App kuşağı kim, ne yaşıyor, ne istiyor? Neden onları anlamak zorundayız?

App kuşağı nedir? Gençleri nasıl etkiliyor? İnsanlık tarihinin en sinsi ve tehlikeli salgınıyla mı karşı karşıyayız? Gençler ne yaşıyor, nasıl değişiyorlar? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Gençlerimizin yaşadıkları hayatın güçlükleri yetmiyormuş gibi bir de tüm toplumsal sorunların yükünün onların üstüne boca edilmesine ve adeta “yetişkinlerin ötekisi” haline getirilmelerine hep karşı çıktım. Kendilerini toplumun bir parçası olarak görmeleri, dertlerini dile getirmeleri için asıl görevin yetişkinlere düştüğüne inandım. Toplumsal meselelerin çözümünde gençlerin yüksek fiziksel enerjileri ve hızlı zihin işleyişlerinin şart olduğunu savundum.

Gençlerimizin dertleriyle dertlenmek, onları anlamaya çalışmak yerine, “kuşak çatışması” diyerek sorunların üstünü örtme yolunu tercih ettiğimizi düşündüm. X, Y, Z kuşakları gibi “sade suya tirit” nev’inden tanımlamalara hiç yüz vermedim. Hâlâ bu görüşlerimde bir değişiklik yok ama itiraf etmeliyim ki bu kez farklı bir durumla karşı karşıyayız. 1990-2000 yılları arasında doğan gençlerimiz bizden çok farklılar ve giderek de farklılaşıyorlar. Oturup konuşmamız lazım.

Biz teknomedyatik dünyayı hayranlık ve şaşkınlık içinde izlerken, çocuklarımız artık farklı bir geleneğin, bir kültürün, bir dilin içine doğar gibi içine doğuyorlar. Enformasyon teknolojilerini ve tabii en başta akıllı telefonlarını ve tabletlerini protez uzuvları haline getirdiler; kendi dünyalarıyla, kendi dertleriyle meşguller.

Bu durumu fark eden ciddi araştırmacılardan Howard Gardner ve Katie Davis, kimlik edinme süreçleri, mahremiyet anlayışları ve hayal güçleri itibariyle bizlerden apayrı olan bu insanlara “app kuşağı” diyorlar. Bu adla, oldukça ikna edici bir de kitap yazmışlar.[1]

App kuşağının aklından neler geçiyor?

“App kuşağı” demelerinin nedeni şu: “App”, dilimize “uygulama” diye çevirebileceğimiz “”application” kelimesinin kısaltılmış hali. Genelde bir mobil cihaz üzerinde çalışmak üzere tasarlanmış, kullanıcıya bir ya da birçok işlem yapma olanağı veren yazılım programlarına bu ad veriliyor. Aplikasyonlar sayesinde şarkılara, gazetelere, oyunlara ya da bir dua programına erişim sağlayabilirsiniz, soruları cevaplayabilir, yeni sorular sorabilirsiniz.

App kuşağındaki gençlerin en belirgin özellikleri, parmak uçlarında birçok aplikasyon bulunması ve çok kısa sürede nasıl olsa yenilerinin çıkacağından emin olmaları. “İleride okulu n’apıcaz ki? Nasıl olsa tüm yanıtlar bu akıllı telefonun içinde değil mi- ya da yakında olmayacak mı?” diye düşünüyorlar.

“App kuşağı”, özellikle kimlik duygusu, yakın ilişki yani mahremiyet algısı ve yaratıcılığı ortaya koyma biçimi olan hayal gücü açısından bizden büyük ölçüde farklı.

“Aplikasyonlar sıradan meseleleri halleder de, bizi yeni yollar keşfetmek ve ilişkilerimizi derinleştirmek, yaşamın büyük sırlarını ortaya çıkarmaya uğraşmak, eşsiz ve anlamlı bir kimlik var etmek için özgür bırakırsa harika olur. Ama aplikasyonlar bizleri düşünmeyen daha becerikli miskinlere dönüştürürlerse ya da yeni sorunlar üretir veya kayda değer ilişkiler geliştirirse ya da üzerine oturan ve sürekli evrimleşen kendine göre bir benlik duygusu oluşturursa, o zaman psikolojik açıdan köleliğe giden bir yolun taşlarını döşemiş olurlar.” Howart ve Katie’nin bu sözlerinde, nasıl bıçak sırtı bir yerde durduğumuzun kaygısı açıkça görülüyor.

App kuşağı erkekleri

Bu durum geçen yazımda da belirttiğim gibi genç erkekleri ayrıca etkiliyor. Zira,

Batı toplumları, erkeklerin, ülke ve toplumlarını geliştirmek için başkalarıyla birlikte çalışan, etkin yurttaşlar olmalarını istiyorlar ama bir yandan da genç erkeklere hedeflerine tutunmaları ve motivasyonlu olmaları için gereken desteği ve mekânı tanımıyorlar. Genç erkeklere heyecan verici video oyunları ve internet pornografisine serbest erişimden başka neredeyse bir şey sunulmuyor. Sonuçta, birçok genç erkekte amaca yönelme ve temel sosyal beceri eksikliği ortaya çıkıyor. Eğitimde tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor, genç erkeklerin kızlar karşısındaki başarısızlıkları katlanarak artıyor.

Elbette Batı’dan özellikle ABD ve İngiltere’den bahsediyoruz. Şüphesiz bu sorunlar belli ölçülerde de kızlarda da var. Bizde durum tam böyle değil ama giderek tüm dünya gibi bizim de buraya doğru yol aldığımız gören gözler fark ediyor.

Batı’da gençlerin durumlarının pek iç açıcı olmadığını söylüyor araştırmalar. Ama hiç değilse onlar durumun farkında, araştırıyor, önlemler düşünüyorlar.

Akıllı telefonların ruhlarını esir aldığı İ-Nesli

Son olarak ünlü Ben Nesli ve Asrın Vebası: Narsisizm İlleti kitaplarının yazarı psikolog Jean W. Twenge de araştırma verilerinin ışığında İ-Nesli kitabını yayınladı.[2]

Gördükleri ve istatistiklerin değerlendirilmesiyle ulaştığı sonuçlar hayli şaşırtıcıydı. Artık o da günümüz gençlerinin ruh hallerini dijital teknolojinin biçimlendirdiğine ve önümüzde öncekilerden çok farklı bir tablo olduğuna inanıyordu.

İ-Nesli’ne bir önsöz de yazan kıymetli meslektaşımız ağabeyimiz Dr. Mustafa Merter’i, okudukları hem çok üzmüş hem çok telaşlandırmış. 2014 yılında yayınladığı Psikolojinin Üçüncü Boyutu: Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili kitabında, sanal bir dünyada yaşarken gösterdiğimiz belirtilere “Matrix Sendromu” adını veren Merter, günümüzde dijital teknolojiler nedeniyle yaşananların hayatlarımızı iyice “Matrix” filmine benzettiğine inanıyor.

”Matrix”, Holywood yapımı bir film dizisi. İlki 1999’da, ikinci ve üçüncü bölümleri 2003’te vizyona girmiş ve çok ses getirmiş. Filmin konusunu insanın ruh ve bedeninin birbirinden ayrılıp beden bir makinede canlı tutulurken, ruhun bir bilgisayar makinesine yüklenmesi oluşturuyor. Ruhlar giderek esaret altına alınıyor. Bu durumu fark eden filmin kahramanı Neo, Morfeus adlı bir bilgenin yardımıyla, esaret altındaki insanlara gerçeği anlatmaya, onları kurtarmaya çalışıyor. Dr. Merter’e göre şimdi de akıllı telefonlar vasıtasıyla ruhlarımız esir alınıyor. Mustafa Ağabey, kendisini Neo’ya benzetiyor. Neo gibi insanlara olup biteni, içlerine düştükleri sistemi anlatmaya, kurtulmalarını sağlamaya gayret ediyor. Tahmin edeceğiniz gibi çoktan akıllı telefon kullanmayı bırakmış.

İ-Nesli neden farklı?

1970-1990 arasına doğanlara “Ben Nesli” diyen Twenge, 1995’ten sonra doğanların “İ-Nesli” olduklarını söylüyor. Ona göre bu yeni neslin davranışları, boş zaman değerlendirmeleri, din ve maneviyata yönelimleri, sosyal ve siyasi faaliyetlere gösterdikleri ilgi, tüm önceki nesillerden farklı. En kötüsü de tipik örneği ABD’de yaşayan bu neslin psikolojik durumu. “İ-Nesli”, 2011’den itibaren kaygı, depresyon ve intihar oranlarında büyük bir artış gösteriyor. Twenge, 2011-2012 yılları arasında ABD’de akıllı telefonların yaygınlaşmasını bu olumsuz psikolojik halin temel sorumlusu olarak görüyor.

İ-Nesli kitabında Twenge, 1995 sonra doğanların oluşturduğu bu neslin tipik özelliklerini anlatmaya çalışıyor. Buna göre, “İ-Nesli”nin en göze çarpan özelliğini, geç olgunlaşma ve ebeveynine uzun süre bağımlı kalma olarak belirliyor Twenge. Bu özellik, “İ-Nesli”nde önceki nesillere göre sanki olumlu yönde bir değişim varmış gibi bir manzaraya neden oluyor. Zira daha az arkadaş ediniyorlar, daha az dışarı çıkıyorlar, daha az ehliyet alıp daha az araba kullanıyorlar. Dolayısıyla eskiden büyük bir dert olan evlilik-dışı ergen hamilelikleri, trafik kazaları, alkol kullanımı ve çevreye karşı saldırgan davranışlar azalıyor. (Bu arada uyuşturucu kullanımında hafif bir artış görülüyor.) Bunlar iyi olmasına iyi de Twenge’yi 16-18 yaş grubundaki bu gençlerin geç büyümeleri, ebeveyne artan bağımlılığın yanı sıra beynin yürütücü işlevlerinde ortaya çıkan yetersizlik kaygılandırıyor.

“İ-Nesli” uslu ama akıllı değil yani, sergiledikleri olumlu görünüm, daha fazla sorumluluk aldıklarından değil geç büyümelerinden, çocuksu kalmalarından kaynaklanıyor. Böyle olunca azaldı diye sevinilen davranış sorunları da bu kez 20’li yaşlardan sonra, lisede değil ama üniversitede patlama yapıyor.  Geç büyümenin neticesinde hayatı ve insan ilişkilerini öğrenememenin getirdiği acemilikler, yeni tip çekingenlikler de cabası…

Ekran başında geçen saatlerin bedeli

Dr. Mustafa Merter’in “Matrix Sendromu” adını verdiği tabloyu başlatan en önemli etken, “screen time” adı verilen “ekran başında geçirilen zaman” ve maalesef “İ-Nesli”nde bu süre çok uzun, ortalama günde 6 saat… Kitap ve dergi gençlerin hayatlarından nerdeyse tamamen çekiliyor. Yüz yüze, gönül gönüle iletişimi bilmeyen bir nesil var karşımızda.

İşin ilginç yanı sanal iletişimden dolayı da mutlu değiller… Özellikle 14 yaş civarındaki ergenlerin yarısından fazlası mutsuz olduklarını söylüyorlar.  İ-Nesli’ndeki gençlerde ekran zamanı günde bir saatin altındaysa %28 olan intihar düşünceleri, ekran zamanı 5 saat ve üstüne çıkınca %48’e ulaşıyor.

2012’den itibaren akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla birlikte gençlerde çok ilginç bir başka problem de başlıyor. Günde ortalama 9 saat uyuması gereken ergenlerin uyku süreleri ani bir azalma göstererek 7 saate düşüyor.  “Birçok ebeveynin artık bildiği gibi, çocuklarımızın odasında hiç sönmeyen mavi renkli bir ‘Matrix mehtabı” var. Günde 3 sat veya üstünde ekran zamanı yaşandığında %28 oranında daha fazla uyku rahatsızlıkları müşahede ediliyor. Ve tabii ki kronik uykusuzluk; psikosomatik hastalıklar, depresyon ve intihar riskini artıran bir durum” diyor Dr. Mustafa Merter…

Güvenli alandan çıkamama

“İ-Nesli” yazarı J. M. Twenge, 1995’ten sonra doğan ve akıllı telefonların dünya çapında yaygınlık kazandığı 2012 yılından ergenlik döneminde bulunan gençlerin bir özelliğinin de hayli hassas, kırılgan ve kaygılı oldukları için güvenli bir alanda durmaya, sıkıntılı-gerilimli olaylara hiç karışmamaya dikkat etmeleri olduğunu söylüyor. İlk bakışta olumluymuş gibi görünen bu özellikleri gençleri sosyal alandan uzak tuttuğu için hayattan öğrenmeleri de sorunlu oluyor.

Ebeveyni de kaygılı olan yeni nesil, olumlu manada bile olsa asla risk almaya yanaşmadığından hayatın gerçekleriyle yüzleşemiyorlar, eleştiri kabul edemiyorlar. Merhamet yaşasalar bile onun için harekete geçemiyorlar. Bir önceki “ben nesli”nin narsistik özelliklerine sahip değiller ama o kadar durgunlar ki, “Acaba kendilerini sevmeye de enerjileri kalmadı?” sorusunu akla getiriyorlar. Twenge, pek o alanla ilgilenmemiş ama sosyal tecrübe ve becerileri böylesine azan olan gençlerin empati açısından da zayıf olacaklarını tahmin etmek zor değil…

Ürkek-çekinik, kaygılı “İ-Nesli”, tahmin edileceği gibi siyasetle uğraşmayı sevmiyor, siyasi fanatizme uzak. Ama uyuşturucuların yasallaşmasını, çocuk aldırmanın serbest olmasını, ateşli silahların kontrol altına alınmasını savunuyor ve ölüm cezasına karşı…

İnsanlık tarihinin en sinsi ve tehlikeli salgını

İşte böyle… ABD’de gençlerin sergilediği panorama bu. ABD’den tüm dünyaya, gençlerden tüm nesillere bu davranış tablosunun çok kısa sürede yaygınlaşacağı konusunda herkes hem fikir. Çünkü bunlara neden olan kültürel alt-yapı aynı: Başta akıllı telefonlar olmak üzere, yeni dijital bilişim sistemleri… Üstelik buradan geri dönüş ihtimali de pek imkân dâhilinde görülmüyor. Çünkü tıpkı madde bağımlılığı gibi bir etkisi söz konusu internetin… İnternet üzerinden ardı ardına gelen veri ve enformasyon akışı sürekli merakımızı tatmin ederek, “dopamin duşu” yaşatıyor. Program yapımcıları, bağımlılıktan sorumlu olan dopamini azami düzeyde tutacak şekilde ayarlıyorlar programları.

Bu nedenle Dr. Mustafa Merter “hepimiz, usul usul Matrix ashabı oluyoruz; “nur-man”i terk edip “dopamin-man” olmaya yöneliyoruz” diyor. Ona göre, tıpkı Matrix filmindeki gibi bu gidişattan sadece çok azımız kendini kurtarabilecek. Çünkü burada insanın en ilginç zaaflarından biri devreye giriyor. Kendimizi kandırıp geleceği inkâr ederek, internetin dosttan düşmana dönüşmeye başladığını, insanlık tarihinin en tehlikeli ve sinsi, dünya çapındaki salgın hastalığıyla karşı karşıya olduğumuzu görmezden geliyoruz.

Ne yapmalı?

Twenge, kitabını ne yapılması, nasıl önemler alınması gerektiği hakkındaki önerilerle bitiriyor. Dr. Mustafa Merter de yazdığı önsözde şu önerilere yer veriyor:

“Öncelikle bu durumun küresel boyutlarda bir hastalığa doğru gittiği kabul edilmeli ve hastalık ölçütleri tanımlanmalı. Bizde de tıpkı ABD’de olduğu gibi ergenlerden başlayarak depresyon, kaygı, narsisizm, bağımlılık gibi belirtiler alan taramaları vasıtasıyla ölçülmeli ve veri bankalarında toplanarak meta analizleri yapılmalı. Sadece bugünün analiziyle yetinmeyip geleceğe dönük davranış tahminleri yapan araştırma kuruluşları olmalı.

Eğitim sistemi yeniden yapılandırılmalı, Matrix ile bağlantı asgari düzeye indirilmeli, çocukların, ergenlerin bulunduğu okullar, yatılı bölümler gerekirse yayın bozucu jammer’larla koruma altına alınmalı.

Kişisel ekran zamanı (screen time) otomatik olarak ölçülmeli, tehlike sınırına geldiğinde kişiler uyarılmalı. “Sanal temasın tıpkı alkol gibi insanın aklını ve daha da önemlisi kalbini örttüğü gerçeğinin anlaşılması için elden ne geliyorsa yapılmalı. İnsanları Matrix’e sokmanın sosyopolitik bir proje olduğundan hareketle bir “Matrix Araştırma Enstitüsü” kurulmalı, milli arama motoru ve filtre sistemleri gibi karşı tedbirler geliştirilmeli.”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Howard, Gardner., Katie Davis (2014). App Kuşağı: Dijital Dünyada Kimlik, Mahremiyet ve Hayal Gücü. Ümit Şensoy (Çev.). İstanbul: Optimist Yayınları.

[2] Jean, D.,Twenge. (2018). İ-Nesli. Okhan Gündüz (Çev.). İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

App kuşağı kim, ne yaşıyor, ne istiyor? Neden onları anlamak zorundayız?

App kuşağı nedir? Gençleri nasıl etkiliyor? İnsanlık tarihinin en sinsi ve tehlikeli salgınıyla mı karşı karşıyayız? Gençler ne yaşıyor, nasıl değişiyorlar? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Gençlerimizin yaşadıkları hayatın güçlükleri yetmiyormuş gibi bir de tüm toplumsal sorunların yükünün onların üstüne boca edilmesine ve adeta “yetişkinlerin ötekisi” haline getirilmelerine hep karşı çıktım. Kendilerini toplumun bir parçası olarak görmeleri, dertlerini dile getirmeleri için asıl görevin yetişkinlere düştüğüne inandım. Toplumsal meselelerin çözümünde gençlerin yüksek fiziksel enerjileri ve hızlı zihin işleyişlerinin şart olduğunu savundum.

Gençlerimizin dertleriyle dertlenmek, onları anlamaya çalışmak yerine, “kuşak çatışması” diyerek sorunların üstünü örtme yolunu tercih ettiğimizi düşündüm. X, Y, Z kuşakları gibi “sade suya tirit” nev’inden tanımlamalara hiç yüz vermedim. Hâlâ bu görüşlerimde bir değişiklik yok ama itiraf etmeliyim ki bu kez farklı bir durumla karşı karşıyayız. 1990-2000 yılları arasında doğan gençlerimiz bizden çok farklılar ve giderek de farklılaşıyorlar. Oturup konuşmamız lazım.

Biz teknomedyatik dünyayı hayranlık ve şaşkınlık içinde izlerken, çocuklarımız artık farklı bir geleneğin, bir kültürün, bir dilin içine doğar gibi içine doğuyorlar. Enformasyon teknolojilerini ve tabii en başta akıllı telefonlarını ve tabletlerini protez uzuvları haline getirdiler; kendi dünyalarıyla, kendi dertleriyle meşguller.

Bu durumu fark eden ciddi araştırmacılardan Howard Gardner ve Katie Davis, kimlik edinme süreçleri, mahremiyet anlayışları ve hayal güçleri itibariyle bizlerden apayrı olan bu insanlara “app kuşağı” diyorlar. Bu adla, oldukça ikna edici bir de kitap yazmışlar.[1]

App kuşağının aklından neler geçiyor?

“App kuşağı” demelerinin nedeni şu: “App”, dilimize “uygulama” diye çevirebileceğimiz “”application” kelimesinin kısaltılmış hali. Genelde bir mobil cihaz üzerinde çalışmak üzere tasarlanmış, kullanıcıya bir ya da birçok işlem yapma olanağı veren yazılım programlarına bu ad veriliyor. Aplikasyonlar sayesinde şarkılara, gazetelere, oyunlara ya da bir dua programına erişim sağlayabilirsiniz, soruları cevaplayabilir, yeni sorular sorabilirsiniz.

App kuşağındaki gençlerin en belirgin özellikleri, parmak uçlarında birçok aplikasyon bulunması ve çok kısa sürede nasıl olsa yenilerinin çıkacağından emin olmaları. “İleride okulu n’apıcaz ki? Nasıl olsa tüm yanıtlar bu akıllı telefonun içinde değil mi- ya da yakında olmayacak mı?” diye düşünüyorlar.

“App kuşağı”, özellikle kimlik duygusu, yakın ilişki yani mahremiyet algısı ve yaratıcılığı ortaya koyma biçimi olan hayal gücü açısından bizden büyük ölçüde farklı.

“Aplikasyonlar sıradan meseleleri halleder de, bizi yeni yollar keşfetmek ve ilişkilerimizi derinleştirmek, yaşamın büyük sırlarını ortaya çıkarmaya uğraşmak, eşsiz ve anlamlı bir kimlik var etmek için özgür bırakırsa harika olur. Ama aplikasyonlar bizleri düşünmeyen daha becerikli miskinlere dönüştürürlerse ya da yeni sorunlar üretir veya kayda değer ilişkiler geliştirirse ya da üzerine oturan ve sürekli evrimleşen kendine göre bir benlik duygusu oluşturursa, o zaman psikolojik açıdan köleliğe giden bir yolun taşlarını döşemiş olurlar.” Howart ve Katie’nin bu sözlerinde, nasıl bıçak sırtı bir yerde durduğumuzun kaygısı açıkça görülüyor.

App kuşağı erkekleri

Bu durum geçen yazımda da belirttiğim gibi genç erkekleri ayrıca etkiliyor. Zira,

Batı toplumları, erkeklerin, ülke ve toplumlarını geliştirmek için başkalarıyla birlikte çalışan, etkin yurttaşlar olmalarını istiyorlar ama bir yandan da genç erkeklere hedeflerine tutunmaları ve motivasyonlu olmaları için gereken desteği ve mekânı tanımıyorlar. Genç erkeklere heyecan verici video oyunları ve internet pornografisine serbest erişimden başka neredeyse bir şey sunulmuyor. Sonuçta, birçok genç erkekte amaca yönelme ve temel sosyal beceri eksikliği ortaya çıkıyor. Eğitimde tam bir hayal kırıklığı yaşanıyor, genç erkeklerin kızlar karşısındaki başarısızlıkları katlanarak artıyor.

Elbette Batı’dan özellikle ABD ve İngiltere’den bahsediyoruz. Şüphesiz bu sorunlar belli ölçülerde de kızlarda da var. Bizde durum tam böyle değil ama giderek tüm dünya gibi bizim de buraya doğru yol aldığımız gören gözler fark ediyor.

Batı’da gençlerin durumlarının pek iç açıcı olmadığını söylüyor araştırmalar. Ama hiç değilse onlar durumun farkında, araştırıyor, önlemler düşünüyorlar.

Akıllı telefonların ruhlarını esir aldığı İ-Nesli

Son olarak ünlü Ben Nesli ve Asrın Vebası: Narsisizm İlleti kitaplarının yazarı psikolog Jean W. Twenge de araştırma verilerinin ışığında İ-Nesli kitabını yayınladı.[2]

Gördükleri ve istatistiklerin değerlendirilmesiyle ulaştığı sonuçlar hayli şaşırtıcıydı. Artık o da günümüz gençlerinin ruh hallerini dijital teknolojinin biçimlendirdiğine ve önümüzde öncekilerden çok farklı bir tablo olduğuna inanıyordu.

İ-Nesli’ne bir önsöz de yazan kıymetli meslektaşımız ağabeyimiz Dr. Mustafa Merter’i, okudukları hem çok üzmüş hem çok telaşlandırmış. 2014 yılında yayınladığı Psikolojinin Üçüncü Boyutu: Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili kitabında, sanal bir dünyada yaşarken gösterdiğimiz belirtilere “Matrix Sendromu” adını veren Merter, günümüzde dijital teknolojiler nedeniyle yaşananların hayatlarımızı iyice “Matrix” filmine benzettiğine inanıyor.

”Matrix”, Holywood yapımı bir film dizisi. İlki 1999’da, ikinci ve üçüncü bölümleri 2003’te vizyona girmiş ve çok ses getirmiş. Filmin konusunu insanın ruh ve bedeninin birbirinden ayrılıp beden bir makinede canlı tutulurken, ruhun bir bilgisayar makinesine yüklenmesi oluşturuyor. Ruhlar giderek esaret altına alınıyor. Bu durumu fark eden filmin kahramanı Neo, Morfeus adlı bir bilgenin yardımıyla, esaret altındaki insanlara gerçeği anlatmaya, onları kurtarmaya çalışıyor. Dr. Merter’e göre şimdi de akıllı telefonlar vasıtasıyla ruhlarımız esir alınıyor. Mustafa Ağabey, kendisini Neo’ya benzetiyor. Neo gibi insanlara olup biteni, içlerine düştükleri sistemi anlatmaya, kurtulmalarını sağlamaya gayret ediyor. Tahmin edeceğiniz gibi çoktan akıllı telefon kullanmayı bırakmış.

İ-Nesli neden farklı?

1970-1990 arasına doğanlara “Ben Nesli” diyen Twenge, 1995’ten sonra doğanların “İ-Nesli” olduklarını söylüyor. Ona göre bu yeni neslin davranışları, boş zaman değerlendirmeleri, din ve maneviyata yönelimleri, sosyal ve siyasi faaliyetlere gösterdikleri ilgi, tüm önceki nesillerden farklı. En kötüsü de tipik örneği ABD’de yaşayan bu neslin psikolojik durumu. “İ-Nesli”, 2011’den itibaren kaygı, depresyon ve intihar oranlarında büyük bir artış gösteriyor. Twenge, 2011-2012 yılları arasında ABD’de akıllı telefonların yaygınlaşmasını bu olumsuz psikolojik halin temel sorumlusu olarak görüyor.

İ-Nesli kitabında Twenge, 1995 sonra doğanların oluşturduğu bu neslin tipik özelliklerini anlatmaya çalışıyor. Buna göre, “İ-Nesli”nin en göze çarpan özelliğini, geç olgunlaşma ve ebeveynine uzun süre bağımlı kalma olarak belirliyor Twenge. Bu özellik, “İ-Nesli”nde önceki nesillere göre sanki olumlu yönde bir değişim varmış gibi bir manzaraya neden oluyor. Zira daha az arkadaş ediniyorlar, daha az dışarı çıkıyorlar, daha az ehliyet alıp daha az araba kullanıyorlar. Dolayısıyla eskiden büyük bir dert olan evlilik-dışı ergen hamilelikleri, trafik kazaları, alkol kullanımı ve çevreye karşı saldırgan davranışlar azalıyor. (Bu arada uyuşturucu kullanımında hafif bir artış görülüyor.) Bunlar iyi olmasına iyi de Twenge’yi 16-18 yaş grubundaki bu gençlerin geç büyümeleri, ebeveyne artan bağımlılığın yanı sıra beynin yürütücü işlevlerinde ortaya çıkan yetersizlik kaygılandırıyor.

“İ-Nesli” uslu ama akıllı değil yani, sergiledikleri olumlu görünüm, daha fazla sorumluluk aldıklarından değil geç büyümelerinden, çocuksu kalmalarından kaynaklanıyor. Böyle olunca azaldı diye sevinilen davranış sorunları da bu kez 20’li yaşlardan sonra, lisede değil ama üniversitede patlama yapıyor.  Geç büyümenin neticesinde hayatı ve insan ilişkilerini öğrenememenin getirdiği acemilikler, yeni tip çekingenlikler de cabası…

Ekran başında geçen saatlerin bedeli

Dr. Mustafa Merter’in “Matrix Sendromu” adını verdiği tabloyu başlatan en önemli etken, “screen time” adı verilen “ekran başında geçirilen zaman” ve maalesef “İ-Nesli”nde bu süre çok uzun, ortalama günde 6 saat… Kitap ve dergi gençlerin hayatlarından nerdeyse tamamen çekiliyor. Yüz yüze, gönül gönüle iletişimi bilmeyen bir nesil var karşımızda.

İşin ilginç yanı sanal iletişimden dolayı da mutlu değiller… Özellikle 14 yaş civarındaki ergenlerin yarısından fazlası mutsuz olduklarını söylüyorlar.  İ-Nesli’ndeki gençlerde ekran zamanı günde bir saatin altındaysa %28 olan intihar düşünceleri, ekran zamanı 5 saat ve üstüne çıkınca %48’e ulaşıyor.

2012’den itibaren akıllı telefonların yaygınlaşmasıyla birlikte gençlerde çok ilginç bir başka problem de başlıyor. Günde ortalama 9 saat uyuması gereken ergenlerin uyku süreleri ani bir azalma göstererek 7 saate düşüyor.  “Birçok ebeveynin artık bildiği gibi, çocuklarımızın odasında hiç sönmeyen mavi renkli bir ‘Matrix mehtabı” var. Günde 3 sat veya üstünde ekran zamanı yaşandığında %28 oranında daha fazla uyku rahatsızlıkları müşahede ediliyor. Ve tabii ki kronik uykusuzluk; psikosomatik hastalıklar, depresyon ve intihar riskini artıran bir durum” diyor Dr. Mustafa Merter…

Güvenli alandan çıkamama

“İ-Nesli” yazarı J. M. Twenge, 1995’ten sonra doğan ve akıllı telefonların dünya çapında yaygınlık kazandığı 2012 yılından ergenlik döneminde bulunan gençlerin bir özelliğinin de hayli hassas, kırılgan ve kaygılı oldukları için güvenli bir alanda durmaya, sıkıntılı-gerilimli olaylara hiç karışmamaya dikkat etmeleri olduğunu söylüyor. İlk bakışta olumluymuş gibi görünen bu özellikleri gençleri sosyal alandan uzak tuttuğu için hayattan öğrenmeleri de sorunlu oluyor.

Ebeveyni de kaygılı olan yeni nesil, olumlu manada bile olsa asla risk almaya yanaşmadığından hayatın gerçekleriyle yüzleşemiyorlar, eleştiri kabul edemiyorlar. Merhamet yaşasalar bile onun için harekete geçemiyorlar. Bir önceki “ben nesli”nin narsistik özelliklerine sahip değiller ama o kadar durgunlar ki, “Acaba kendilerini sevmeye de enerjileri kalmadı?” sorusunu akla getiriyorlar. Twenge, pek o alanla ilgilenmemiş ama sosyal tecrübe ve becerileri böylesine azan olan gençlerin empati açısından da zayıf olacaklarını tahmin etmek zor değil…

Ürkek-çekinik, kaygılı “İ-Nesli”, tahmin edileceği gibi siyasetle uğraşmayı sevmiyor, siyasi fanatizme uzak. Ama uyuşturucuların yasallaşmasını, çocuk aldırmanın serbest olmasını, ateşli silahların kontrol altına alınmasını savunuyor ve ölüm cezasına karşı…

İnsanlık tarihinin en sinsi ve tehlikeli salgını

İşte böyle… ABD’de gençlerin sergilediği panorama bu. ABD’den tüm dünyaya, gençlerden tüm nesillere bu davranış tablosunun çok kısa sürede yaygınlaşacağı konusunda herkes hem fikir. Çünkü bunlara neden olan kültürel alt-yapı aynı: Başta akıllı telefonlar olmak üzere, yeni dijital bilişim sistemleri… Üstelik buradan geri dönüş ihtimali de pek imkân dâhilinde görülmüyor. Çünkü tıpkı madde bağımlılığı gibi bir etkisi söz konusu internetin… İnternet üzerinden ardı ardına gelen veri ve enformasyon akışı sürekli merakımızı tatmin ederek, “dopamin duşu” yaşatıyor. Program yapımcıları, bağımlılıktan sorumlu olan dopamini azami düzeyde tutacak şekilde ayarlıyorlar programları.

Bu nedenle Dr. Mustafa Merter “hepimiz, usul usul Matrix ashabı oluyoruz; “nur-man”i terk edip “dopamin-man” olmaya yöneliyoruz” diyor. Ona göre, tıpkı Matrix filmindeki gibi bu gidişattan sadece çok azımız kendini kurtarabilecek. Çünkü burada insanın en ilginç zaaflarından biri devreye giriyor. Kendimizi kandırıp geleceği inkâr ederek, internetin dosttan düşmana dönüşmeye başladığını, insanlık tarihinin en tehlikeli ve sinsi, dünya çapındaki salgın hastalığıyla karşı karşıya olduğumuzu görmezden geliyoruz.

Ne yapmalı?

Twenge, kitabını ne yapılması, nasıl önemler alınması gerektiği hakkındaki önerilerle bitiriyor. Dr. Mustafa Merter de yazdığı önsözde şu önerilere yer veriyor:

“Öncelikle bu durumun küresel boyutlarda bir hastalığa doğru gittiği kabul edilmeli ve hastalık ölçütleri tanımlanmalı. Bizde de tıpkı ABD’de olduğu gibi ergenlerden başlayarak depresyon, kaygı, narsisizm, bağımlılık gibi belirtiler alan taramaları vasıtasıyla ölçülmeli ve veri bankalarında toplanarak meta analizleri yapılmalı. Sadece bugünün analiziyle yetinmeyip geleceğe dönük davranış tahminleri yapan araştırma kuruluşları olmalı.

Eğitim sistemi yeniden yapılandırılmalı, Matrix ile bağlantı asgari düzeye indirilmeli, çocukların, ergenlerin bulunduğu okullar, yatılı bölümler gerekirse yayın bozucu jammer’larla koruma altına alınmalı.

Kişisel ekran zamanı (screen time) otomatik olarak ölçülmeli, tehlike sınırına geldiğinde kişiler uyarılmalı. “Sanal temasın tıpkı alkol gibi insanın aklını ve daha da önemlisi kalbini örttüğü gerçeğinin anlaşılması için elden ne geliyorsa yapılmalı. İnsanları Matrix’e sokmanın sosyopolitik bir proje olduğundan hareketle bir “Matrix Araştırma Enstitüsü” kurulmalı, milli arama motoru ve filtre sistemleri gibi karşı tedbirler geliştirilmeli.”

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Howard, Gardner., Katie Davis (2014). App Kuşağı: Dijital Dünyada Kimlik, Mahremiyet ve Hayal Gücü. Ümit Şensoy (Çev.). İstanbul: Optimist Yayınları.

[2] Jean, D.,Twenge. (2018). İ-Nesli. Okhan Gündüz (Çev.). İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x