Bir çöp evde yaşananlar çocuk koruma sistemimiz hakkında neler söylüyor?

Türkiye’nin çocuk koruma sistemindeki eksiklikler ve güçlü yönler neler? Çocukların refahı için neler yapıyoruz? Neleri eksik bırakıyoruz? Bu konudaki istatistikler ne söylüyor? Sosyal hizmet uzmanı Prof. Dr. Tarık Tuncay yazdı.

Türkiye, 25 Temmuz 2022’de haftaya, kamuoyunu dehşete düşüren ve yürekleri sızlatan, ‘çöp evde bulunan çocuk’ haberiyle girdi. Çocuğun adını (hatta yüzünü dahi) gizleme hassasiyeti göstermeyen haber manşetlerinde, icra memurlarının ve belediye görevlilerinin, Bursa’da bulunan bir çöp eve tahliye etmek için girerken tesadüfen buldukları bir çocuğun fotoğraf ve video görüntülerine yer verildi. Atık yığınlarının arasında baygın halde bulunan dokuz yaşındaki çocuğumuz, bir yıldır öz teyzesi tarafından annesinden saklandığı iddia edilen bir çöp evde alıkonuluyordu. Öz bakımı ve genel sağlığı asgari yeterliklerin çok altındaydı. Yetersiz beslenme yüzünden 17 kiloya kadar düşmüştü. Yürüyemiyor, hatta ayakta dahi duramıyordu. Okula gönderilmediği için okuma yazma da bilmiyordu.

Önce güvenliği sağla

Çocuk koruma hizmetleri, kriz durumlarındaki tipik refleksleri ile, önce güvenliği sağlama odaklı adımlar attı. Çocuğu alıkoyan teyze hemen göz altına alındı. Ardından tutuklandı. Teyzenin 16 yaşındaki kızı devlet korumasına alınarak çocuk evine yerleştirildi. Çocuğumuz ise Emniyet, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ve Hastane işlemlerinin ardından, savcılık kararıyla, zaten velayet sahibi olan annesine (Bursa otogarında) teslim edildi. Anne ve çocuk için eğitim, sağlık ve danışmanlık tedbirleri alınmıştı (Çocuk Koruma Kanununda geçen koruyucu ve destekleyici tedbirler). Anne çocuğunu alarak ikamet ettiği Antalya’ya döndü. Ancak Antalya Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğünün anneyle ilgili sosyal incelemesinin ardından çocuğumuz yine savcılık kararıyla bu sefer de annesi yerine devletin koruması altına alındı. Böylece, mevcut tedbirlere ‘bakım tedbiri’ eklenmiş oldu. Bu yazının yazıldığı günlerde tedavi sürecine üniversite hastanesinde yatılı olarak devam edilmekteydi. Yüksek orandaki kas kaybının (tümüyle olmasa da) telafi edilmesine yönelik hassas bir beslenme ve rehabilitasyon programı başlatılmıştı.

Aile hakkındaki ilk inceleme arka planda bir dizi psikososyal sorunun dramatik düzeyde yaşandığını gösterdi. Çocuğumuzun annesi yaklaşık beş yıldır çalışmak için geldiği Antalya’da ikamet ediyordu. Bu süre zarfında, çocuğunu bakımı için Bursa’da bulunan anneannesine bırakmıştı. Anneannenin olaydan bir yıl önce kalp krizi sonucu ani vefatı üzerine çocuğu bu sefer teyze almıştı, hatta iddialara göre alıkoymuştu (yine iddialara göre annesi değil de teyzesi olduğunu çocuğa söylemesinin ardından çocuk tarafından reddedilmiş ve bir kriz tetiklenmişti). Teyze eşinden boşanmış ve eski eşinden şiddet gördüğü gerekçesiyle gizlilik kararı da çıkartmıştı. Bu nedenle anne, adres bilgisine ve de çocuğuna ulaşamamıştı. Çocuğumuzun annesi de eşinden boşanmıştı ve iddialara göre babanın bir çocuğu olduğundan dahi haberi yoktu. Gerek annenin gerekse teyzenin her ikisinin de ciddi psikiyatrik tedavi öyküsü vardı. Dosyadaki gizlilik kararı nedeniyle daha fazla ayrıntıyı henüz bilemiyoruz. Ancak karmaşık ve dramatik bir aile vakası ile karşılaşmış olduğumuz açık.

Multi-sistemik analiz ihtiyacı ve akla gelen ilk sorular

Ağır derecede çocuk istismarı ve ihmalinin gerçekleştiği bu sorun çok boyutlu bir tetkike muhtaç. Akla gelen ilk sorular ve belki de diyerek verebileceğimiz yanıtlar şunlar olabilir:

Çocuk açısından baktığımızda; dokuz yaşına gelmiş bir çocuğun yokluğu, eğitim sistemi tarafından nasıl fark edilmedi? Okul sistemi okul kaydı olmayan veya devamsızlığı yüksek olan çocukların izleme ve bildirimini yapma yükümlülüğünü yerine getir(e)medi mi? Bu tür vakalarda Milli Eğitim ve Sosyal Hizmetler arasında işleyen bir işbirliği, koordinasyon ve iletişim mekanizması var mı?

Eğer çocuk koruma sisteminin eğitim alt sisteminde, okul rehberlik birimleri okul kayıtsızlığını veya devamsızlığını il düzeyindeki idari mekanizmaları ile tespit etmiş ve bu bilgiyi sosyal hizmetlere bildirmiş olsaydı, belki de sosyal hizmet sistemi çocuğun travmatik örselenmesine engel olacak bir dizi psikososyal müdahaleyi sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve ilgili diğer profesyonellerle gerçekleştirmiş olurdu.

Gelişmiş çocuk koruma sistemlerinde durum nasıl?

Esasında birçok gelişmiş çocuk koruma sisteminde okullarda yalnızca rehberlik birimi yok, onlarla birlikte sistemin içinde çalışan yaygın bir okul sosyal hizmeti sistemi de var.

Sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve danışmanlar birlikte çalışırlar. Bu sistemin özelde çocuk ihmali ve istismarına, genelde ise çocuğun korunması ve gelişimine yönelik bir dizi yükümlülüğü bulunur.

Ülkemizde ise ilk ve orta dereceli okullardaki milli eğitim işgücüne sosyal hizmet uzmanları ve psikologların neden dâhil edilmediği kritik bir soru.

Ebeveyn açısından sorular

Ebeveyn açısından baktığımızda; psikotik bozukluk tanısı ve yatılı psikiyatrik tedavi geçmişi olan yetişkinlerin ebeveynlik yeterliklerini değerlendiren ve izleyen bir sağlık sistemimiz var mı? Birinci basamak sağlık hizmetleri, istifleme bozukluğu gibi genel işlevselliği bozan rahatsızlıkları olan yetişkinlerin ve çocuklarının bakım koşullarını izleyebilir mi? İlaveten bu olayda çocuğumuz, Bursa’daki ilk hastane müdahalesinin ardından hangi saiklerle taburcu edildi?

Eğer çocuk koruma sistemiyle sık etkileşim halinde, çocuk-merkezli (ve hatta incinebilirlik koşulları yüksek olan tüm hastalara duyarlı) bir sağlık izleme sistemi olsaydı, belki de psikoz tanılarıyla tedavi görmüş hastaların genelde yaşam becerilerini, özelde ise ebeveynlik becerilerini, çocuklarının iyilik hallerini izleyen ve destekleyen programlar uygulanabilirdi. Gerek hastaların gerekse çocuklarının ve diğer yakınlarının olumsuz yaşam deneyimlerine maruz kalmalarına engel olunabilirdi.

Bugün ülkemizin sağlık sisteminde egemen biyomedikal model kadar biyopsikososyal modelin de sağlık hizmetleri paradigmasının temel çerçevesi arasında yer almasına yoğun bir ihtiyaç var. Hastanelerin tıbbi sosyal hizmet birimleri ve bu birimlerde görev yapan sosyal çalışmacıların olası katkıları dikkate alınmalı.

Adli sistem ne yaptı?

Karar verme süreçlerine baktığımızda; adli sistem, çocuk hakkında neden değişen kararlar aldı?

Eğer ilgili savcılık çocuğun annesine ilk tesliminden önce yeni bir sosyal inceleme talep etmiş olsaydı, belki de çocuğun, önce annesine verilip, sonra ondan “zorla alındığını” düşündüren karmaşık bir sürecin mağduru olduğunu düşünmesine ve örselenmesine engel olunabilirdi. Zira, adli sistemin belirleyici unsurları olan hakimler ve savcılar, çocuklar için aldıkları önleyici ve destekleyici tedbir kararlarında, sosyal hizmet il müdürlüklerinde tesis edilmiş olan çok meslekli komisyon kararlarıyla onaylanmış ayrıntılı sosyal inceleme raporlarını esas alırlar.

Önleyici mekanizmalar açısından ise; sosyal hizmetler sisteminin korunma ihtiyacı olan çocukların tespitine yönelik tarama ve izleme altyapısına sahip olup olmadığı önemli bir soru.

Eğer sosyal hizmetler sistemi çocuğu -arz odaklı sosyal hizmet sunumunun doğasına uygun olarak tasarladığı- Aile Sosyal Destek Programı (ASDEP) görevlileri ve mobil çocuk sosyal hizmeti ekipleri tarafından (okulun ve ilgili yerel yönetim aktörlerinin katkılarıyla) mahalle taramalarında tespit edebilmiş olsaydı, belki de olayın öncesindeki eğitim ve danışmanlık müdahaleleri ile okul kaydı yapılacak ve yeterli düzeyde ebeveynlik ilgi ve şefkati görebildiği (annesinin de psikososyal destek alacağı) bir ortamda büyüyebilecekti.

Ortak sorumluluk bir zorunluluk

Görüldüğü gibi, çocukların etkin şekilde korunabildiği ve haklarının geliştirildiği bir çocuk koruma sistemi yapısal olarak çok aktörlü.

Bu elim olay bize; eğitim, sağlık, adalet ve sosyal hizmet bürokrasilerinin ayrı ayrı ve birlikte çalışmak zorunda olduklarını bir kez daha gösterdi.

Ayrıca kamu dışı aktörler olan gönüllüler ve sivil toplum da sorumlu ve güçlü olmalı. Ancak bu sayede etkin bir çocuk koruma sisteminden söz edebiliriz. Çocuk istismarı ve ihmaliyle mücadelenin merkezinde ise her zaman olayın sonrasında değil öncesinde yapılanların yer alması gerektiği açık.

Çocuklarımızı korumak ve güçlendirebilmek için koruyucu olduğu ölçüde önleyici, mukaddes değerlerimizden beslendiği ölçüde profesyonelleşmiş bir sosyal hizmet sistem mimarisine ihtiyacımız var.

Çocuk koruma reformları

Türkiye’nin 2000’li yılları pek çok alanda olduğu gibi çocuk refahı alanında reform dönemiydi.

Çocuklar, son on beş yılı aşkın süredir sosyal politikaların acıma nesnesi yerine, öncelikli nüfus grubuna dönüşüyordu. Çocuk refahı ve sosyal koruma alanında, 2005’te yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanununu bir dizi reform adımı izledi. 2011 yılı sonunda sosyal hizmetler alanında icracı ilk bakanlığın (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) kurulmuş olması da çocuk refahı bürokrasisinin kapasitesinin gelişmesine yardımcı oldu.

Çocuk meselesini yalnızca çocuğun güçsüzlüğü, incinebilirliği ve güvenliği endişesi üzerine kuran, devletin adeta aşırı korumacı, helikopter ana-baba rolünü üstlendiği, “korunmaya muhtaç çocuk” zihniyeti bir dönüşüme girdi. Yerini çocuğun aile ortamında çoklu müdahaleler ile desteklendiği, korunma kadar katılım hakkının da öncelendiği, “vatandaş çocuk” tasavvuru almaya başladı. Bu dönüşümün niceliksel kanıtlarını TÜİK ve Bakanlık verilerinde görüyoruz.

Çocuk koruma istatistikleri ne söylüyor?

İstatistiklere göre çocuk nüfusu, sığınmacı ailelerin çocuklarıyla birlikte 25 milyonu geçen ülkemizde, 2005 yılında yatılı kuruluş bakımındaki çocuk sayısı 22 bin civarında iken 2022’ye gelindiğinde 13 binlere kadar düştü.

Kuruluş bakımındaki çocukların önemli bir oranı ailelerine geri dönerken; sisteme yeni gireceklere yönelik önleyici mekanizmalar hayata geçirildi. Hem çocuklar hem de (özellikle) anneleri için önleyici ve destekleyici bir hizmet modeli olarak, “sosyal ve ekonomik destek” (SED) programı tasarlandı. Çocuk başına aylık nakit transferi içeren program, ekonomik nedenlerle kuruluş bakım sistemine girişi önlemek ve çocuğun ailesi yanında yetişmesini sürdürmek için tasarlanmış bir finansman ve tamamlayıcı sosyal destek hizmetiydi. SED yararlanıcılarının sayısı, 2005’te 5 binlerde iken 2022’de 141 bine kadar yükseldi. Türkiye’nin SED yoluyla yaptığı bu stratejik hamle, bakım sistemine yeni girişleri önemli oranlarda düşürebildi. Oysa benzer dönemlerde çocuk reformu başlatan Doğu Avrupa ülkelerinde, tüm kurumsuzlaştırma çabalarına rağmen, devlet bakımına giren çocuk akışı bir türlü azaltılamadı. (Bkz. Opening doors for Europe’s children project).

Bugün Türkiye’de devlet koruması altında olup koruyucu aile yanında veya aile tipi kuruluşlarda bulunan toplam çocuk sayısı 21 bin civarında. Bu sayı ülke karşılaştırmaları yapan birçok uluslararası otorite tarafından ‘şaşırtıcı düzeyde’ düşük bulunuyor. Örneğin ABD’de, federal yasalarla devlet koruması altına alınan çocuk sayısı 400 bin civarında. 50 milyona yakın çocuk nüfusuyla ABD, Türkiye çocuk nüfusunun iki katı. Bu kırılımı dikkate alarak bir hesap yaptığımızda, ABD’de koruma altındaki çocuk sayısının Türkiye’den on kat fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bu oran, şüphe üzerine bina edilmiş Anglofon çocuk koruma rejimlerinin totaliter olup olmadığını düşündürüyor. Türkiye’nin çocuk korumadaki küresel konumu hakkında ise dikkate değer bir veri niteliği taşıyor.

2010’ların sonlarına doğru Türkiye’de yurt-yuva (koğuş) tipi çocuk bakım kuruluşlarının tümü kapatıldı. Yerlerine en çok altı çocuğun bir arada bulunduğu ve şehirlerin içinde kiralanmış apartman dairelerinde açılmış olan çocuk evleri aldı. Sayıları 1200’ü aşkın olan bu evlerde çocuklar bakıcı anneleri ile yaşıyor. Travmatik yaşam deneyimleri olan çocuklar için ihtisaslaşmış çocuk destek merkezleri açıldı. Bu merkezler psikososyal rehabilitasyon hizmetlerini içeren yaşam alanları olarak tasarlandı. Ebeveyn bakımından yoksun olan çocuklar için en etkili hizmet modeli olan koruyucu ailede de bu dönemde yüksek oranda bir artış gerçekleşmiş ve 2005’te 500’lerde olan koruyucu aile sayısı, 2022’de 8 binlere kadar yükseldi. Sayıları 400’e yaklaşan Sosyal Hizmet Merkezleri Bakanlığın operasyonel kapasitesini geliştirirken bu merkezlerde oluşturulan mobil çocuk sosyal hizmeti birimleri saha taramalarını ilgili kurumlarla işbirliği halinde yürütülüyor. Böylece konvansiyonel ve reaktif bir sosyal hizmet sistemi yerini proaktif bir sisteme bırakıyor.

Çocuk meselemizin serencamı

Bugün Türk çocuk koruma sistemi, kadim dönem değerleri olan şefkat ve merhamet temeli üzerinde oturuyor, Cumhuriyet döneminin hâkim paradigması olan devlet ve bürokrasi sütunları üzerinde ise yükseliyor. Bu sistemin mimarisindeki dönüşüme bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye, devlet patronajında ‘temkinli kurumsuzlaştırma’ diyebileceğimiz bir politika izliyor. Bu politikayla aile yanında ve aile tipi çocuk koruma ve bakım modelini her geçen gün daha çok benimseniyor.

Yine de en doğal fiziksel ortamın, en nitelikli meslek elemanlarının ve en duyarlı bakım elemanlarının tümü can-ı gönülden bir çocuk evindeki tüm çocukları kucaklasa, vasat bir ailenin dahi yerini ikame edemeyeceği açık. John Bowlby’ın 1960’larda geliştirdiği ‘Bağlanma Teorisi’ yeterli kanıtları çoktan beri sunuyor. Freud gibi bir psikanalist olan John Bowlby (1907 – 1990) 1950’li yıllardan itibaren çocuk yuvalarında ve yetiştirme yurtlarında uzun yıllar süren gözlem ve araştırmalar yaptı. Yaşamın temel motivasyonunun ve iyilik halinin ana belirleyicisinin erken çocukluk deneyimleri olduğunu gösteren çok önemli sonuçlar buldu. Anne ve çocuk arasındaki güvenli ‘bağlanma’nın biyolojik bir ihtiyaç olduğunu gösterdi. Eğer çocukluk döneminde – düzenli bir ebeveyn ilgisi ve şefkati içeren güvenli bağlanma gerçekleşmezse, yaşam boyu süren bir dizi ruhsal ve hatta bedensel sorunun sürmesinin kaçınılmaz olduğunu savundu. Bu devrimsel keşif, çocuğun ivedi ihtiyaçlarını karşılamanın ve asgari düzeyde bakım vermenin yeterli olacağını savunan geleneksel görüşü derinden sarstı. Böylece çocuk koruma sistemleri kademeli olarak yurt-yuva bakımı anlayışını terk etmeye başladı.

Kamusal aktörler ne denli gayretli ve etkin olurlarsa olsunlar, güçlü ve sorumlu bir sivil toplum alanda aktif olmadığı sürece mücadelenin paydaşları eksik kalacaktır. Dolayısıyla çocuk koruma sisteminin temelini hem önleyici hizmetler hem de koruyucu aile üzerine kurmak, bunu da kamusal ve gönüllü aktörlerle birlikte yürütmek nihai hedef olmak zorundadır.

Bugün emin olduğumuz ve dillere pelesenk olmuş bir şey varsa o da tüm çocukların geleceğimiz ve umudumuz olduğudur. Halen emin olamadığımız ise çocukların aynı zamanda bugünümüz ve tasamız olduğunun herkesin farkında olup olmadığıdır. Çocuklarını çöp evlerden çıkarttığını gören bir toplum için bu olaydan daha nice dersler çıkacaktır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Ağustos 2022’de yayımlanmıştır.

Tarık Tuncay
Tarık Tuncay
Prof. Dr. Tarık Tuncay - 1977’de Elazığ’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Türkiye’de ve Hollanda’da tamamladı. 2000’de akademik kadrosuna katıldığı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğretim üyesidir. Akademik danışmanlık ve araştırma konuları, çocuk-aile politikaları, sosyal refah hizmetleri yönetimi, incinebilirlik koşulları yüksek gruplara yönelik sosyal politikalar ve afet yönetimidir. Nicel, nitel ve karma yöntem araştırmaları ve ileri düzey veri analiziyle ilgili lisansüstü dersler vermektedir. Araştırmalarında sosyal hizmet, psikoloji ve sosyal politikanın kuramsal ilkelerini ve çoklu metodolojilerini bütünleştirmektedir. www.tariktuncay.org https://twitter.com/tariktuncay

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir çöp evde yaşananlar çocuk koruma sistemimiz hakkında neler söylüyor?

Türkiye’nin çocuk koruma sistemindeki eksiklikler ve güçlü yönler neler? Çocukların refahı için neler yapıyoruz? Neleri eksik bırakıyoruz? Bu konudaki istatistikler ne söylüyor? Sosyal hizmet uzmanı Prof. Dr. Tarık Tuncay yazdı.

Türkiye, 25 Temmuz 2022’de haftaya, kamuoyunu dehşete düşüren ve yürekleri sızlatan, ‘çöp evde bulunan çocuk’ haberiyle girdi. Çocuğun adını (hatta yüzünü dahi) gizleme hassasiyeti göstermeyen haber manşetlerinde, icra memurlarının ve belediye görevlilerinin, Bursa’da bulunan bir çöp eve tahliye etmek için girerken tesadüfen buldukları bir çocuğun fotoğraf ve video görüntülerine yer verildi. Atık yığınlarının arasında baygın halde bulunan dokuz yaşındaki çocuğumuz, bir yıldır öz teyzesi tarafından annesinden saklandığı iddia edilen bir çöp evde alıkonuluyordu. Öz bakımı ve genel sağlığı asgari yeterliklerin çok altındaydı. Yetersiz beslenme yüzünden 17 kiloya kadar düşmüştü. Yürüyemiyor, hatta ayakta dahi duramıyordu. Okula gönderilmediği için okuma yazma da bilmiyordu.

Önce güvenliği sağla

Çocuk koruma hizmetleri, kriz durumlarındaki tipik refleksleri ile, önce güvenliği sağlama odaklı adımlar attı. Çocuğu alıkoyan teyze hemen göz altına alındı. Ardından tutuklandı. Teyzenin 16 yaşındaki kızı devlet korumasına alınarak çocuk evine yerleştirildi. Çocuğumuz ise Emniyet, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ve Hastane işlemlerinin ardından, savcılık kararıyla, zaten velayet sahibi olan annesine (Bursa otogarında) teslim edildi. Anne ve çocuk için eğitim, sağlık ve danışmanlık tedbirleri alınmıştı (Çocuk Koruma Kanununda geçen koruyucu ve destekleyici tedbirler). Anne çocuğunu alarak ikamet ettiği Antalya’ya döndü. Ancak Antalya Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğünün anneyle ilgili sosyal incelemesinin ardından çocuğumuz yine savcılık kararıyla bu sefer de annesi yerine devletin koruması altına alındı. Böylece, mevcut tedbirlere ‘bakım tedbiri’ eklenmiş oldu. Bu yazının yazıldığı günlerde tedavi sürecine üniversite hastanesinde yatılı olarak devam edilmekteydi. Yüksek orandaki kas kaybının (tümüyle olmasa da) telafi edilmesine yönelik hassas bir beslenme ve rehabilitasyon programı başlatılmıştı.

Aile hakkındaki ilk inceleme arka planda bir dizi psikososyal sorunun dramatik düzeyde yaşandığını gösterdi. Çocuğumuzun annesi yaklaşık beş yıldır çalışmak için geldiği Antalya’da ikamet ediyordu. Bu süre zarfında, çocuğunu bakımı için Bursa’da bulunan anneannesine bırakmıştı. Anneannenin olaydan bir yıl önce kalp krizi sonucu ani vefatı üzerine çocuğu bu sefer teyze almıştı, hatta iddialara göre alıkoymuştu (yine iddialara göre annesi değil de teyzesi olduğunu çocuğa söylemesinin ardından çocuk tarafından reddedilmiş ve bir kriz tetiklenmişti). Teyze eşinden boşanmış ve eski eşinden şiddet gördüğü gerekçesiyle gizlilik kararı da çıkartmıştı. Bu nedenle anne, adres bilgisine ve de çocuğuna ulaşamamıştı. Çocuğumuzun annesi de eşinden boşanmıştı ve iddialara göre babanın bir çocuğu olduğundan dahi haberi yoktu. Gerek annenin gerekse teyzenin her ikisinin de ciddi psikiyatrik tedavi öyküsü vardı. Dosyadaki gizlilik kararı nedeniyle daha fazla ayrıntıyı henüz bilemiyoruz. Ancak karmaşık ve dramatik bir aile vakası ile karşılaşmış olduğumuz açık.

Multi-sistemik analiz ihtiyacı ve akla gelen ilk sorular

Ağır derecede çocuk istismarı ve ihmalinin gerçekleştiği bu sorun çok boyutlu bir tetkike muhtaç. Akla gelen ilk sorular ve belki de diyerek verebileceğimiz yanıtlar şunlar olabilir:

Çocuk açısından baktığımızda; dokuz yaşına gelmiş bir çocuğun yokluğu, eğitim sistemi tarafından nasıl fark edilmedi? Okul sistemi okul kaydı olmayan veya devamsızlığı yüksek olan çocukların izleme ve bildirimini yapma yükümlülüğünü yerine getir(e)medi mi? Bu tür vakalarda Milli Eğitim ve Sosyal Hizmetler arasında işleyen bir işbirliği, koordinasyon ve iletişim mekanizması var mı?

Eğer çocuk koruma sisteminin eğitim alt sisteminde, okul rehberlik birimleri okul kayıtsızlığını veya devamsızlığını il düzeyindeki idari mekanizmaları ile tespit etmiş ve bu bilgiyi sosyal hizmetlere bildirmiş olsaydı, belki de sosyal hizmet sistemi çocuğun travmatik örselenmesine engel olacak bir dizi psikososyal müdahaleyi sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve ilgili diğer profesyonellerle gerçekleştirmiş olurdu.

Gelişmiş çocuk koruma sistemlerinde durum nasıl?

Esasında birçok gelişmiş çocuk koruma sisteminde okullarda yalnızca rehberlik birimi yok, onlarla birlikte sistemin içinde çalışan yaygın bir okul sosyal hizmeti sistemi de var.

Sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve danışmanlar birlikte çalışırlar. Bu sistemin özelde çocuk ihmali ve istismarına, genelde ise çocuğun korunması ve gelişimine yönelik bir dizi yükümlülüğü bulunur.

Ülkemizde ise ilk ve orta dereceli okullardaki milli eğitim işgücüne sosyal hizmet uzmanları ve psikologların neden dâhil edilmediği kritik bir soru.

Ebeveyn açısından sorular

Ebeveyn açısından baktığımızda; psikotik bozukluk tanısı ve yatılı psikiyatrik tedavi geçmişi olan yetişkinlerin ebeveynlik yeterliklerini değerlendiren ve izleyen bir sağlık sistemimiz var mı? Birinci basamak sağlık hizmetleri, istifleme bozukluğu gibi genel işlevselliği bozan rahatsızlıkları olan yetişkinlerin ve çocuklarının bakım koşullarını izleyebilir mi? İlaveten bu olayda çocuğumuz, Bursa’daki ilk hastane müdahalesinin ardından hangi saiklerle taburcu edildi?

Eğer çocuk koruma sistemiyle sık etkileşim halinde, çocuk-merkezli (ve hatta incinebilirlik koşulları yüksek olan tüm hastalara duyarlı) bir sağlık izleme sistemi olsaydı, belki de psikoz tanılarıyla tedavi görmüş hastaların genelde yaşam becerilerini, özelde ise ebeveynlik becerilerini, çocuklarının iyilik hallerini izleyen ve destekleyen programlar uygulanabilirdi. Gerek hastaların gerekse çocuklarının ve diğer yakınlarının olumsuz yaşam deneyimlerine maruz kalmalarına engel olunabilirdi.

Bugün ülkemizin sağlık sisteminde egemen biyomedikal model kadar biyopsikososyal modelin de sağlık hizmetleri paradigmasının temel çerçevesi arasında yer almasına yoğun bir ihtiyaç var. Hastanelerin tıbbi sosyal hizmet birimleri ve bu birimlerde görev yapan sosyal çalışmacıların olası katkıları dikkate alınmalı.

Adli sistem ne yaptı?

Karar verme süreçlerine baktığımızda; adli sistem, çocuk hakkında neden değişen kararlar aldı?

Eğer ilgili savcılık çocuğun annesine ilk tesliminden önce yeni bir sosyal inceleme talep etmiş olsaydı, belki de çocuğun, önce annesine verilip, sonra ondan “zorla alındığını” düşündüren karmaşık bir sürecin mağduru olduğunu düşünmesine ve örselenmesine engel olunabilirdi. Zira, adli sistemin belirleyici unsurları olan hakimler ve savcılar, çocuklar için aldıkları önleyici ve destekleyici tedbir kararlarında, sosyal hizmet il müdürlüklerinde tesis edilmiş olan çok meslekli komisyon kararlarıyla onaylanmış ayrıntılı sosyal inceleme raporlarını esas alırlar.

Önleyici mekanizmalar açısından ise; sosyal hizmetler sisteminin korunma ihtiyacı olan çocukların tespitine yönelik tarama ve izleme altyapısına sahip olup olmadığı önemli bir soru.

Eğer sosyal hizmetler sistemi çocuğu -arz odaklı sosyal hizmet sunumunun doğasına uygun olarak tasarladığı- Aile Sosyal Destek Programı (ASDEP) görevlileri ve mobil çocuk sosyal hizmeti ekipleri tarafından (okulun ve ilgili yerel yönetim aktörlerinin katkılarıyla) mahalle taramalarında tespit edebilmiş olsaydı, belki de olayın öncesindeki eğitim ve danışmanlık müdahaleleri ile okul kaydı yapılacak ve yeterli düzeyde ebeveynlik ilgi ve şefkati görebildiği (annesinin de psikososyal destek alacağı) bir ortamda büyüyebilecekti.

Ortak sorumluluk bir zorunluluk

Görüldüğü gibi, çocukların etkin şekilde korunabildiği ve haklarının geliştirildiği bir çocuk koruma sistemi yapısal olarak çok aktörlü.

Bu elim olay bize; eğitim, sağlık, adalet ve sosyal hizmet bürokrasilerinin ayrı ayrı ve birlikte çalışmak zorunda olduklarını bir kez daha gösterdi.

Ayrıca kamu dışı aktörler olan gönüllüler ve sivil toplum da sorumlu ve güçlü olmalı. Ancak bu sayede etkin bir çocuk koruma sisteminden söz edebiliriz. Çocuk istismarı ve ihmaliyle mücadelenin merkezinde ise her zaman olayın sonrasında değil öncesinde yapılanların yer alması gerektiği açık.

Çocuklarımızı korumak ve güçlendirebilmek için koruyucu olduğu ölçüde önleyici, mukaddes değerlerimizden beslendiği ölçüde profesyonelleşmiş bir sosyal hizmet sistem mimarisine ihtiyacımız var.

Çocuk koruma reformları

Türkiye’nin 2000’li yılları pek çok alanda olduğu gibi çocuk refahı alanında reform dönemiydi.

Çocuklar, son on beş yılı aşkın süredir sosyal politikaların acıma nesnesi yerine, öncelikli nüfus grubuna dönüşüyordu. Çocuk refahı ve sosyal koruma alanında, 2005’te yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanununu bir dizi reform adımı izledi. 2011 yılı sonunda sosyal hizmetler alanında icracı ilk bakanlığın (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) kurulmuş olması da çocuk refahı bürokrasisinin kapasitesinin gelişmesine yardımcı oldu.

Çocuk meselesini yalnızca çocuğun güçsüzlüğü, incinebilirliği ve güvenliği endişesi üzerine kuran, devletin adeta aşırı korumacı, helikopter ana-baba rolünü üstlendiği, “korunmaya muhtaç çocuk” zihniyeti bir dönüşüme girdi. Yerini çocuğun aile ortamında çoklu müdahaleler ile desteklendiği, korunma kadar katılım hakkının da öncelendiği, “vatandaş çocuk” tasavvuru almaya başladı. Bu dönüşümün niceliksel kanıtlarını TÜİK ve Bakanlık verilerinde görüyoruz.

Çocuk koruma istatistikleri ne söylüyor?

İstatistiklere göre çocuk nüfusu, sığınmacı ailelerin çocuklarıyla birlikte 25 milyonu geçen ülkemizde, 2005 yılında yatılı kuruluş bakımındaki çocuk sayısı 22 bin civarında iken 2022’ye gelindiğinde 13 binlere kadar düştü.

Kuruluş bakımındaki çocukların önemli bir oranı ailelerine geri dönerken; sisteme yeni gireceklere yönelik önleyici mekanizmalar hayata geçirildi. Hem çocuklar hem de (özellikle) anneleri için önleyici ve destekleyici bir hizmet modeli olarak, “sosyal ve ekonomik destek” (SED) programı tasarlandı. Çocuk başına aylık nakit transferi içeren program, ekonomik nedenlerle kuruluş bakım sistemine girişi önlemek ve çocuğun ailesi yanında yetişmesini sürdürmek için tasarlanmış bir finansman ve tamamlayıcı sosyal destek hizmetiydi. SED yararlanıcılarının sayısı, 2005’te 5 binlerde iken 2022’de 141 bine kadar yükseldi. Türkiye’nin SED yoluyla yaptığı bu stratejik hamle, bakım sistemine yeni girişleri önemli oranlarda düşürebildi. Oysa benzer dönemlerde çocuk reformu başlatan Doğu Avrupa ülkelerinde, tüm kurumsuzlaştırma çabalarına rağmen, devlet bakımına giren çocuk akışı bir türlü azaltılamadı. (Bkz. Opening doors for Europe’s children project).

Bugün Türkiye’de devlet koruması altında olup koruyucu aile yanında veya aile tipi kuruluşlarda bulunan toplam çocuk sayısı 21 bin civarında. Bu sayı ülke karşılaştırmaları yapan birçok uluslararası otorite tarafından ‘şaşırtıcı düzeyde’ düşük bulunuyor. Örneğin ABD’de, federal yasalarla devlet koruması altına alınan çocuk sayısı 400 bin civarında. 50 milyona yakın çocuk nüfusuyla ABD, Türkiye çocuk nüfusunun iki katı. Bu kırılımı dikkate alarak bir hesap yaptığımızda, ABD’de koruma altındaki çocuk sayısının Türkiye’den on kat fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bu oran, şüphe üzerine bina edilmiş Anglofon çocuk koruma rejimlerinin totaliter olup olmadığını düşündürüyor. Türkiye’nin çocuk korumadaki küresel konumu hakkında ise dikkate değer bir veri niteliği taşıyor.

2010’ların sonlarına doğru Türkiye’de yurt-yuva (koğuş) tipi çocuk bakım kuruluşlarının tümü kapatıldı. Yerlerine en çok altı çocuğun bir arada bulunduğu ve şehirlerin içinde kiralanmış apartman dairelerinde açılmış olan çocuk evleri aldı. Sayıları 1200’ü aşkın olan bu evlerde çocuklar bakıcı anneleri ile yaşıyor. Travmatik yaşam deneyimleri olan çocuklar için ihtisaslaşmış çocuk destek merkezleri açıldı. Bu merkezler psikososyal rehabilitasyon hizmetlerini içeren yaşam alanları olarak tasarlandı. Ebeveyn bakımından yoksun olan çocuklar için en etkili hizmet modeli olan koruyucu ailede de bu dönemde yüksek oranda bir artış gerçekleşmiş ve 2005’te 500’lerde olan koruyucu aile sayısı, 2022’de 8 binlere kadar yükseldi. Sayıları 400’e yaklaşan Sosyal Hizmet Merkezleri Bakanlığın operasyonel kapasitesini geliştirirken bu merkezlerde oluşturulan mobil çocuk sosyal hizmeti birimleri saha taramalarını ilgili kurumlarla işbirliği halinde yürütülüyor. Böylece konvansiyonel ve reaktif bir sosyal hizmet sistemi yerini proaktif bir sisteme bırakıyor.

Çocuk meselemizin serencamı

Bugün Türk çocuk koruma sistemi, kadim dönem değerleri olan şefkat ve merhamet temeli üzerinde oturuyor, Cumhuriyet döneminin hâkim paradigması olan devlet ve bürokrasi sütunları üzerinde ise yükseliyor. Bu sistemin mimarisindeki dönüşüme bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye, devlet patronajında ‘temkinli kurumsuzlaştırma’ diyebileceğimiz bir politika izliyor. Bu politikayla aile yanında ve aile tipi çocuk koruma ve bakım modelini her geçen gün daha çok benimseniyor.

Yine de en doğal fiziksel ortamın, en nitelikli meslek elemanlarının ve en duyarlı bakım elemanlarının tümü can-ı gönülden bir çocuk evindeki tüm çocukları kucaklasa, vasat bir ailenin dahi yerini ikame edemeyeceği açık. John Bowlby’ın 1960’larda geliştirdiği ‘Bağlanma Teorisi’ yeterli kanıtları çoktan beri sunuyor. Freud gibi bir psikanalist olan John Bowlby (1907 – 1990) 1950’li yıllardan itibaren çocuk yuvalarında ve yetiştirme yurtlarında uzun yıllar süren gözlem ve araştırmalar yaptı. Yaşamın temel motivasyonunun ve iyilik halinin ana belirleyicisinin erken çocukluk deneyimleri olduğunu gösteren çok önemli sonuçlar buldu. Anne ve çocuk arasındaki güvenli ‘bağlanma’nın biyolojik bir ihtiyaç olduğunu gösterdi. Eğer çocukluk döneminde – düzenli bir ebeveyn ilgisi ve şefkati içeren güvenli bağlanma gerçekleşmezse, yaşam boyu süren bir dizi ruhsal ve hatta bedensel sorunun sürmesinin kaçınılmaz olduğunu savundu. Bu devrimsel keşif, çocuğun ivedi ihtiyaçlarını karşılamanın ve asgari düzeyde bakım vermenin yeterli olacağını savunan geleneksel görüşü derinden sarstı. Böylece çocuk koruma sistemleri kademeli olarak yurt-yuva bakımı anlayışını terk etmeye başladı.

Kamusal aktörler ne denli gayretli ve etkin olurlarsa olsunlar, güçlü ve sorumlu bir sivil toplum alanda aktif olmadığı sürece mücadelenin paydaşları eksik kalacaktır. Dolayısıyla çocuk koruma sisteminin temelini hem önleyici hizmetler hem de koruyucu aile üzerine kurmak, bunu da kamusal ve gönüllü aktörlerle birlikte yürütmek nihai hedef olmak zorundadır.

Bugün emin olduğumuz ve dillere pelesenk olmuş bir şey varsa o da tüm çocukların geleceğimiz ve umudumuz olduğudur. Halen emin olamadığımız ise çocukların aynı zamanda bugünümüz ve tasamız olduğunun herkesin farkında olup olmadığıdır. Çocuklarını çöp evlerden çıkarttığını gören bir toplum için bu olaydan daha nice dersler çıkacaktır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Ağustos 2022’de yayımlanmıştır.

Tarık Tuncay
Tarık Tuncay
Prof. Dr. Tarık Tuncay - 1977’de Elazığ’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Türkiye’de ve Hollanda’da tamamladı. 2000’de akademik kadrosuna katıldığı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğretim üyesidir. Akademik danışmanlık ve araştırma konuları, çocuk-aile politikaları, sosyal refah hizmetleri yönetimi, incinebilirlik koşulları yüksek gruplara yönelik sosyal politikalar ve afet yönetimidir. Nicel, nitel ve karma yöntem araştırmaları ve ileri düzey veri analiziyle ilgili lisansüstü dersler vermektedir. Araştırmalarında sosyal hizmet, psikoloji ve sosyal politikanın kuramsal ilkelerini ve çoklu metodolojilerini bütünleştirmektedir. www.tariktuncay.org https://twitter.com/tariktuncay

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x