Son 20 yılda dünya genelinde otizm tanılarında gözle görülür bir artış yaşandı. Sağlık kurumlarının verileri, gelişmiş ülkelerde oranların hızla yükseldiğini ortaya koyuyor. Bu tablo, kimileri için bir halk sağlığı krizine işaret ediyor; kimileri ise rakamların ardında daha iyi farkındalık, değişen tanı ölçütleri ve toplumun otizme bakışındaki dönüşüm olduğunu savunuyor.
Bugün otizm, yalnızca çocukluk çağına özgü bir durum olarak değil, çok geniş bir spektrumu kapsayan, yaşam boyu süren bir farklılık olarak tanımlanıyor. Eğitim sistemindeki değişimler, ebeveynlerin belirtileri daha erken fark etmesi ve uzmanların daha gelişmiş yöntemler kullanması, sayıları artıran önemli etkenler. Bu yükseliş gerçek bir artış mı, yoksa tanının daha görünür hale gelmesi mi? Bilim dünyasında hâkim olan görüş, genetik faktörlerin otizmde belirleyici olduğu yönünde. Fakat çevresel etkiler, özellikle de doğum öncesi dönemdeki koşulların rolü hâlâ tartışmalı. Artışın kaynağını anlamak için sadece istatistiklere değil, genetik ve çevrenin karmaşık etkileşimini çözmeye de ihtiyaç var.
Bilim gazetecisi Helen Pearson, Nature internet sitesinde yayımlanan yazısında otizmin nedenleri ve yaygınlığı üzerine yapılan araştırmaları, farklı ülkelerdeki tanı oranlarını ve uzmanların yorumlarını bir araya getiriyor. Pearson, otizme dair genetiğin belirleyici rolü; tanı kriterlerinin genişlemesinden artan farkındalık ve eğitim sistemindeki değişimlerin etkisine kadar pek çok boyutu ele alıyor ve verilerle otizmin bugün gerçekte ne kadar yaygın olduğunu değerlendiriyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Geçtiğimiz Nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan adayı olan Robert F. Kennedy Jr, otizm tanılarındaki artışla ilgili bir basın toplantısı düzenledi. Yeni verilerin, 2000 yılında sekiz yaşındaki her 150 çocuktan birinde görülen otizmin 2022’de her 31 çocuktan birine yükseldiğini gösterdiğini açıkladı. Bunu ‘çevresel bir toksinin yol açtığı bir salgın’ olarak tanımladı ve kısa süre içinde sorumlu etkeni ortaya çıkarmayı hedefleyen bir araştırmayı duyuracağını söyledi.
Kennedy, otizmin temel sebebinin çevresel faktörler olduğunu savunsa da, araştırmalar genetiğin çok daha büyük bir rol oynadığını gösteriyor. Çeşitli halk sağlığı çalışmaları, özellikle hamilelik sırasında maruz kalınan bazı çevresel etkenleri otizm riskinde artışla ilişkilendirse de, bu etkenlerin kesin etkisini kanıtlamak kolay değil. Bilim dünyasında otizmin nedenlerinin son derece karmaşık olduğu görüşü hakim.
Araştırmacılara göre, otizmin yaygınlığındaki artışın en önemli nedeni aslında gerçek bir vaka artışı değil, tanıların daha fazla konulması. Otizm çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor, bazı bireyler bağımsız yaşayabiliyor ve çalışabiliyor, bazıları ise yoğun desteğe ihtiyaç duyuyor. Kennedy’nin basın toplantısında söylediği ‘bunlar asla vergi ödemeyecek, hiçbir zaman iş sahibi olamayacak çocuklar’ sözleri, otizm topluluğundaki birçok kişi tarafından aşağılayıcı ve incitici bulundu. Üstelik pek çok otistik birey çalışıyor ve vergi de ödüyor.
Otizmin artışının sebebi ne?
Çok sayıda araştırma, otizmin görülme oranlarının arttığını gösteriyor. Birleşik Krallık, Danimarka, Güney Kore ve Japonya gibi pek çok gelişmiş ülkede artış görülüyor. Ölçümün yapıldığı yerlerde rakamlar da yüksek çıkıyor. Daha yoksul ülkelerde ise sağlık hizmetlerinin sınırlı olması ve verilerin yetersizliği nedeniyle otizmin yaygınlığını tespit etmek daha zor.
Bu artışın büyük ölçüde daha fazla kişiye tanı konulmasından kaynaklandığı düşünülüyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri de tanı kriterlerinin yıllar içinde değişmesi. Otistik bireyler, genellikle sosyal iletişim ve etkileşimde farklılıkları olan, ayrıca ‘sınırlı ve tekrarlayan davranışlar ve ilgi alanları’ bulunan kişiler olarak tanımlanırlar. Fakat 1990’ların başına kadar bu tanımlar çok daha kısıtlıydı. Örneğin, otizm yalnızca küçük çocuklara özgü sanılıyordu. Fakat zaman içerisinde otizmin tanı ölçütleri genişledi ve Asperger sendromu gibi bazı ayrı tanılar kaldırılıp hepsi otizm spektrum bozukluğu adı altında toplandı. Ayrıca otizme çoğu zaman zihinsel yetersizlik ya da dikkat eksikliği–hiperaktivite bozukluğu (DEHB) gibi başka durumlar da eşlik ediyor.
2015 tarihli bir araştırma, 1980–1991 yılları arasında doğan ve 2011’e kadar otizm tanısı alan Danimarkalılar arasında görülen artışın nedenlerini incelemişti. Sonuçlara göre artışın yaklaşık yüzde 60’ı, 1990’ların başında tanı kriterlerinde yapılan değişiklikler ve tanıların sağlık kayıtlarına bildirilme şekliyle açıklanabiliyordu.
Tanı sayısındaki artışta, doktorların kriterleri yorumlama biçimlerini değiştirmesi ve yapılandırılmış görüşmeler, gözlem gibi daha gelişmiş tanı araçlarını kullanmaya başlaması da etkili oldu.
Tanıların bu kadar hızla artmasının bir başka nedeni de toplumdaki farkındalık. Öğretmenler, sağlık çalışanları ve genel olarak toplum otizmi artık daha iyi biliyor. Tanı ve destek hizmetlerinin daha kolay ulaşılabilir olması da aileleri sağlık hizmetlerine başvurmak için teşvik ediyor. Ebeveynler belirtileri daha erken fark ediyor ve tanı sayesinde özellikle okulda destek alma imkânı doğduğu için doktora başvuruyorlar.
Çocuklara artık daha küçük yaşlarda tanı konuluyor. Yetişkinler arasında da taramalar artıyor. Ayrıca geçmişte göz ardı edilen, kadınlarda da otizm tanısı daha sık konmaya başladı. Modern eğitim sisteminin beklentileri de bu artışta rol oynuyor. Sık verilen grup ödevleri ve dijitalleşme gibi etkenler, okulları ve öğrenme süreçlerini çok daha karmaşık hale getirdi. Daha hafif otizm belirtileri gösteren birçok çocuk bile bu daha yoğun eğitim sürecinde zorlanabiliyorlar. Aynı şekilde, daha karmaşık olan günümüz dünyasında yolunu bulmaya çalışan daha fazla yetişkin de psikolojik destek arıyorlar ve bu sayede hafif otizm belirtileri tespit edilebiliyor ve tanıların artmasına yol açıyor. Peki artışın ne kadarı tanı ve farkındalıkla açıklanabilir?
Otizm bugün gerçekte ne kadar yaygın?
Bazı araştırmacılar bu tür çalışmaların sonuçlarına temkinli yaklaşıyorlar. Otizm tanısı psikiyatristler, psikologlar ya da eğitim kurumları gibi birçok farklı kaynaklardan gelebilir. Davranışsal ya da akademik zorlukları olan bazı çocuklar, veri tabanlarına otizmli olarak kaydedilebiliyor ancak bağımsız bir klinik değerlendirmede tanı için gerekli katı ölçütleri karşılamayabiliyorlar. Öte yandan, otizm tanısı almamış birçok kişi de bu kayıtlarda hiç görünmüyor.
Otizmin ne kadar yaygın olduğunu ölçmenin en doğru yolu, nüfus taramalarıdır. Yani genel nüfusu temsil edici bir çocuk ya da yetişkin grubundaki herkesin otizm için değerlendirilmesi. Bu büyüklükte bir çalışma 2021’de dünya genelinde her 127 kişiden birinde otizm spektrum bozukluğu olduğunu hesapladı. Yani küresel yaygınlık yüzde 1’in altında ama bu yine de yaklaşık 62 milyon insana tekabül ediyor.
Bu yıl yayımlanan, İsveç’te yapılan ve uzun bir süreyi kapsayan bir araştırma, 1993–2001 yılları arasında doğan çocukları takip etmiş. Çocuklar 18 yaşına geldiklerinde ailelerin bildirdiği otizm belirtileri sabit kalırken, resmi tanılarda belirgin bir artış görülmüş. Araştırmada, çocuklar 18 yaşına geldiğinde ebeveynlerin bildirdiği otizm belirtilerinin oranı sabit kalırken resmi tanılarda belirgin bir artış olduğu görüldü. Bu artışın çoğu, konuşma bozukluğu ya da zihinsel yetersizliği olmayan kişilere konan tanılardan kaynaklanıyor; bu tür ek sorunları olanlarda ise sayı pek değişmedi. Bütün bunlar, otizm oranlarındaki yükselişin esasen daha iyi tanı koyma ve fark etme ile ilgili olduğunu gösteriyor.
2020’de yayımlanan kapsamlı bir çalışma Japonya’da beş yaşındaki çocuklarda otizm oranını yüzde 3’ün üzerinde bulmuştu, ki bu, bazı Asya ülkelerinde görülen önceki tahminlerden daha yüksekti. Artışın büyük ölçüde gelişmiş tanı ve tespit yöntemleriyle açıklanabileceğini kabul edilebilir, ama otizmin yaygınlığını etkileyen başka faktörler de olabilir mi?
Otizmin genetik ve çevresel nedenleri
Otizmin nedenlerini bulmak için onlarca yıldır süren araştırmalar var, fakat insan beyninin nasıl çalıştığını hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Bu yüzden otizmin nedenlerini ortaya çıkarmak, 20 yıl önce düşünüldüğünden çok daha zor. Elde edilen verilerin ortaya koyduğu en güçlü sonuçlardan biri ise genetiğin önemli bir rol oynadığı. Aile geçmişi riski muhtemelen en güçlü risk faktörü.
Araştırmacılar, genetiğin otizmdeki rolünü kalıtılabilirlik ölçümleriyle anlamaya çalışıyorlar. Bu, bireyler arasındaki farklılıkların ne kadarının çevresel etkenlerden değil, miras alınan genlerden kaynaklandığını gösteren bir tahmin. 2019’da beş ülkede yapılan geniş bir çalışma, otizmin kalıtılabilirliğini yaklaşık %80 olarak buldu, bu oran, boy uzunluğunun kalıtılabilirliğiyle aynı seviyede. Karşılaştırmak gerekirse, depresyonda bu oran yüzde 30–50 civarında. Ama otizme yol açan genleri tek tek belirlemek oldukça zor. Genetik yapı son derece karmaşık.
Bilim insanları, hem aileler üzerinde hem de geniş popülasyonlarda otistik ve otistik olmayan kişilerin genomlarını karşılaştırarak genleri tespit etmeye çalışıyorlar. Bu çalışmalar, otizm riskini ciddi biçimde artıran bazı nadir genetik varyantları ortaya çıkardı. Bunların çoğu, sperm ya da yumurta hücresinde oluşup çocuğa geçen de novo mutasyonlar. Etkisi güçlü bu varyantların, otistik kişilerin yaklaşık yüzde 10–20’sinde otizmin başlıca nedeni olduğu düşünülüyor.
Ancak genetik yapı kişiden kişiye çok farklılık gösteriyor. Araştırmalar, yüzlerce hatta binlerce yaygın genetik varyantın tek başına küçük bir etki yarattığını ama bir araya geldiklerinde güçlü bir fark doğurduğunu gösteriyor. Yani bir kişide bu varyantlardan yeterince biriktiğinde otizm belirtileri ortaya çıkabiliyor.
Genetikten sonra çevresel etkenler otizmin oluşumunda daha küçük bir paya sahip. Fakat bu payın ne kadar büyük olduğu hâlâ tartışmalı. Bazı araştırmacılar çevresel etkilerin yok denecek kadar az olduğunu, bazıları ise daha belirgin bir etkisi bulunduğunu savunuyor. Yine de Çoğu çalışma, bu faktörlerin etkisini doğum öncesi dönemde gösterdiğini ve aşılarla hiçbir bağlantı olmadığını net şekilde ortaya koyuyor.
Birçok çalışma, anne veya babanın ileri yaşta çocuk sahibi olmasının otizm riskini artırdığını gösteriyor. Birçok yüksek gelirli ülkede ebeveynlik yaşı giderek yükseldiği için, bu durum otizm oranlarındaki artışta küçük bir rol oynuyor olabilir. Olası açıklamalardan biri, ileri yaştaki ebeveynlerin çocuklarında de novo mutasyonların daha sık görülmesi.
Gebelikte geçirilen enfeksiyonlar ve doğum öncesinde hava kirliliğine maruz kalmak da otizm riskini artıran etkenler arasında. Örneğin, Amerika’da 8.000’den fazla çocuk ve anneleriyle yapılan bir çalışmada, yüksek ozon seviyelerine maruz kalmanın otizmle ilişkili olduğu bulundu.
Ayrıca gebelikte diyabet ya da obezite, antidepresanlar ve bazı ilaçların kullanımı, folik asit eksikliği gibi başka çevresel etkenlerin de otizm riskiyle bağlantılı olabileceği öne sürülüyor. Otistik bireyler arasındaki büyük çeşitlilik de nedenleri anlamayı zorlaştırıyor. Bu çeşitlilik muhtemelen genetik ve çevresel faktörlerin karmaşık biçimde etkileşmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden bazı araştırmacılar farklı bir yaklaşım benimsiyorlar. Genel nedenlerin peşinden gitmek yerine, ruh sağlığına dair bazı eğilimler ya da insanların dokunma ve işitme gibi duyuları algılama biçimleri gibi otizmde ortak görülen özelliklere odaklanıyorlar. Amaç, her bireyin deneyimlerine ve ihtiyaçlarına odaklanan daha ‘kişiselleştirilmiş yaklaşımlar’ geliştirebilmek.”
Bu yazı ilk kez 13 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.
