirine daha bağımlı hale gelerek ayakta kalabileceği yönündeydi. Geriye dönüp bakıldığında, durumun böyle olmadığı açık. Yine de birkaç yıl önce bile çok az kişi küreselleşmeden en çok yararlanan üç ülkenin otarşiye döneceğini veya jeopolitiğe kendi kendine yeterliliğin (…) hakim olacağını tahmin ediyordu.

Çin, Hindistan ve ABD bugün dünyanın en kalabalık üç ülkesi ve en büyük ekonomileridir. Birlikte, küresel ekonominin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturuyorlar. (…) Yine de, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD, “ekonomik milliyetçiliği” benimserken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Hindistan Başbakan Narendra Modi, “kendi kendine yeterliliği” tercih etti (…) Çoğu büyük ekonomiden farklı olarak, her üç ülke de son on yılda kişi başına düşen milli gelirlerini artırırken, ticaretin milli gelire oranı ile hesaplanan ticaret risklerini azalttı. Bu farklı küreselleşme modeli, önümüzdeki on yıl veya daha uzun bir süre için bu büyük ekonomiler arasında hüküm sürebilecek yeni bir otarşinin yükselişine işaret ediyor.

Otarşi geleneklerinde var

1990’larda ve yeni milenyumun ilk on yılında küreselleşmeyi benimsemiş olsalar da, kendi kendine yeterlik (..,) her üç ülkenin geleneklerinde var. ABD her zaman bir sermaye ve emek ithalatçısı ve bir mal ihracatçısı olmuştur ancak ana büyüme kaynağı hep iç pazarı olmuştur. 1960’larda ticaret ABD Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’sının (GSYİH) yalnızca yüzde onunu oluşturuyordu. Bu oran katı otarşik Sovyetler Birliği’nin yüzde dörtlük ve Çin’in yüzde beşlik oranından çok da uzak değildi. (…) Daha küçük iç pazarlara sahip diğer zengin ülkeler 1960’larda çok daha yüksek oranlara sahipti. Örneğin Fransa’da ticaretin GSYİH’e oranı yüzde 25 ve İngiltere’de yüzde 41’di. ABD, ticaret-GSYİH oranının yaklaşık yüzde 31 ile zirve yaptığı 2011 yılına kadar giderek daha küresel hale geldi. O zamandan beri bu oran yüzde 27’ye düştü ve Başkan Joe Biden’ın politikaları bu aşağı yönlü gidişatın devam edeceğini gösteriyor.

Kendi kendine yeterlilik, çoğu zaman yakalanması zor olsa da, Çin’de de öteden beri bir hedeftir. Çin İmparatorluğu 17’inci yüzyılın sonlarından 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar kontrollü ancak kazançlı bir ihracat sektörünün yanı sıra iç pazarının üretkenliğini de geliştirdi. Ancak bu iç ilerleme, Çin’in yabancı güçlerin elinde oyuncak hale geldiği bir “aşağılanma yüzyılına” girdiği 1839’daki Afyon Savaşı’yla aniden sona erdi. Bu yüzyıl, 1949’da Çin Komünist Partisi’nin zaferiyle sona erdi. Mao daha 1945’te (…) “zili gengsheng” denilen kendi kendine yeterlilik politikasının temellerini attı. Devlet Başkanı Xi Jinping, 2018’de “tek taraflılık ve ticari korumacılık yükseldi. Bu bizi öz kaynaklara güvenmeye zorluyor” diyerek bu fikri yeniden canlandırdı. Xi, bu ruhla, bu kez ABD’nin teknik inovasyonunun gücüyle Çin’in ikinci kez aşağılanmasını önleyecek yüksek teknolojili ordu ve sanayi geliştirilmesi gerektiğini savunuyor.

ABD ve Çin gibi, Hindistan da geniş iç pazarına güvenerek, makul bir ihracat miktarıyla refaha ulaşma vizyonunu benimsedi. Tarihçilere göre Hindistan, 1700 yılı civarında küresel GSYİH’nın neredeyse dörtte birini üretiyordu. Ama sonraki iki yüzyıl İngilizlerin aşağılanmasına katlandı. İngilizler hammadde elde etmek ve İngiliz üreticileri için büyük bir pazar haline getirmek için Hindistan sanayisini aşamalı olarak yok etti. Hindistan, 1947’deki bağımsızlıktan sonra, siyasi ve askerî bir politika olarak başlayan ancak o zamanlar moda olan sanayi koruma tedbirleri ve ithal ikamesi fikirlerini kucaklayan bir kalkınma modeline döndü ve kamu önderliğinde bir yarı-otarşi haline geldi.

Hindistan, 1990’ların başında ekonomisini açmaya başladı. Ama bu süreç Hindu milliyetçisi Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa seçilmesinin ardından sekteye uğradı. Dünya nüfusunun neredeyse yüzde 18’ini barındıran Hindistan, küreselleşme çağı boyunca “bağlantısız” kalmaya devam etti. Hem Çin’in hem de ABD’nin teknolojisinden yararlanıyor ve kendi alternatiflerini geliştirmek için yatırım yapıyordu. Modi’nin “atmanirbhar” adını verdiği kendi kendine yeterliliğin amacı, Çin’in yerli inovasyon ve kendi kendine yeterlilik düzeyine ulaşmaktı. (…)

Güvenlik ve güç savaşının bahanesi mi?

(…) Bu üç ülke, büyük güçler arasındaki rekabet yoğunlaştıkça ortaya çıkan yeni güvenlik endişelerine yanıt veriyor. 1980’lerden beri Çin’in temel amacı (…) “büyük güç” statüsüne geri dönmek. 2015’te Pekin, Çin’in kendisini dış güçlere bağımlılıktan kurtarması ve geleceği teknolojik olarak kendi kendine yeterliliğini güvence altına alma planının bir parçası olarak ulusal ve endüstriyel kalkınmayı da kapsayan bir “sivil-askeri kaynaşması” politikasını duyurmuştu.

Çin’in askerî modernizasyonu ve teknoloji sektörünün olağanüstü başarısını karşısında bulan ABD, kendi savunma tedarik zincirlerinde Çin teknolojisinin varlığını endişe verici bulmaya ve Çin’in dünya çapında İnternet altyapısı oluşturmadaki rolünden giderek daha fazla şüphe duymaya başladı. Dijital dünya haritasının büyük bir kısmının Çin etkisi altına girme olasılığı ABD’yi bu ülkenin ekonomik yükselişine karşı güvenlik odaklı bir yaklaşım benimsemeye itti. Kısa süre sonra, her iki ülke de ekonomilerinin en dinamik ve küreselleşmiş kesimleri üzerinde daha fazla devlet kontrolü uygulamaya başladı. (…)

Güvenlik kaygıları Hindistan’ın teknoloji politikalarını da (…) giderek daha fazla yönlendiriyor. Modi hükümeti bir tür “dijital bağlantısızlık” siyaseti yürütüyor. Son 20 yılda Çinli teknoloji şirketleri (…) Hindistan’ın teknoloji sektörünün ve altyapısının çoğunu inşa ettiler. Artık Hint teknoloji şirketleri rekabet edebilir hale geldi. Modi hükümeti Hindistan’ın teknolojik özgüvenini geliştirmek ve Hindistan’ın güvenliğini korumak amacıyla yabancı varlığını yönetmeye hatta Çinlileri kapı dışarı etmeye başladı.

Amaç aynı yöntemler biraz farklı

Bu ülkelerin üçü de artan güvenlik kaygılarına yanıt olarak kendi kendine yeterli olmaya yöneliyorlar. Bunun için de ekonomilerinin büyüklüğünü gerekçe gösteriyorlar. Uzmanlaşmanın faydalarından ödün vermeden, diğer bir deyişle, görece kendi kendine yeterli olmak, endüstriler arasında geniş çeşitliliği sürdürmek için yeterince büyük yerel pazarlara sahipler. Ancak büyüklük, diğer büyük ekonomilerin çoğu ticarete daha bağımlı hale gelirken bu ülkelerin ticarete nasıl daha az bağımlı hale geldiğini açıklamak için tek başına yeterli olmuyor.

Hindistan ve Çin’de kültür, sanayi politikası ve diğer yapısal faktörler otarşiye dönüşü kolaylaştırıyor. Her iki ülke de yüksek düzeyde hareketlilik, düşük düzeyde işçi örgütlenmesi, endüstriyi coğrafi olarak dağıtan güçlü yukarıdan aşağıya politikaların yanı sıra beceri ve girişimciliğe değer veren kültürlere sahip çok büyük işgücü piyasalarına sahiptir. Ayrıca, refahlarının küresel değer zincirlerine katılmaya, fikri mülkiyet elde etmeye ve iç pazara ürün satmaya bağlı olduğuna inanan en az iki nesil iş adamları var. (…) Her iki ülkedeki hükümetler yalnızca yerli firmaları yabancı rakiplerden korumakla kalmaz, aynı zamanda şirketlerin yurt içinde belirli sektörleri tekelleştirmesini önlemek için de çalışır. Bu şekilde, yerli rekabetin en azından bazı faydalarını korurlar.

Bununla birlikte, Çin ve Hindistan, (…) küresel ekonomiye bazı yönlerden bağımlıdır. Her ikisi de, büyümelerini mümkün kılan, küresel tedarik zincirlerine eklemlenmişlerdir. Refahlarının itici gücü, küreselleşmenin daha önceki bir döneminde Japonya ve Güney Kore’nin yükselişine güç veren devasa devlet-sanayi projeleri değil, (…) küresel tedarik zinciriydi. Yine de Xi’nin Temmuz 2020’de Pekin’deki girişimcilere yaptığı bir konuşmada söylediği gibi, Çin’i diğer ülkelerden ayıran şey, “süper büyük bir pazara sahip olmasıdır. ” (…) Bu anlamda kendi kendine yeterlilik, Çin dış politikasının bir hedefidir. Xi, diğer şeylerin yanı sıra, ülkesini kendi takdirine bağlı olarak uluslararası alanda faaliyet gösterebilecek sürdürülebilir, korunan ve kontrol edilebilir bir pazar haline getirmek için nihai ve ara mallara yönelik iç talebi kullanmak istiyor. Başka bir deyişle, amacı küreselleşme değil, küreselleşmiş, ağa bağlı bir merkantilizmdir.

Ekonomik milliyetçiliğe kaymanın neoliberalizme karşı artan halk memnuniyetsizliğinden çok kültürel veya yapısal faktörlerden kaynaklandığı ve bu da yeni endüstriyel politikalar için siyasi desteğin oluşturulmasına yardımcı olduğu ABD’de tablo biraz farklıdır. Trump’ın “ekonomik milliyetçiliği” kendisini çoğunlukla zararlı gümrük tarifeleri ve ticaret savaşları şeklinde gösterdi. Büyük altyapı harcamalarına ilişkin kampanya vaatleri ise hiçbir zaman gerçekleşmedi. Ancak bu politikalar, küreselleşmenin büyüsünü bozdu. ABD tüketici güveni, COVID-19 pandemisi öncesinde tarihi bir zirveye ulaşırken, işsizlik yüzde 3,5’e düştü. Trump’ın başkanlığının ilk üç yılında ortalama işçi ücreti yılda yüzde üç arttı. İş kazançları orantısız bir şekilde Siyahi ve Hispanik Amerikalılara, özellikle kadınlara gitti ve dışlanmış grupları ekonomiye dahil etti. Orta sınıf gelirleri arttı ve GSYİH büyümesi benzer ekonomilerden daha fazla oldu.

Trump’ın görünürdeki ekonomik başarısı, devletin ekonomiye müdahale fikrini meşrulaştırmaya yardımcı oldu. (…) Biden göreve geldiğine göre, yönetimi, özellikle altyapı olmak üzere yerel kapasiteyi artırmak için muazzam yatırımları savundu. Biden, 2 trilyon dolarlık altyapı teklifini açıklarken, “Tek bir sözleşme bile ülke dışına çıkmayacak,” dedi, “bu, tüm yol boyunca Amerikan ürünleri olan bir Amerikan şirketi olan bir şirkete ve Amerikalı işçilere gidecek.”

İnovasyon sıkıntısı nasıl aşılacak?

Bu yeni otarşi döneminin ne kadar süreceği, kısmen büyük güç rekabetinin uzunluğuna ve yoğunluğuna bağlıdır. “Üç Büyük” devlet, artan güvenlik rekabeti olduğu sürece kendi kendine yeterlilik için baskı yapmaya devam edeceklerdir. (…)

Ancak siyasi güçler ekonomik milliyetçiliğe doğru eğilimi güçlendirecek gibi görünürken, piyasa güçleri ters yönde hareket edebilir. Otarşi yeniliği ve buna bağlı olarak uzun vadede büyümeyi engelliyor. Hindistan’ın sürdürülebilir büyüme umutları, bilgi teknolojisi sektörünün devam eden iyi şansına ve inovasyon kapasitesine bağlıdır. ABD-Çin rekabetinin kendisi, her ülkenin diğerinin teknolojik olarak ve dolayısıyla askerî açıdan üstün olacağından korkması anlamında, inovasyon zorunluluğundan kaynaklanıyor. Ancak inovasyon, özellikle Çin ve ABD kadar akademik araştırma ve geliştirme altyapısına sahip olmayan Hindistan’da, çoğu zaman ağır özel sektör yatırımı gerektiriyor. Özel sektör yatırımları ise pazar gerektirir. Bu mantık, gelirinin üçte ikisini Çin’den elde eden ABD’nin Qualcomm’u kadar, kendisini dış pazarlarda inşa eden Çin’in Huawei’si için de geçerli.

ABD teknoloji devleri, gelirlerinin yaklaşık yarısını dış pazarlardan elde ediyor. Bu tür gelirler olmadan, büyük teknoloji şirketleri kendi Ar-Ge’lerini finanse etmekte ve rekabet avantajlarını da korumakta zorlanırlar. (…) Ayrıca ABD şirketlerinin ürettiği ve Çin’in tükettiği teknolojiler hem askerî hem de ticari alanda kullanılabiliyor. Çin’in bunlara bağımlılığı Amerika’nın kozlarından biri. Pekin, teknolojik olarak kendi kendine daha yeterli hale gelerek bu kozu zayıflatmaya çalışıyor. Bu çabalar ilerledikçe, ABD ordusu ve ekonomisinin bel bağladığı Amerikan şirketleri gelirlerini kaybedecekler. Şirketler Çin’in yerini alacak alternatif pazarlar bulamazlarsa Amerika’nın inovasyonu zarar görecek.

Sonuçta, ABD ve Çin teknoloji şirketleri arasında iç pazarları dışında daha sert rekabet olacak ve her iki ülkenin hükümetlerinin güvenlik endişelerini azaltmak için teknoloji üzerinde bir miktar daha kontrol uygulama çabalarını artıracak. ABD, Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’daki daha zengin müttefik ülkelere odaklanacak. Çin ile Hindistan ise, Asya, Orta Doğu, Afrika ve belki Latin Amerika’nın daha yoksul bölgelerine odaklanacak. (…) Bu yeni küreselleşme eski küreselleşme gibi olmayacak. Serbestiyet olduğu kadar kendi kendine yeterliliğe de dayanacak ve enternasyonalizmin yerini milliyetçilik, merkantilizmi ve emperyalizme yaklaşan bir şey alacak.

Atalarımızın küreselleşmesine veda

Bu yeni dünya illa ki tehlikeli olmayacak. Ne de olsa büyük güç otarşisi, esas olarak savunmaya yöneliktir ve herkesin yararına olacak askerî muhafazakârlığa ve endüstriyel rekabete yol açabilir. Daha büyük tehlike, Çin’in birçok yüksek teknoloji ürünü için gerekli olan nadir toprak metallerini defalarca tehdit etmesi gibi, büyük güçlerin rakiplerinin kaynaklara erişimini engellemeye çalışmasıdır. Büyük güçler (…) “stratejik kaynaklar” tanımını sürekli olarak genişleterek fikri mülkiyet haklarını istiflemeye veya teknolojik yayılmayı engellemeye çalışabilir. ABD, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne böyle bir şey yaptı ve hem Sovyet ekonomisinde bir düşüşe hem de büyük ölçekli Sovyet sanayi casusluğuna yol açtı.

Bunların tekrar yaşanacağına dair işaret yok. Üç Büyükler dışında teknolojik bağlantısızlığı tercih edecek ve kendi yeniliklerini üretebilecek çok fazla önemli oyuncu var. Dahası, kendi kendine yetme taraftarı ülkelerin şirketleri kendi savunma sanayileri için yurtdışı gelire ihtiyaç duyuyor. Kulağa çelişkili gelse de, kendi kendine yeterli olmak için küreselleşmek gereklidir.

Amerikalı tarihçi George Louis Beer 1917’de “Ekonomik açıdan kendi kendine yeterli olma fikri bir savaş hali yaratıyor.” diye yazmıştı. O zamanlar dünya, kısmen birbirine bağımlı olmaktan kaçınanların başlattığı tarihin en kötü savaşının ortasındaydı. Bir asır sonra, üretimin sınırların ötesine yayılması ve parçalanması, bu trajedinin tekrar yaşanma olasılığını azalttı. Yine de özerkliği özleyen büyük güçler, ne istediklerine dikkat etmelidir. Zira öz kaynaklara güven, güç kadar zayıflığın da kaynağı olabilir.”

Bu yazı ilk kez 29 Nisan 2021’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kendi kendine yeterliliğin yeni çağı

Küreselleşmenin en büyük taraftarları şimdi güvenlik gerekçesiyle kendi kendine yeterlilikten söz ediyor. İç pazarı korumacı duvarların arkasına alıyorlar ama ihracat peşinde de koşuyorlar. Peki, ülkeler içe kapanarak “küresel lider” olabilir mi?

Son yıllarda küresel güç yarışına giren ülkelerin gümrük duvarlarını yükselttiği, birbirlerinin şirketlerine yasaklamalar getirdiği ve yerel teknolojilerin geliştirilmesi için hamleler yaptığı görülüyor. Pandemi dönemi seyahat ve ticaret yasakları da buna tuz biber ekti. Pek çok uzman bu tedbirlerin küreselleşmenin sonunu getireceğini ileri sürdü. Peki, bu yeni korumacı siyasetin amacı nedir ve daha da önemlisi ne kadar ileriye gidebilir? Düşünce kuruluşları Strategic Insight Group ve FutureMap’in yöneticilerinden olan ekonomist Scott Malcomson (Sıkat Malkımsın), Foreign Affairs (Forın Efers) için kaleme aldığı yazıda pek çok çelişki barındıran “kendi kendine yeterlilik” doktrininin tehlikelerine dikkat çekiyor. Yazının öne çıkan bazı bölümlerini yayınlıyoruz:

“Geçtiğimiz dört yılın en çarpıcı jeopolitik özelliği iki kutupluluk ya da çok kutupluluk hatta büyük güç çatışmasıydı. Söz konusu dönemde, güvenliklerini, yenilikçi kapasitelerini, iç istikrarlarını ve ekonomik beklentilerini sağlamak için kendi kendine yeterlilik peşinde koşan ve küreselleşmeden kısmen çekilen büyük ekonomilerin gösterilerine tanık olundu. ABD, Çin ve Hindistan şimdi çelişkili görülen bir girişimle meşguller: Küresel konumlarını yükseltmek adına kendi kendine yeterli hale gelmek için içe dönüyorlar.

Küresel ekonominin yarısından fazlası içe kapanırsa ne olur?

Soğuk Savaş’tan sonra, geleneksel görüş, küresel bir ekonomik yakınlaşmanın kaçınılmaz olduğu ve ülkelerin yalnızca ekonomik olarak birbirine daha bağımlı hale gelerek ayakta kalabileceği yönündeydi. Geriye dönüp bakıldığında, durumun böyle olmadığı açık. Yine de birkaç yıl önce bile çok az kişi küreselleşmeden en çok yararlanan üç ülkenin otarşiye döneceğini veya jeopolitiğe kendi kendine yeterliliğin (…) hakim olacağını tahmin ediyordu.

Çin, Hindistan ve ABD bugün dünyanın en kalabalık üç ülkesi ve en büyük ekonomileridir. Birlikte, küresel ekonominin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturuyorlar. (…) Yine de, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD, “ekonomik milliyetçiliği” benimserken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Hindistan Başbakan Narendra Modi, “kendi kendine yeterliliği” tercih etti (…) Çoğu büyük ekonomiden farklı olarak, her üç ülke de son on yılda kişi başına düşen milli gelirlerini artırırken, ticaretin milli gelire oranı ile hesaplanan ticaret risklerini azalttı. Bu farklı küreselleşme modeli, önümüzdeki on yıl veya daha uzun bir süre için bu büyük ekonomiler arasında hüküm sürebilecek yeni bir otarşinin yükselişine işaret ediyor.

Otarşi geleneklerinde var

1990’larda ve yeni milenyumun ilk on yılında küreselleşmeyi benimsemiş olsalar da, kendi kendine yeterlik (..,) her üç ülkenin geleneklerinde var. ABD her zaman bir sermaye ve emek ithalatçısı ve bir mal ihracatçısı olmuştur ancak ana büyüme kaynağı hep iç pazarı olmuştur. 1960’larda ticaret ABD Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’sının (GSYİH) yalnızca yüzde onunu oluşturuyordu. Bu oran katı otarşik Sovyetler Birliği’nin yüzde dörtlük ve Çin’in yüzde beşlik oranından çok da uzak değildi. (…) Daha küçük iç pazarlara sahip diğer zengin ülkeler 1960’larda çok daha yüksek oranlara sahipti. Örneğin Fransa’da ticaretin GSYİH’e oranı yüzde 25 ve İngiltere’de yüzde 41’di. ABD, ticaret-GSYİH oranının yaklaşık yüzde 31 ile zirve yaptığı 2011 yılına kadar giderek daha küresel hale geldi. O zamandan beri bu oran yüzde 27’ye düştü ve Başkan Joe Biden’ın politikaları bu aşağı yönlü gidişatın devam edeceğini gösteriyor.

Kendi kendine yeterlilik, çoğu zaman yakalanması zor olsa da, Çin’de de öteden beri bir hedeftir. Çin İmparatorluğu 17’inci yüzyılın sonlarından 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar kontrollü ancak kazançlı bir ihracat sektörünün yanı sıra iç pazarının üretkenliğini de geliştirdi. Ancak bu iç ilerleme, Çin’in yabancı güçlerin elinde oyuncak hale geldiği bir “aşağılanma yüzyılına” girdiği 1839’daki Afyon Savaşı’yla aniden sona erdi. Bu yüzyıl, 1949’da Çin Komünist Partisi’nin zaferiyle sona erdi. Mao daha 1945’te (…) “zili gengsheng” denilen kendi kendine yeterlilik politikasının temellerini attı. Devlet Başkanı Xi Jinping, 2018’de “tek taraflılık ve ticari korumacılık yükseldi. Bu bizi öz kaynaklara güvenmeye zorluyor” diyerek bu fikri yeniden canlandırdı. Xi, bu ruhla, bu kez ABD’nin teknik inovasyonunun gücüyle Çin’in ikinci kez aşağılanmasını önleyecek yüksek teknolojili ordu ve sanayi geliştirilmesi gerektiğini savunuyor.

ABD ve Çin gibi, Hindistan da geniş iç pazarına güvenerek, makul bir ihracat miktarıyla refaha ulaşma vizyonunu benimsedi. Tarihçilere göre Hindistan, 1700 yılı civarında küresel GSYİH’nın neredeyse dörtte birini üretiyordu. Ama sonraki iki yüzyıl İngilizlerin aşağılanmasına katlandı. İngilizler hammadde elde etmek ve İngiliz üreticileri için büyük bir pazar haline getirmek için Hindistan sanayisini aşamalı olarak yok etti. Hindistan, 1947’deki bağımsızlıktan sonra, siyasi ve askerî bir politika olarak başlayan ancak o zamanlar moda olan sanayi koruma tedbirleri ve ithal ikamesi fikirlerini kucaklayan bir kalkınma modeline döndü ve kamu önderliğinde bir yarı-otarşi haline geldi.

Hindistan, 1990’ların başında ekonomisini açmaya başladı. Ama bu süreç Hindu milliyetçisi Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa seçilmesinin ardından sekteye uğradı. Dünya nüfusunun neredeyse yüzde 18’ini barındıran Hindistan, küreselleşme çağı boyunca “bağlantısız” kalmaya devam etti. Hem Çin’in hem de ABD’nin teknolojisinden yararlanıyor ve kendi alternatiflerini geliştirmek için yatırım yapıyordu. Modi’nin “atmanirbhar” adını verdiği kendi kendine yeterliliğin amacı, Çin’in yerli inovasyon ve kendi kendine yeterlilik düzeyine ulaşmaktı. (…)

Güvenlik ve güç savaşının bahanesi mi?

(…) Bu üç ülke, büyük güçler arasındaki rekabet yoğunlaştıkça ortaya çıkan yeni güvenlik endişelerine yanıt veriyor. 1980’lerden beri Çin’in temel amacı (…) “büyük güç” statüsüne geri dönmek. 2015’te Pekin, Çin’in kendisini dış güçlere bağımlılıktan kurtarması ve geleceği teknolojik olarak kendi kendine yeterliliğini güvence altına alma planının bir parçası olarak ulusal ve endüstriyel kalkınmayı da kapsayan bir “sivil-askeri kaynaşması” politikasını duyurmuştu.

Çin’in askerî modernizasyonu ve teknoloji sektörünün olağanüstü başarısını karşısında bulan ABD, kendi savunma tedarik zincirlerinde Çin teknolojisinin varlığını endişe verici bulmaya ve Çin’in dünya çapında İnternet altyapısı oluşturmadaki rolünden giderek daha fazla şüphe duymaya başladı. Dijital dünya haritasının büyük bir kısmının Çin etkisi altına girme olasılığı ABD’yi bu ülkenin ekonomik yükselişine karşı güvenlik odaklı bir yaklaşım benimsemeye itti. Kısa süre sonra, her iki ülke de ekonomilerinin en dinamik ve küreselleşmiş kesimleri üzerinde daha fazla devlet kontrolü uygulamaya başladı. (…)

Güvenlik kaygıları Hindistan’ın teknoloji politikalarını da (…) giderek daha fazla yönlendiriyor. Modi hükümeti bir tür “dijital bağlantısızlık” siyaseti yürütüyor. Son 20 yılda Çinli teknoloji şirketleri (…) Hindistan’ın teknoloji sektörünün ve altyapısının çoğunu inşa ettiler. Artık Hint teknoloji şirketleri rekabet edebilir hale geldi. Modi hükümeti Hindistan’ın teknolojik özgüvenini geliştirmek ve Hindistan’ın güvenliğini korumak amacıyla yabancı varlığını yönetmeye hatta Çinlileri kapı dışarı etmeye başladı.

Amaç aynı yöntemler biraz farklı

Bu ülkelerin üçü de artan güvenlik kaygılarına yanıt olarak kendi kendine yeterli olmaya yöneliyorlar. Bunun için de ekonomilerinin büyüklüğünü gerekçe gösteriyorlar. Uzmanlaşmanın faydalarından ödün vermeden, diğer bir deyişle, görece kendi kendine yeterli olmak, endüstriler arasında geniş çeşitliliği sürdürmek için yeterince büyük yerel pazarlara sahipler. Ancak büyüklük, diğer büyük ekonomilerin çoğu ticarete daha bağımlı hale gelirken bu ülkelerin ticarete nasıl daha az bağımlı hale geldiğini açıklamak için tek başına yeterli olmuyor.

Hindistan ve Çin’de kültür, sanayi politikası ve diğer yapısal faktörler otarşiye dönüşü kolaylaştırıyor. Her iki ülke de yüksek düzeyde hareketlilik, düşük düzeyde işçi örgütlenmesi, endüstriyi coğrafi olarak dağıtan güçlü yukarıdan aşağıya politikaların yanı sıra beceri ve girişimciliğe değer veren kültürlere sahip çok büyük işgücü piyasalarına sahiptir. Ayrıca, refahlarının küresel değer zincirlerine katılmaya, fikri mülkiyet elde etmeye ve iç pazara ürün satmaya bağlı olduğuna inanan en az iki nesil iş adamları var. (…) Her iki ülkedeki hükümetler yalnızca yerli firmaları yabancı rakiplerden korumakla kalmaz, aynı zamanda şirketlerin yurt içinde belirli sektörleri tekelleştirmesini önlemek için de çalışır. Bu şekilde, yerli rekabetin en azından bazı faydalarını korurlar.

Bununla birlikte, Çin ve Hindistan, (…) küresel ekonomiye bazı yönlerden bağımlıdır. Her ikisi de, büyümelerini mümkün kılan, küresel tedarik zincirlerine eklemlenmişlerdir. Refahlarının itici gücü, küreselleşmenin daha önceki bir döneminde Japonya ve Güney Kore’nin yükselişine güç veren devasa devlet-sanayi projeleri değil, (…) küresel tedarik zinciriydi. Yine de Xi’nin Temmuz 2020’de Pekin’deki girişimcilere yaptığı bir konuşmada söylediği gibi, Çin’i diğer ülkelerden ayıran şey, “süper büyük bir pazara sahip olmasıdır. ” (…) Bu anlamda kendi kendine yeterlilik, Çin dış politikasının bir hedefidir. Xi, diğer şeylerin yanı sıra, ülkesini kendi takdirine bağlı olarak uluslararası alanda faaliyet gösterebilecek sürdürülebilir, korunan ve kontrol edilebilir bir pazar haline getirmek için nihai ve ara mallara yönelik iç talebi kullanmak istiyor. Başka bir deyişle, amacı küreselleşme değil, küreselleşmiş, ağa bağlı bir merkantilizmdir.

Ekonomik milliyetçiliğe kaymanın neoliberalizme karşı artan halk memnuniyetsizliğinden çok kültürel veya yapısal faktörlerden kaynaklandığı ve bu da yeni endüstriyel politikalar için siyasi desteğin oluşturulmasına yardımcı olduğu ABD’de tablo biraz farklıdır. Trump’ın “ekonomik milliyetçiliği” kendisini çoğunlukla zararlı gümrük tarifeleri ve ticaret savaşları şeklinde gösterdi. Büyük altyapı harcamalarına ilişkin kampanya vaatleri ise hiçbir zaman gerçekleşmedi. Ancak bu politikalar, küreselleşmenin büyüsünü bozdu. ABD tüketici güveni, COVID-19 pandemisi öncesinde tarihi bir zirveye ulaşırken, işsizlik yüzde 3,5’e düştü. Trump’ın başkanlığının ilk üç yılında ortalama işçi ücreti yılda yüzde üç arttı. İş kazançları orantısız bir şekilde Siyahi ve Hispanik Amerikalılara, özellikle kadınlara gitti ve dışlanmış grupları ekonomiye dahil etti. Orta sınıf gelirleri arttı ve GSYİH büyümesi benzer ekonomilerden daha fazla oldu.

Trump’ın görünürdeki ekonomik başarısı, devletin ekonomiye müdahale fikrini meşrulaştırmaya yardımcı oldu. (…) Biden göreve geldiğine göre, yönetimi, özellikle altyapı olmak üzere yerel kapasiteyi artırmak için muazzam yatırımları savundu. Biden, 2 trilyon dolarlık altyapı teklifini açıklarken, “Tek bir sözleşme bile ülke dışına çıkmayacak,” dedi, “bu, tüm yol boyunca Amerikan ürünleri olan bir Amerikan şirketi olan bir şirkete ve Amerikalı işçilere gidecek.”

İnovasyon sıkıntısı nasıl aşılacak?

Bu yeni otarşi döneminin ne kadar süreceği, kısmen büyük güç rekabetinin uzunluğuna ve yoğunluğuna bağlıdır. “Üç Büyük” devlet, artan güvenlik rekabeti olduğu sürece kendi kendine yeterlilik için baskı yapmaya devam edeceklerdir. (…)

Ancak siyasi güçler ekonomik milliyetçiliğe doğru eğilimi güçlendirecek gibi görünürken, piyasa güçleri ters yönde hareket edebilir. Otarşi yeniliği ve buna bağlı olarak uzun vadede büyümeyi engelliyor. Hindistan’ın sürdürülebilir büyüme umutları, bilgi teknolojisi sektörünün devam eden iyi şansına ve inovasyon kapasitesine bağlıdır. ABD-Çin rekabetinin kendisi, her ülkenin diğerinin teknolojik olarak ve dolayısıyla askerî açıdan üstün olacağından korkması anlamında, inovasyon zorunluluğundan kaynaklanıyor. Ancak inovasyon, özellikle Çin ve ABD kadar akademik araştırma ve geliştirme altyapısına sahip olmayan Hindistan’da, çoğu zaman ağır özel sektör yatırımı gerektiriyor. Özel sektör yatırımları ise pazar gerektirir. Bu mantık, gelirinin üçte ikisini Çin’den elde eden ABD’nin Qualcomm’u kadar, kendisini dış pazarlarda inşa eden Çin’in Huawei’si için de geçerli.

ABD teknoloji devleri, gelirlerinin yaklaşık yarısını dış pazarlardan elde ediyor. Bu tür gelirler olmadan, büyük teknoloji şirketleri kendi Ar-Ge’lerini finanse etmekte ve rekabet avantajlarını da korumakta zorlanırlar. (…) Ayrıca ABD şirketlerinin ürettiği ve Çin’in tükettiği teknolojiler hem askerî hem de ticari alanda kullanılabiliyor. Çin’in bunlara bağımlılığı Amerika’nın kozlarından biri. Pekin, teknolojik olarak kendi kendine daha yeterli hale gelerek bu kozu zayıflatmaya çalışıyor. Bu çabalar ilerledikçe, ABD ordusu ve ekonomisinin bel bağladığı Amerikan şirketleri gelirlerini kaybedecekler. Şirketler Çin’in yerini alacak alternatif pazarlar bulamazlarsa Amerika’nın inovasyonu zarar görecek.

Sonuçta, ABD ve Çin teknoloji şirketleri arasında iç pazarları dışında daha sert rekabet olacak ve her iki ülkenin hükümetlerinin güvenlik endişelerini azaltmak için teknoloji üzerinde bir miktar daha kontrol uygulama çabalarını artıracak. ABD, Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’daki daha zengin müttefik ülkelere odaklanacak. Çin ile Hindistan ise, Asya, Orta Doğu, Afrika ve belki Latin Amerika’nın daha yoksul bölgelerine odaklanacak. (…) Bu yeni küreselleşme eski küreselleşme gibi olmayacak. Serbestiyet olduğu kadar kendi kendine yeterliliğe de dayanacak ve enternasyonalizmin yerini milliyetçilik, merkantilizmi ve emperyalizme yaklaşan bir şey alacak.

Atalarımızın küreselleşmesine veda

Bu yeni dünya illa ki tehlikeli olmayacak. Ne de olsa büyük güç otarşisi, esas olarak savunmaya yöneliktir ve herkesin yararına olacak askerî muhafazakârlığa ve endüstriyel rekabete yol açabilir. Daha büyük tehlike, Çin’in birçok yüksek teknoloji ürünü için gerekli olan nadir toprak metallerini defalarca tehdit etmesi gibi, büyük güçlerin rakiplerinin kaynaklara erişimini engellemeye çalışmasıdır. Büyük güçler (…) “stratejik kaynaklar” tanımını sürekli olarak genişleterek fikri mülkiyet haklarını istiflemeye veya teknolojik yayılmayı engellemeye çalışabilir. ABD, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’ne böyle bir şey yaptı ve hem Sovyet ekonomisinde bir düşüşe hem de büyük ölçekli Sovyet sanayi casusluğuna yol açtı.

Bunların tekrar yaşanacağına dair işaret yok. Üç Büyükler dışında teknolojik bağlantısızlığı tercih edecek ve kendi yeniliklerini üretebilecek çok fazla önemli oyuncu var. Dahası, kendi kendine yetme taraftarı ülkelerin şirketleri kendi savunma sanayileri için yurtdışı gelire ihtiyaç duyuyor. Kulağa çelişkili gelse de, kendi kendine yeterli olmak için küreselleşmek gereklidir.

Amerikalı tarihçi George Louis Beer 1917’de “Ekonomik açıdan kendi kendine yeterli olma fikri bir savaş hali yaratıyor.” diye yazmıştı. O zamanlar dünya, kısmen birbirine bağımlı olmaktan kaçınanların başlattığı tarihin en kötü savaşının ortasındaydı. Bir asır sonra, üretimin sınırların ötesine yayılması ve parçalanması, bu trajedinin tekrar yaşanma olasılığını azalttı. Yine de özerkliği özleyen büyük güçler, ne istediklerine dikkat etmelidir. Zira öz kaynaklara güven, güç kadar zayıflığın da kaynağı olabilir.”

Bu yazı ilk kez 29 Nisan 2021’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x
keetcnjp