Herkes adaletten bahsediyor ama onu tam olarak bilmenin ve “adaletli” olanı tanımlamanın güçlüğünü de kabul etmek gerek.
Okuyucumuz hatırlayacaktır; Gazze’de katliamlar başladığında yazdığımız ilk yazıda Yahudi kökenli ünlü kamu hukukçusu Hans Kelsen’in sanki 100 yıl önceden Gazze soykırımını meşrulaştırmak istercesine, adaletin toplumsal bir düzende zorunlu olmayan bir nitelik olduğu, yalnızca ikinci dereceden insani bir erdem olarak ele alınması gerektiği şeklindeki kanaatinden bahsetmiştik.
Kelsen’e göre adalet, insanlığın bir türlü gerçekleşmeyecek hülyası olarak kalacak, asla mutlak olarak tanımlanamayacaktı. Onun ileri sürdüğü kanıtlardan birisi de “en yüksek değer olarak bireyin yaşam hakkı ile ulusun çıkarları, savaşta öldürme hakkı ve ölüm cezası” arasındaki çelişkinin asla giderilemeyeceğiydi.
Biz ise Kelsen’in insanı ideallerinden uzaklaştıran ve zulmü bir şekilde meşrulaştıran bu bakışına şiddetle karşıyız. “Eğer adalet yoksa, insanlığın yeryüzünde yaşıyor olmasının bir değeri kalmaz!” diyen Kant’la aynı fikirdeyiz. O nedenle söz konusu yazımızı “Belki Kelsen’in dediği gibi adalet tam gerçekleşmeyen bir insanlık hülyasıdır, ama adalet talebi ve arayışı hiç bitmeyecektir!.. Nasıl hep hakikati, iyiliği, güzelliği arıyorsak, adaleti de arayacak ve hâkim kılmaya çalışacağız zira insanız. İnsan!..” diyerek bitirmiştik. Oradan devam etmek istiyoruz.
Adalet neyi gerektirir?
Bugün liberal demokratik sistemlerde “adalet” dediğimizde öncelikle hukuka uygunluğu kast ediyoruz. “Adil insan” olmak, kendini yasaların ve başkalarının meşru haklarının üstüne koymayı reddedebilecek bir olgunluk düzeyi gerektiriyor. Adalet, ayrıca hep eşitlikle birlikte anılıyor. “Eşitlik”ten farklılıkların aynılaştırılması, vakıanın özgünlüğünün ortadan kaldırılması değil hukuk karşısında ve haklarda eşit olmak anlaşılıyor.
Adalet kavramı, hukukla sınırlı değil; siyasetin de felsefesinde ve pratiğinde olmazsa olmaz nitelikte bir yer tutuyor. Siyasette “adalet”, “adil yönetim”, “adil yönetici” kavramları, başlı başına bir tartışma konusu.
Adalet, toplum hayatı için de çok önemli. Hak, hukuk ve adalet mefhumları olmadan insan ilişkisi ve toplum hayatı söz konusu olamaz. Öyle ki, adaletin her toplulukta şu veya bu ölçüde bulunduğunu, aksi takdirde kolektif hiçbir işlevin yerine getirilemeyeceğini söylüyor bazı düşünürler. Haksız değiller.
Her değer adaleti gerektirir; her toplum onu talep eder. Adalet olmadan meşruiyet de gayri-meşruiyet de olmaz. Kaldı ki, adaletin olmadığı yerde hemen zulüm baş gösterir. İla nihai zulümle payidar olmak ise insan şerefine, haysiyetine aykırı olup mümkün değildir.
Hakkaniyeti anlamak
Adalet kavramının ahlaki ve psikolojik boyutları üzerinde durmadan, bir erdem olarak adaletin psikolojimizdeki yerini aydınlatmadan adaleti ve onun zirvesi demek olan “hakkaniyet”i anlayamayız, Aristoteles’in “hakkaniyet, yasaya göre doğru olan değil, yasal adaletin düzenleyicisidir” sözünün künhüne varamayız. “Haklı olan güçlü kılınamadığında güçlü olan haklı kılınır”; “çıkarı adalete boyun eğdirmek gerekir yoksa adaleti çıkara değil” sözleri bizim için bir anlam taşımaz.
İşin özünü anlamadığımızda, adaleti yasallıkla ve yasalar karşısında eşitlikle sınırladığımızda, yasaların adil olmaması halinde ne olacağını, ne yapılacağını, psikolojimizin nasıl tepki vereceğini konuşmamız mümkün olmaz. Tüm bunlar için, ahlak ile psikoloji arasındaki yüksek gerilim hattında kafa yormamız gerekiyor. Adaleti yalnızca hukuki ve toplumsal bir gereklilik olarak değil fakat aynı zamanda psikolojimizde yerleşmiş bir erdem olarak mutlaka ele almamız gerekiyor.
Siyasal olarak doğru, hukuken meşru her şey ahlaken de uygun mu?
Bir hüküm, bir davranış, siyaseten doğru olabilir, hukuken meşru bulunabilir ama pekâlâ ahlaken uygun olmayabilir; içimizdeki adalet terazisinin tartısından geçer not almayabilir. Siyasi olanın gerçekten doğru, hukuki olanın sahiden meşru olabilmesi için ahlakın da uygunluk onayına ihtiyaç var. Siyaseti ve hukuku, kitabına uydurmak kabilinden anlamak, sadece bir tekniğe indirgemek istemiyorsak kalplerin de mutmain olacağı bir şekilde kavramaya mecburuz.
“İçimizdeki adalet terazisi” ve “kalplerin mutmain olması” gibi ifadeler, modern insana pek yabancı… Ya bu kavramlardan hiç bahsetmeyeceğiz ya da modernliğe bir eleştiri yönelteceğiz. Benim tercihim elbette ikincisi…
Haz ve hız
Modernliğin insanlığa katkıları kadar alıp götürdükleri de var. Modernliğin insanlıktan uzaklaştırdıklarını anlatabilmek için son zamanlarda “haz ve hız” formülü gündeme getiriliyor. Bence de bu iki kavram, modernlik eleştirisinde çok önemli.
Adalet söz konusu olduğunda elbette hızdan bahsetmeyeceğiz çünkü “gecikmiş adalet, adalet değildir” mottosu tartışılmayacak kadar doğru. İlk bakışta ilgisiz gibi görünüyor ama adalet bahsinde “haz”dan yola çıkan eleştiri hem mümkün hem çok mühim. Zira modern zamanlarda saadet, mutluluk, bahtiyar ve mesut insan, anlık keyif ve zevk çerçevesinde ele alınıyor. “Şimdi”ye, “an”ı yaşamaya her şeyden daha çok önem verilince bir felaket silsilesi de başlamış oluyor. Geleneksel dünyanın insanına ve düşünürüne bu saçmalığı asla izah edemezsiniz. Geleneksel dünyada hazza dayalı bir mutluluk anlayışı çok garip karşılanıyor, insana uygun olmadığı kabul ediliyordu. İnsana uyan, idealleştirilen ve uğruna mücadele edilen şey, anlık zevkle değil, ancak erdemle bağlantılı olabilirdi.
Eski Yunan’da “Ahlaki davranışın nihai amacı nedir?” sorusuna, genellikle “Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluktur” diye cevap veriliyor. Bizatihi ve en yüksek iyi olan mutluluğun ise şimdilerde pek çoklarının karıştırdığı gibi “haz” ve “keyif” ile bir alakası yok. Mutluluk, erdemlerle alakalı olarak ele alınıyor. Mesela Platon’a göre, insanda “akıl, öfke ve şehvet” olmak üzere üç meleke ve her bir melekeye karşılık gelen bir erdem var. Aklın erdemi bilgi, öfkenin erdemi yiğitlik, şehvetin erdemi ise iffet…
Bu üç erdemin mutabakatı ve insicamından meydana gelen bir diğer temel erdem ise adalet. “Adalet, diğer erdemler gibi bir erdem değil. Hepsinin ufku adalet ve onların birlikte var olmalarının yasası…” Platon, mutluluğun adalete, doğruluğa uygun davranmakla ortaya çıkacağını, mutsuzluğun ölçüsüzlük ve adaletsizlikten kaynaklandığını düşünüyor. Hazlardan, mal mülk, şöhret ve güç sahipliğinden mutluluğun sadır olması imkânsız… Kısacası “adalet, mutluluğun yerini tutmaz ama adaletten muaf mutluluk da olmaz.”
Eski Yunan filozoflarının, kutsal metinlerin erdeme dayalı mutluluk anlayışını Farabi, İbni Miskeveyh, İbni Sina, İbni Hazm, Ragıp el-İsfehani, İmam Gazali gibi Müslüman düşünürler de sürdürdü. Onlar gerek kendilerinden önceki gerekse aynı çizgiyi devam ettiren sonraki Batılılardan farklı bir şekilde, gerçek mutluluğun dünyevi değil uhrevi olduğuna, en büyük mutluluğun (seadetü’lgusva) ahretteki güzel hayatta bulunduğuna da inandılar.
Dört temel erdem ve biz
Genel bağlamı böyle çizdikten sonra, şimdi gelin, tekrar adalet mevzuuna odaklanalım.
Demek ki adalet hem temel hem de tek başına tanımlanması çok zor ancak diğer erdemlerin harmonisiyle birlikte ve onların yanı sıra ortaya çıkan bir erdem… Bu dört temel erdemi, yani bilgiyi, yiğitliği, iffeti ve adaleti insan vicdanının ana koreografları olarak belirlersek, vicdan sayesinde beşer olmaktan insanlığa yükseldiğimizi de hesaba katarsak, öyle veya böyle adalet hissinin varoluşumuzda demirlemiş olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Adalet hissi sadece varoluşumuzda demirlemiş olmakla kalmıyor, fakat aynı zamanda tüm davranışlarımıza da ayar veriyor.
Erdemler, ahlak felsefesinin içinde mütalaa edilir ama takdir edersiniz ki, onları hayata geçirecek olan bizatihi insandır.
Erdemli bir insandan bahsettiğimizde artık kişiliğin ve psikolojin engebeli arazisinde geziniyoruzdur ve düşmemek için her türlü tedbiri alsak yeridir.
Hükmümüz ve eylemimiz, ekonomik olarak çıkarımıza, siyaseten oy toplayıcı, hukuken meşru olsa bile ahlaken uygun değilse ya da katı bir ahlakçılık diğer alanlarla bütünlüğümüzü koparıyorsa, hemen içimizdeki adalet hissi devreye giriverir. Ki erdemler, iç dünyamızda tam da adalet hissinin üzerinde ikamet ederler. Adaletin timsali olan terazi, esasen iç dünyamızdadır. Kantarın topuzu kaçtığında, mizan bozulduğunda yani adil olunmadığında, içimizdeki adalet terazisinin sismografı kayda geçer. Vicdanımız sızlamaya başlar. Adil olmayan yargılamalardan sonra, hepsi bundan ibaret olmamalı dedirten, “ilahi adalet”in varlığından bizi emin kılan işte vicdanımızın bu kayıtları ve sızısıdır.
Bu söylediklerimiz, “Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak…” diyen Mevlâna sözüne bir parça açıklık getirebilir. “Adilleri adil yapan adalet değildir, adaleti adiller yapar; adalet onu savunacak adil kişiler var olduğu sürece değerlidir” ifadeleri artık bizim için daha anlaşılır ve gerçekçi hale gelir. Adaletin en nihayetinde erdemli insan işi olduğunu kavrarız. Ve tabii gerçek adalet için biricik vazifemizin erdemli insanlar yetiştirmek olduğunu da…
Merhameti doğru anlamak
Adaletin mutlaka üzerinde durmamız gereken bir özelliği daha var.
Diğer erdemlerin ifrat hali onları erdem olmaktan çıkarıyor, dert durumuna dönüştürüyor. Mesela cömertlik iyi ama fazlası zarar ve israf… Minnet iyi ama aşırı bağlılık ve kendinden vazgeçme halini almadığı sürece. Çalışkanlık iyi ama rızık, kendine, ailesine ve topluma karşı sorumluluk mücadelesi olmaktan çıkıp iflah olmaz bir işkolik kılığına bürünmemişse…
Yine aynı şekilde merhameti de doğru anlamak gerekiyor. Bize göre merhamet tüm diğer erdemler gibi adalet için de temel teşkil ediyor, kökeninde yer alıyor. Merhametli olmadan, haksızlığa uğrayan, zayıf ve mağdur olanın yanında yer almadan adil olmak mümkün değil. Ama uygun biçimde anlaşılmamış, her halükârda aşırı yumuşak olmak sanılmış olan hatalı bir merhamet anlayışı, suçu ve suçluyu aklamak haline dönüşebilir. Oysa adalet farklı…
Adalet, tüm diğer erdemleri de içerir, o nedenle fazlası da eksiği de olmaz; Fransız filozof André Comte-Sponville’in dediği gibi, “Mutlak anlamda iyi olan tek erdemdir. Aristoteles’in ifadesiyle de o, “erdemlerin en kusursuzudur; ne akşam yıldızı ne de sabah yıldızı böylesine harika bir şeydir.” O yüzden hep “adalet” dememiz, mütemadiyen adalet için mücadele etmemiz gerekiyor. Adaleti insanlığın asla vazgeçmemesi gereken bir ideal olarak yüceltmemiz, adalet için mücadelenin sonu yoktur dememiz, mütemadiyen adalete susamış gibi onu aramamız şarttır.
Adalette Doğu-Batı
Bitirirken şunu da söyleyelim. Akademide “adalet”in daha ziyade Batı’da olduğu ve Doğu toplumlarında ise sadece çok kullanılan boş bir “yüceltme” olduğuna dair bir görüş var.
Batı ve Doğu’da hukukun işleyişini, toplumdaki adaletsizlikleri Batı lehine ele alan, Doğu’yu yerden yere vuran ciddi bir külliyat bulunuyor. Çoğunlukla da haklılar. Ama meseleyi şimdiye kadar konuştuğumuz çerçevede, “ideal” olan bağlamında ele alırsak bizim de söyleyeceklerimiz olmalı. Özellikle Gazze katliamlarını meşru gören Batılı siyasilere karşı mutlaka söz almalıyız. Kanaatimce bu konudaki sözlerin en kısa ve en güzellerinden birini, dostum Rahmetli Aydın Menderes söyledi:
“İnsan hakları, hürriyetler, hukuk devleti, demokrasi gibi kavramları tek bir kelime ile ifade etmek istersek bu adalet olur… Batı’nın adaleti ile İslam’ın etkisi altındaki Doğu’nun adaleti birbirinden çok farklıdır… Adalet, Şark’ta a priori, Batı’da ise a posteriori bir kavramdır. Şark’ta adalet; hayatın anlamı, bu ve öbür dünyanın anahtarı, huzurun tek bayrağıdır. Bunun içindir ki adalet, uygulansa da uygulanmasa da zihinlerde ve vicdanlarda her zaman var olmuştur.
Batı’da ise durum, tam tersinedir… Roma, adaleti değil düzeni esas alır ve acımasızdır. Bütün feodal otoriteler de kilisenin kendisi de öyledir. Sanayileşmeye geçişte, Batı’nın emperyalizmi de acımasızdır. Herkesin adaleti bir kenara bırakıp birbirini ezip, hakkını yediği bir düzenin devamı, toplumsal kesitler arasında bir güç dengesizliğinin devamına bağlıdır… Batı’da insan hakları, demokrasi, hukuk gibi (hepsi adaletle ilintili) kavramlar, çifte standartlı bir uygulamaya konu olurlar. Adalet, Batılıların kendi aralarında gereklidir. Başka toplumlara ve insanlara tam tersini yaparlar. Hâlbuki İslam, adaleti bütün insanlar için emretmektedir. Adalet hem talep etmek hem de uygulamak açısından fıtri bir olaydır. İslam da fıtratın dinidir. Kendisinin bir yaratıcısı olduğuna inanmayan, bütün insanların bu yaratıcı önünde eşit olduğunu göremeyen insan, adaletten çok zulme meyyal olur… Gücün temerküzü şirke yol açar. İslam bunu istememektedir.”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 14 Mart 2024’te yayımlanmıştır.