Canımız niye eksik?

Can, özerkliği ile candır. Bağımsızlığıyla, kendi aklı, kendi duygusuyla. Katılıyoruz güvenli bulduğumuz bir topluluğa, ödünler vere vere, ne derlerse o ola ola, eksiliyor canımız. Kafesler örülüyor çevremize. Kafeslerimizden konuşuyoruz birbirimizle. Buna iletişim diyoruz. Kafeslerin içinde özgür olduğumuzu sanıyoruz. Giderek eksiliyor canımız.

İnsan bir can varlığıdır. Ne demek can olmak? Bedeni vardır canın, duyguları, aklı, çevresi, yaşadığı anlam ve mana dünyası. Canı olan insanın anlam dünyasında dili, iletişimi vardır. Mana dünyası ise yaşadığı yüksek değerlerden oluşur: Eşitlik, dostluk, özgürlük, özerklik, hakikat ve güzellik aşkı gibi.

İnsanın anlam dünyasında yapıp ettiklerine yaşam, mana dünyasında yaşadıklarına ise hayat diyorum. Demek ki insan bu gezegende varlığını sürdürmeye çabaladığında, içinde bulunduğu dünyaya anlam dünyası, yaşadıklarına yaşam diyorum. Yaşamını belli bir düzeyde geliştirip, olgunlaştırabildiğinde mana dünyasını oluşturuyor; bilimin, sanatın, düşünce üretiminin ardına düşüyor, anlamaya, açıklamaya, duymaya çabalıyor.

İnsanlar bu gün büyük ölçüde tek düze, mekanik, sığ, dar, yüksek heyecanlardan yoksun basık bir anlam dünyasında yaşıyor. Böyle bir dünyaya doğanlar ekranlarda (bilgisayar, tablet, telefon, televizyon) dolaşarak yaşıyor. İnsanın canı eksik, canı dar, canı sığ. Öyle bir zaman aralığındayız: Sürüklenerek yaşıyoruz. İtiliyoruz. Yaşayamıyoruz. Yaşattırılıyoruz.

Can sıkışık, can tutsak, can yaralıdır. En hazini can bunun genellikle farkında değildir.

Teknoloji meşgul edip uyutuyor onu, medya hipnotize ediyor. İnsan bir can varlığıdır. Unutmuştur canını. Kendini müdür, başkan, hoca, öğrenci, memur, yazar, aydın, manav sanıyor. Anlamı sorgulamaya sorgulamaya manayı unutuyor. “Nedir bu başıma gelenlerin işareti, anlamı?” gibi bir sorunun üzerine gidemiyor. Düşünebilirse, tartışabilirse, canının kapı ve pencerelerini açabilip içine sıkıştığı can kafesinden, tıkıldığı can zindanından çıkabilirse canındaki canı keşfetmeye başlayacak, yaşadıklarının manasına doğru yola çıkacaktır. Bu yolculuğa canın canındaki cana yolculuğu diyorum.

Teknoloji meşgul edip uyutuyor onu, medya hipnotize ediyor. İnsan bir can varlığıdır. Unutmuştur canını. Kendini müdür, başkan, hoca, öğrenci, memur, yazar, aydın, manav sanıyor. Anlamı sorgulamaya sorgulamaya manayı unutuyor.

Kendi içindeki boşluğa tıkılmak

Kendi dar alanlarına tıkıştırılmış, sıkışık, kıstırılmış canların sayısının giderek arttığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Karnımızı doyurmada, iş bulmada, geleceğe umutla bakacak gelir güvenliğini sağlamada sorunlarımız var. Gelir güvensizliği insan insana ilişkileri olumsuz yönde etkiliyor. Sağlıklı dostluklar, sevgiler geliştirilemiyor. Şiddet giderek artıyor.

Canına sıkışmış insan saldırıyor çevresine: Kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayandan korkuyor, onu düşman olarak görüyor. Canının kapalı perdeleri arkasından gördüğü dünyayı gerçek sanıyor. Her zaman haklı, her zaman biliyor. Kendisi gibi bilmeyenlere kızıyor, onların yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Kendi dışında olan “başkaları” bir yok olsa ya da onun gibi düşünüp yaşasa dünyanın kurtuluşa erişeceğini sanıyor. Buna kendini inandırmak için algı yönetimini güçlendirmek istiyor. Açılamıyor. Kapanıyor. Sıkışıyor. Tıkılıyor içindeki boşluklara; çıkmak için saldırıyor, kırıyor, yıkıyor.

Oysa canımızdaki canı duyabildiğimizde insan olmanın bir açılma, bir açıklık gerektirdiğini anlarız: Başka olana, ötekine, ötedeki canlara, cananlara. Açılırsak boğuluruz, açılırsak canımız ele geçirilir diye düşünülüyor. Canımızı kalın duvarlarla güçlendirerek duvarlar arasından saldıranlara saldırmamız gerektiğine inanılıyor.

Dünya henüz duvarsız, zırhsız, çelik yeleksiz canların canlarındaki canı aradığı bir dünya değil. İnsanların güvenlik sorunu var, çoğu zaman farkına varamadıkları. Canlar birbirini tehdit olarak görüyor. Açılmaktan korkuyor. Saçılacağını sanıyor, açılırsa. Kendini yitireceğini, dağılacağını düşünüyor.

Can, nasıl can olur?

Can açılarak can olur, içtenliğiyle can olur. Has, hasbi, sahici bir insan oluşuyla. Oysa insanlar birbirlerine “hesaplarla” yaklaşıyor: “Kim bu? Ondan ne devşirebilirim? Bana zarar verir mi? İlişkim çıkarlarıma uygun mu?”

Can olmaktan korkuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan. Olursak, örseleneceğimiz, yaralanacağımız, acı çekeceğimiz kaygısı içindeyiz. Farkında olmadan başka biri olmaya çalışarak üzerimize gelebilecek saldırılardan kendimizi korumaya çalışıyoruz.

Can olmaktan korkuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan. Olursak, örseleneceğimiz, yaralanacağımız, acı çekeceğimiz kaygısı içindeyiz. Farkında olmadan başka biri olmaya çalışarak üzerimize gelebilecek saldırılardan kendimizi korumaya çalışıyoruz.

Başka olandan korktuğumuz için kendimizden korkuyoruz. Can olma korkusu sarmış içimizi; açılan, içten olan can olma. İşte bu korku yaşama korkusuna dönüşüyor. Kapanıyoruz. Saldırıyoruz. Öfke yönetiyor dünyamızı. Öfkelendikçe yitiriyoruz içtenliğimizi.

Kendimiz gibi olduğunu düşündüğümüz insanların oluşturduğu topluluklara sığınıyor, orada huzur bulmaya çabalıyoruz. Bulduğumuz huzur değil oysa, birlikte uyuyoruz. Dünyamız, dar canımızla dar candaşlarımızdan oluşmuş dar kümelerin kalın duvarları arasında giderek küçülüyor.

Serpilip olabileceğimizi olmaya çalışarak, bu gezegendeki hayata verebileceğimizi verme çabasını gerçekleştiremeden eksik canımızla ölüp gidiyoruz.

Can, özerkliği ile candır. Bağımsızlığıyla, özgürlüğüyle. Kendi aklı, kendi duygusu, kendi canıyla candır. Eksiğiz, katılıyoruz güvenli bulduğumuz bir topluluğa, ödünler vere vere, ne derlerse o ola ola, eksiliyor canımız. Tıkanıyor, kapanıyor, sıkışıyor, daralıyor. Kafesler örülüyor çevremize. Kafeslerimizden konuşuyoruz birbirimizle. Buna iletişim diyoruz. Kafeslerimizin içinde özgür olduğumuzu sanıyoruz. Giderek eksiliyor canımız.

Can aşkıyla candır

Can, aşkıyla candır. Yaşama sevinciyle. Mizahıyla. Destanıyla, türküsüyle, sanatıyla candır. Oysa aşk diye yaşadıklarımız hormon odaklı, kaba duygu odaklı ilişkilerden oluşuyor. Aşk mana dünyamıza değmiyor, ulaşmıyor. Aşkı sömürüyoruz. Tüketiyoruz.

Bize dünyanın bir köy olduğunu söylüyor, muhtar olduğunu dayatanlar. Bir örnek kılmak istiyorlar bizi, hepimizin “aynı” olmasını istiyorlar, sözde farklılıklar pompalayarak. Kültür derinliğimizin, geçmişimizin, dilimizin, tarihimizin yorumlarını kendileri yapıp bize dayatıyorlar. Biz eksik canlar uyuduğumuz için çoğunlukla farkına varamıyoruz.

Hakikat aşkımız yok. Gerçek diye anlatılanlara kanmak işimize geliyor. Can olmak, arayan olmaktır. Soran, soruşturan, irdeleyen, eleştiren, merak eden araştıran olmaktır. Tembelin, kolaycının canı geçmiştir, içi geçmiştir. Ölmedikçe, beden sağlığımız yerinde oldukça can kendini aşmak ister. Aşkla aşkın olana yürür. Yazık ki bu gün sanatta, bilimde, düşüncede şekilden manaya giden zorlu yolculuğu yapma tutkusu içinde olan canlarımızın sayısı çok azdır.

Can, edebiyle candır. Kültürüyle, tarihiyle, diliyle, coğrafyasıyla. Bize dünyanın bir köy olduğunu söylüyor, muhtar olduğunu dayatanlar. Bir örnek kılmak istiyorlar bizi, hepimizin “aynı” olmasını istiyorlar, sözde farklılıklar pompalayarak. Kültür derinliğimizin, geçmişimizin, dilimizin, tarihimizin yorumlarını kendileri yapıp bize dayatıyorlar. Biz eksik canlar uyuduğumuz için çoğunlukla farkına varamıyoruz. Mana dünyamızın maneviyatını duyamıyor, onu ritüellere, kalıplara, sığ görünüşlere indirgiyoruz. Maneviyatı şekil sandığımız için o kalın şekil perdesini, inancın, bilimin, sanatın üzerine örtüyoruz.

Eksikliyiz, canımızı oluşturan bileşenlerin hakkını veremediğimiz için. Ne bedenimizi ne duygularımızı ne aklımızı ne de çevremizi can bütünlüğü ile yaşayamadığımız için. Bu bileşenlerin nağmelerinden oluşan senfoniler oluşturamadığımız için. Canımızın verimi düşük: Ondaki potansiyeli doğru dürüst gerçekleştiremediğimiz için.

Eksikliyiz: Ötemizdeki ötekine açılamayıp içimizin kalın duvarları arasında kilitli kaldığımız için.

Eksikliyiz canımıza karşı. Ayıp ediyoruz ona. Öyleyse canlar cem olup bilişelim birbirimizle: Sen eksik, ben eksik tamamlanmaya çalışalım. Tamamlayalım birbirimizi, yaşamımızı, hayatımızı. Çıkalım can kafeslerimizden, can zindanlarımızdan. Varalım canımızdaki canlara. Bana bunu duyuran canım, sen eksik olma, eksik olma.

Ahmet İnam
Ahmet İnam
Prof. Dr. Ahmet İnam – Felsefeci. 1947 Sandıklı doğumlu.1971’de ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. 1980’de Edmund Husserl’de Mantığın Yeri başlıklı teziyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe doktorasını yardımcı dalı Eski Yunan Dili ve Edebiyatı olmak üzere tamamladı.1980’den bu yana ODTÜ’de felsefe ve mantık dersleri veriyor. Sekiz yüzden fazla makalesi ve otuzu aşan kitabıyla, bilim teknoloji, sanat konularında araştırmalar yapıyor. 2014’te emekli olduktan sonra kendi üniversitesinde ve çeşitli üniversitelerde ders vermeyi sürdürüyor. Edebiyat kuramı ve eleştirisi ile ilgili çalışmaları 1967’den beri devam ediyor. Şiirimsi denemelerinin yanında yayımlanmış bir romanı da bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Notify of
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Canımız niye eksik?

Can, özerkliği ile candır. Bağımsızlığıyla, kendi aklı, kendi duygusuyla. Katılıyoruz güvenli bulduğumuz bir topluluğa, ödünler vere vere, ne derlerse o ola ola, eksiliyor canımız. Kafesler örülüyor çevremize. Kafeslerimizden konuşuyoruz birbirimizle. Buna iletişim diyoruz. Kafeslerin içinde özgür olduğumuzu sanıyoruz. Giderek eksiliyor canımız.

İnsan bir can varlığıdır. Ne demek can olmak? Bedeni vardır canın, duyguları, aklı, çevresi, yaşadığı anlam ve mana dünyası. Canı olan insanın anlam dünyasında dili, iletişimi vardır. Mana dünyası ise yaşadığı yüksek değerlerden oluşur: Eşitlik, dostluk, özgürlük, özerklik, hakikat ve güzellik aşkı gibi.

İnsanın anlam dünyasında yapıp ettiklerine yaşam, mana dünyasında yaşadıklarına ise hayat diyorum. Demek ki insan bu gezegende varlığını sürdürmeye çabaladığında, içinde bulunduğu dünyaya anlam dünyası, yaşadıklarına yaşam diyorum. Yaşamını belli bir düzeyde geliştirip, olgunlaştırabildiğinde mana dünyasını oluşturuyor; bilimin, sanatın, düşünce üretiminin ardına düşüyor, anlamaya, açıklamaya, duymaya çabalıyor.

İnsanlar bu gün büyük ölçüde tek düze, mekanik, sığ, dar, yüksek heyecanlardan yoksun basık bir anlam dünyasında yaşıyor. Böyle bir dünyaya doğanlar ekranlarda (bilgisayar, tablet, telefon, televizyon) dolaşarak yaşıyor. İnsanın canı eksik, canı dar, canı sığ. Öyle bir zaman aralığındayız: Sürüklenerek yaşıyoruz. İtiliyoruz. Yaşayamıyoruz. Yaşattırılıyoruz.

Can sıkışık, can tutsak, can yaralıdır. En hazini can bunun genellikle farkında değildir.

Teknoloji meşgul edip uyutuyor onu, medya hipnotize ediyor. İnsan bir can varlığıdır. Unutmuştur canını. Kendini müdür, başkan, hoca, öğrenci, memur, yazar, aydın, manav sanıyor. Anlamı sorgulamaya sorgulamaya manayı unutuyor. “Nedir bu başıma gelenlerin işareti, anlamı?” gibi bir sorunun üzerine gidemiyor. Düşünebilirse, tartışabilirse, canının kapı ve pencerelerini açabilip içine sıkıştığı can kafesinden, tıkıldığı can zindanından çıkabilirse canındaki canı keşfetmeye başlayacak, yaşadıklarının manasına doğru yola çıkacaktır. Bu yolculuğa canın canındaki cana yolculuğu diyorum.

Teknoloji meşgul edip uyutuyor onu, medya hipnotize ediyor. İnsan bir can varlığıdır. Unutmuştur canını. Kendini müdür, başkan, hoca, öğrenci, memur, yazar, aydın, manav sanıyor. Anlamı sorgulamaya sorgulamaya manayı unutuyor.

Kendi içindeki boşluğa tıkılmak

Kendi dar alanlarına tıkıştırılmış, sıkışık, kıstırılmış canların sayısının giderek arttığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Karnımızı doyurmada, iş bulmada, geleceğe umutla bakacak gelir güvenliğini sağlamada sorunlarımız var. Gelir güvensizliği insan insana ilişkileri olumsuz yönde etkiliyor. Sağlıklı dostluklar, sevgiler geliştirilemiyor. Şiddet giderek artıyor.

Canına sıkışmış insan saldırıyor çevresine: Kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayandan korkuyor, onu düşman olarak görüyor. Canının kapalı perdeleri arkasından gördüğü dünyayı gerçek sanıyor. Her zaman haklı, her zaman biliyor. Kendisi gibi bilmeyenlere kızıyor, onların yok edilmesi gerektiğini düşünüyor. Kendi dışında olan “başkaları” bir yok olsa ya da onun gibi düşünüp yaşasa dünyanın kurtuluşa erişeceğini sanıyor. Buna kendini inandırmak için algı yönetimini güçlendirmek istiyor. Açılamıyor. Kapanıyor. Sıkışıyor. Tıkılıyor içindeki boşluklara; çıkmak için saldırıyor, kırıyor, yıkıyor.

Oysa canımızdaki canı duyabildiğimizde insan olmanın bir açılma, bir açıklık gerektirdiğini anlarız: Başka olana, ötekine, ötedeki canlara, cananlara. Açılırsak boğuluruz, açılırsak canımız ele geçirilir diye düşünülüyor. Canımızı kalın duvarlarla güçlendirerek duvarlar arasından saldıranlara saldırmamız gerektiğine inanılıyor.

Dünya henüz duvarsız, zırhsız, çelik yeleksiz canların canlarındaki canı aradığı bir dünya değil. İnsanların güvenlik sorunu var, çoğu zaman farkına varamadıkları. Canlar birbirini tehdit olarak görüyor. Açılmaktan korkuyor. Saçılacağını sanıyor, açılırsa. Kendini yitireceğini, dağılacağını düşünüyor.

Can, nasıl can olur?

Can açılarak can olur, içtenliğiyle can olur. Has, hasbi, sahici bir insan oluşuyla. Oysa insanlar birbirlerine “hesaplarla” yaklaşıyor: “Kim bu? Ondan ne devşirebilirim? Bana zarar verir mi? İlişkim çıkarlarıma uygun mu?”

Can olmaktan korkuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan. Olursak, örseleneceğimiz, yaralanacağımız, acı çekeceğimiz kaygısı içindeyiz. Farkında olmadan başka biri olmaya çalışarak üzerimize gelebilecek saldırılardan kendimizi korumaya çalışıyoruz.

Can olmaktan korkuyoruz. Kendimiz gibi olmaktan. Olursak, örseleneceğimiz, yaralanacağımız, acı çekeceğimiz kaygısı içindeyiz. Farkında olmadan başka biri olmaya çalışarak üzerimize gelebilecek saldırılardan kendimizi korumaya çalışıyoruz.

Başka olandan korktuğumuz için kendimizden korkuyoruz. Can olma korkusu sarmış içimizi; açılan, içten olan can olma. İşte bu korku yaşama korkusuna dönüşüyor. Kapanıyoruz. Saldırıyoruz. Öfke yönetiyor dünyamızı. Öfkelendikçe yitiriyoruz içtenliğimizi.

Kendimiz gibi olduğunu düşündüğümüz insanların oluşturduğu topluluklara sığınıyor, orada huzur bulmaya çabalıyoruz. Bulduğumuz huzur değil oysa, birlikte uyuyoruz. Dünyamız, dar canımızla dar candaşlarımızdan oluşmuş dar kümelerin kalın duvarları arasında giderek küçülüyor.

Serpilip olabileceğimizi olmaya çalışarak, bu gezegendeki hayata verebileceğimizi verme çabasını gerçekleştiremeden eksik canımızla ölüp gidiyoruz.

Can, özerkliği ile candır. Bağımsızlığıyla, özgürlüğüyle. Kendi aklı, kendi duygusu, kendi canıyla candır. Eksiğiz, katılıyoruz güvenli bulduğumuz bir topluluğa, ödünler vere vere, ne derlerse o ola ola, eksiliyor canımız. Tıkanıyor, kapanıyor, sıkışıyor, daralıyor. Kafesler örülüyor çevremize. Kafeslerimizden konuşuyoruz birbirimizle. Buna iletişim diyoruz. Kafeslerimizin içinde özgür olduğumuzu sanıyoruz. Giderek eksiliyor canımız.

Can aşkıyla candır

Can, aşkıyla candır. Yaşama sevinciyle. Mizahıyla. Destanıyla, türküsüyle, sanatıyla candır. Oysa aşk diye yaşadıklarımız hormon odaklı, kaba duygu odaklı ilişkilerden oluşuyor. Aşk mana dünyamıza değmiyor, ulaşmıyor. Aşkı sömürüyoruz. Tüketiyoruz.

Bize dünyanın bir köy olduğunu söylüyor, muhtar olduğunu dayatanlar. Bir örnek kılmak istiyorlar bizi, hepimizin “aynı” olmasını istiyorlar, sözde farklılıklar pompalayarak. Kültür derinliğimizin, geçmişimizin, dilimizin, tarihimizin yorumlarını kendileri yapıp bize dayatıyorlar. Biz eksik canlar uyuduğumuz için çoğunlukla farkına varamıyoruz.

Hakikat aşkımız yok. Gerçek diye anlatılanlara kanmak işimize geliyor. Can olmak, arayan olmaktır. Soran, soruşturan, irdeleyen, eleştiren, merak eden araştıran olmaktır. Tembelin, kolaycının canı geçmiştir, içi geçmiştir. Ölmedikçe, beden sağlığımız yerinde oldukça can kendini aşmak ister. Aşkla aşkın olana yürür. Yazık ki bu gün sanatta, bilimde, düşüncede şekilden manaya giden zorlu yolculuğu yapma tutkusu içinde olan canlarımızın sayısı çok azdır.

Can, edebiyle candır. Kültürüyle, tarihiyle, diliyle, coğrafyasıyla. Bize dünyanın bir köy olduğunu söylüyor, muhtar olduğunu dayatanlar. Bir örnek kılmak istiyorlar bizi, hepimizin “aynı” olmasını istiyorlar, sözde farklılıklar pompalayarak. Kültür derinliğimizin, geçmişimizin, dilimizin, tarihimizin yorumlarını kendileri yapıp bize dayatıyorlar. Biz eksik canlar uyuduğumuz için çoğunlukla farkına varamıyoruz. Mana dünyamızın maneviyatını duyamıyor, onu ritüellere, kalıplara, sığ görünüşlere indirgiyoruz. Maneviyatı şekil sandığımız için o kalın şekil perdesini, inancın, bilimin, sanatın üzerine örtüyoruz.

Eksikliyiz, canımızı oluşturan bileşenlerin hakkını veremediğimiz için. Ne bedenimizi ne duygularımızı ne aklımızı ne de çevremizi can bütünlüğü ile yaşayamadığımız için. Bu bileşenlerin nağmelerinden oluşan senfoniler oluşturamadığımız için. Canımızın verimi düşük: Ondaki potansiyeli doğru dürüst gerçekleştiremediğimiz için.

Eksikliyiz: Ötemizdeki ötekine açılamayıp içimizin kalın duvarları arasında kilitli kaldığımız için.

Eksikliyiz canımıza karşı. Ayıp ediyoruz ona. Öyleyse canlar cem olup bilişelim birbirimizle: Sen eksik, ben eksik tamamlanmaya çalışalım. Tamamlayalım birbirimizi, yaşamımızı, hayatımızı. Çıkalım can kafeslerimizden, can zindanlarımızdan. Varalım canımızdaki canlara. Bana bunu duyuran canım, sen eksik olma, eksik olma.

Ahmet İnam
Ahmet İnam
Prof. Dr. Ahmet İnam – Felsefeci. 1947 Sandıklı doğumlu.1971’de ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. 1980’de Edmund Husserl’de Mantığın Yeri başlıklı teziyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe doktorasını yardımcı dalı Eski Yunan Dili ve Edebiyatı olmak üzere tamamladı.1980’den bu yana ODTÜ’de felsefe ve mantık dersleri veriyor. Sekiz yüzden fazla makalesi ve otuzu aşan kitabıyla, bilim teknoloji, sanat konularında araştırmalar yapıyor. 2014’te emekli olduktan sonra kendi üniversitesinde ve çeşitli üniversitelerde ders vermeyi sürdürüyor. Edebiyat kuramı ve eleştirisi ile ilgili çalışmaları 1967’den beri devam ediyor. Şiirimsi denemelerinin yanında yayımlanmış bir romanı da bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Notify of
guest

0 Yorum
Oldest
Newest Most Voted
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x
()
x