Cezasızlık algısı toplumsal istikrarı nasıl tehdit ediyor?

Cezasızlık algısı nasıl gelişiyor, nasıl besleniyor ve yaygınlaşıyor? Toplum ve bireyleri nasıl etkiliyor? Bu tabloyu tersine çevirmek mümkün mü, yoksa uzun vadede kurumlarımızı ve toplumsal dengeleri zayıflatacak bir sürecin içine mi giriyoruz? Prof. Dr. Barış Erdoğan yazdı.

Sosyal medyada, özel sohbetlerde, sokakta her gün aynı cümleyi duyuyoruz: “Nasıl olsa yanına kâr kalıyor.” Bu cümle ülkemizde artık yalnızca kamuoyunun yakından takip ettiği davalar için değil, trafikteki kural ihlalinden iş cinayetlerine, nefret söyleminden çevre tahribatına kadar uzanan geniş bir alanda tekrarlanıyor. Yani mesele tek tek davalardan ibaret değil, giderek kalıcı hale gelen bir ruh halinden söz ediyoruz. Bu ruh hali, “cezasızlık ve kuralsızlık algısı” dediğimiz şeyin toplumsal zemini.

Cezasızlık ve cezasızlık algısı nedir?

Önce kavramları netleştirelim.

Cezasızlık, hukuken suç sayılan bir fiilin hiç soruşturulmaması, soruşturulsa bile davaya dönüşmemesi, dava açılsa bile mahkûmiyetle sonuçlanmaması ya da mahkûmiyet çıksa bile cezanın fiilen infaz edilmemesi durumlarının genel adıdır. Yani kâğıt üzerinde ceza görünmesine rağmen hayatla buluşmayan her durumda da cezasızlıktan söz edebiliriz.

Cezasızlık algısı ise farklı bir düzlemde işler. Bu, tek tek dosyaların ötesine geçen, toplumun geniş kesimlerinde kök salan bir kanaattir. İnsanlar “bu ülkede suç işleyenin yanına kâr kalıyor” demeye başladığında, hukuki tartışma yerini duygusal ve siyasal bir kopuşa bırakır. Burada önemli olan yalnızca sistemin ne yaptığı değil, yurttaşın bunu nasıl okuduğudur.

Son yıllarda hukukun üstünlüğü endekslerinde yaşanan gerileme, adalet sistemine güvenin düşmesi, “yasaların herkese eşit uygulanmadığı” yönündeki kanaatin güçlenmesi, bu algının tesadüfi olmadığını gösteriyor. Ancak istatistikler bize daha çok güven erozyonunu gösteriyor, cezasızlığın düzeyini değil. Bu nedenle, “gerçek cezasızlık” ile “cezasızlık algısı” birbirini besleyen iki ayrı süreç olarak düşünülmeli.

Cezasızlık algısı nasıl gelişiyor?

Cezasızlık algısını büyüten birkaç temel dinamiği hatırlatmak istiyorum.

İlk olarak, infaz rejiminin karmaşıklığı ve şeffaflık eksikliği bu algıyı güçlendiriyor. Son yıllarda yapılan infaz düzenlemeleriyle, bazı suç tiplerinde cezanın fiilen çekilen kısmı kısaldı, denetimli serbestlik imkânları genişledi. Bu değişiklikler, cezaevi kapasitesi ve toplumsal uyum gibi gerekçelerle savunulsa da, kamuoyuna yeterince anlaşılır biçimde anlatılamadı. Bazı vakalarda tekrar suç işleyen faillerin geçmişte indirim veya erken tahliyeden yararlandığının ortaya çıkması, bu düzenlemelerin neredeyse tamamının “cezasızlık politikası” olarak okunmasına yol açtı.

Ardından, yargılama süreçlerinin yavaş ve öngörülemez algılanması devreye giriyor. Aynı tür fiillerde farklı mahkemelerin çok farklı kararlar verebilmesi, tutuklama ve tahliye pratiklerindeki tutarsızlıklar ve teknik bir dille yazılan gerekçeli kararlar, “kimin neye göre cezalandırıldığı” sorusunu gündelik hayatın merkezine taşıyor. Kuralların var olduğu, ama nasıl uygulanacağının kestirilemediği bu ortam, sosyolojinin kurucu isimlerinden Emile Durkheim’ın “anomi” adını verdiği, toplumsal kuralların zayıfladığı ve insanların hangi davranışın kabul edilebilir olduğunu anlamakta zorlandığı bir norm çözülmesini besliyor.

Ayrıca, siyasallaşmış adalet tartışmaları bu tabloyu ağırlaştırıyor. Yargı kararlarının sürekli olarak siyasal kutuplaşmanın merceğinden okunması, mahkemeleri hakem değil oyuncu gibi gösteriyor. Böyle bir bağlamda, bir kesim için “hukukun zaferi” olan karar, diğer kesim için “siyasal intikam” anlamına gelebiliyor. Bu da cezasızlık tartışmasını salt teknik bir hukuk meselesi olmaktan çıkarıp kimlik ve aidiyet meselesine dönüştürüyor.

Son olarak, medya ve sosyal medya bu algıyı yaygınlaştırıyor. Duruşma salonlarından paylaşılan tek kare fotoğraflar, “şu kadar yıl istendi, şu kadar ay verildi” başlıklı videolar, bağlamından kopuk hukuki bilgilerle birleşince güçlü bir duygusal etki yaratıyor. İnsanlar çoğu zaman ceza mevzuatını değil, bu dramatik örnekleri akıllarında tutuyor. Böylece zaten var olan güvensizlik duygusu hızla yayılıyor.

Toplum ve birey nasıl etkileniyor?

Cezasızlık algısının etkilerini yalnızca mahkeme koridorlarında değil, sokakta, işyerinde, aile içinde görebiliyoruz. Bu algı, zamanla toplumsal bir ruh haline dönüşüyor. Bu ruh halinde birey, kurallara uymanın anlamını ve değerini sorgulayan, kural ihlalini daha kolay meşrulaştıran bir zihniyet benimsiyor.

Bireysel düzeyde, uzun süreli adaletsizlik deneyimleri “öğrenilmiş çaresizlik” denilen bir durumu besliyor. Yurttaş, “hak aramanın pahalı, riskli ve çoğu zaman sonuçsuz olduğu” hissine kapıldığında, ikiye bölünmüş bir ruh hali ortaya çıkıyor. Bir yanda sosyal medyada yükselen öfke, diğer yanda “boş ver, uğraşma, başına iş alırsın” diyerek geri çekilme. Bu durum, demokratik hak arama kültürünü zayıflatıyor.

Bu ruh hali, pratikte “adapte olma stratejileri” üretiyor. Kişi hakkını hukuki yollarla aramak yerine tanıdık bulmaya, torpil aramaya, güçlü aktörlerle iyi geçinmeye yöneliyor. Böylece hukuk yerine ilişkilere yatırım yapan, kuralları değil kişisel bağlantıları esas alan bir toplumsal mantık güç kazanıyor. Bu da modern, hukuksal rasyonelliğe dayalı devlet idealinin tam tersine, patrimonyal ilişkileri yeniden üretiyor.

Toplumsal düzeyde ise “gönüllü itaat” erozyona uğruyor. Toplum sadece cezadan korktuğu için değil, kuralların meşru olduğuna inandığı için de kurallara uyar. Cezasızlık algısı derinleştikçe, insanlar “zaten kimse ceza almıyor” diyerek kuralları içselleştirmeyi bırakıyor. Trafikte kırmızı ışıkta geçmek, vergisini eksik beyan etmek, kamusal alanı sorumsuzca kullanmak daha kolay rasyonalize ediliyor. Kuralsızlıktan şikâyet eden yurttaş, farkında olmadan kuralsızlığın taşıyıcısına dönüşebiliyor.

Bu süreç, maalesef cezasızlık algısının geliştiği tüm toplumlarda demokrasilerin sağlıklı bir biçimde işlemesi açısından da riskler doğuruyor. Kurumlarına güvenmeyen ama aynı kurumlardan güvenlik ve refah bekleyen geniş kitleler ortaya çıktığında, çözüm arayışı çoğu zaman karizmatik lidere yöneliyor. Yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ve denge denetim mekanizmaları, yerini kişilere duyulan güven ya da korkuya bırakma tehlikesi taşıyor.

Bu durum nasıl değişir?

Tablo karanlık görünebilir, ancak cezasızlık ve kuralsızlık algısı değiştirilemez bir kader değil. Bunun için birkaç alanda eş zamanlı adım atılması gerekiyor.

İlk olarak, ceza adalet sisteminde öngörülebilirliği güçlendirmek gerekiyor. Cezaların ağırlığından çok, benzer suçlarda benzer kararların verilmesi, gerekçelerin açık ve sade bir dille yazılması önemli. Böylece yurttaş cezanın hangi ilkeye göre verildiğini anlayabilir. İnsanlar her karara katılmak zorunda değil, ama kararın rasyonel bir zemine oturduğunu gördüklerinde sistemi tümden reddetme eğilimleri zayıflar.

Devamında, şeffaf ve erişilebilir veri kültürü oluşturmak gerekiyor. İnfaz rejimi, denetimli serbestlik, iyi hâl indirimi gibi tartışmalı alanlarda Adalet Bakanlığı’nın düzenli, anlaşılır ve detaylı istatistikler yayımlaması, tartışmayı söylenti zemininden çekip somut olgulara taşıyabilir. Hangi suçta ortalama ceza nedir, ne kadarı infaz ediliyor, kimler hangi koşullarda tahliye oluyor gibi sorulara veriye dayalı yanıtlar verilebildiğinde, “her şey keyfi” duygusu zayıflamaya başlar. Bu verilerin bağımsız sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler tarafından da denetlenebilir ve analiz edilebilir olması, güven inşasına katkı sağlayacaktır.

Son olarak, siyasal dilin yumuşatılması ve yargının tarafsız konumunun korunması önem kazanıyor. Siyasetçilerin, medyanın ve kanaat önderlerinin yargıyı sürekli olarak siyasal polemiklerin içine çektiği bir ortamda, bağımsızlık sadece kâğıt üzerinde kalır. Oysa toplumun, üzerinde uzlaştığı bir hakem kurumuna ihtiyacı var.

Değişmezse ne olur?

Eğer cezasızlık algısı toplumda derinleşmeye devam ederse birkaç olası sonuçla karşılaşmamız muhtemel.

Hukuk yerine ilişkiye yatırım yapan, kural yerine kişisel bağlantıları esas alan bir toplumsal kültür güçlenir. Toplumun geneli ve özellikle gençler için adalet duygusu, mahkeme salonlarından çok “kime ulaşabildiğin” sorusuyla tanımlanmaya başlar. Bu da liyakat ilkesini aşındırır, beyin göçünü hızlandırır, nitelikli insan kaynağının ülkeyi terk etmesini kolaylaştırır.

Gündelik hayat daha da kuralsızlaşır. Trafikten işyerine, okuldan kamusal alanlara kadar pek çok alanda “zaten kimse ceza almıyor” duygusu, kurallara gönüllü itaati zayıflatır. Polis ve yargıya güvenmeyen bireyler, kendi adaletini kendisinin sağlamaya yönelir. Linç kültürü, nefret suçları ve grupsal çatışmalar için elverişli bir zemin oluşur.

Demokrasi biçimsel olarak varlığını sürdürse bile içi boşalma riskiyle karşı karşıya kalır. Kurumlarına güvenmeyen toplumlar, karmaşık sorunlara basit ve otoriter çözümler beklemeye eğilimlidir. Bu da uzun vadede yalnızca hukuk devletini değil, toplumsal barışı da zayıflatır.

Kısacası, cezasızlık algısı bir yandan toplumsal ilişkilerimizde, medyada ve siyasette üretiliyor, öte yandan dönüp hukukun meşruiyetini ve işleyişini zayıflatıyor. Toplumsal barış ve istikrar için bu algıyı tersine çevirecek somut adımları bir an önce atmalıyız.  Bunun için de tartışmayı yalnızca “daha ağır ceza” talebine sıkıştırmak yerine, daha adil, daha öngörülebilir ve daha şeffaf bir düzen talebi etrafında yeniden kurmamız gerekiyor. Çünkü adalet duygusu, bir toplumun en kıymetli ortak sermayesidir, kaybedildiğinde de yerine konması en zor olan odur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.

Barış Erdoğan
Barış Erdoğan
PROF. DR. BARIŞ ERDOĞAN - Üsküdar Üniversitesi, Sosyoloji bölüm başkanı. Marmara Üniversitesi, Fransızca Kamu Yönetimi bölümünden mezun olduktan sonra Paris’teki École des Hautes Études en Sciences Sociales’te yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 2016’da sosyoloji alanında doçent, 2021’de profesör unvanını aldı. Klasik, çağdaş ve suç sosyolojisi alanlarında dersler vermekte, Milliyet gazetesinde köşe yazıları yayımlamakta.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Cezasızlık algısı toplumsal istikrarı nasıl tehdit ediyor?

Cezasızlık algısı nasıl gelişiyor, nasıl besleniyor ve yaygınlaşıyor? Toplum ve bireyleri nasıl etkiliyor? Bu tabloyu tersine çevirmek mümkün mü, yoksa uzun vadede kurumlarımızı ve toplumsal dengeleri zayıflatacak bir sürecin içine mi giriyoruz? Prof. Dr. Barış Erdoğan yazdı.

Sosyal medyada, özel sohbetlerde, sokakta her gün aynı cümleyi duyuyoruz: “Nasıl olsa yanına kâr kalıyor.” Bu cümle ülkemizde artık yalnızca kamuoyunun yakından takip ettiği davalar için değil, trafikteki kural ihlalinden iş cinayetlerine, nefret söyleminden çevre tahribatına kadar uzanan geniş bir alanda tekrarlanıyor. Yani mesele tek tek davalardan ibaret değil, giderek kalıcı hale gelen bir ruh halinden söz ediyoruz. Bu ruh hali, “cezasızlık ve kuralsızlık algısı” dediğimiz şeyin toplumsal zemini.

Cezasızlık ve cezasızlık algısı nedir?

Önce kavramları netleştirelim.

Cezasızlık, hukuken suç sayılan bir fiilin hiç soruşturulmaması, soruşturulsa bile davaya dönüşmemesi, dava açılsa bile mahkûmiyetle sonuçlanmaması ya da mahkûmiyet çıksa bile cezanın fiilen infaz edilmemesi durumlarının genel adıdır. Yani kâğıt üzerinde ceza görünmesine rağmen hayatla buluşmayan her durumda da cezasızlıktan söz edebiliriz.

Cezasızlık algısı ise farklı bir düzlemde işler. Bu, tek tek dosyaların ötesine geçen, toplumun geniş kesimlerinde kök salan bir kanaattir. İnsanlar “bu ülkede suç işleyenin yanına kâr kalıyor” demeye başladığında, hukuki tartışma yerini duygusal ve siyasal bir kopuşa bırakır. Burada önemli olan yalnızca sistemin ne yaptığı değil, yurttaşın bunu nasıl okuduğudur.

Son yıllarda hukukun üstünlüğü endekslerinde yaşanan gerileme, adalet sistemine güvenin düşmesi, “yasaların herkese eşit uygulanmadığı” yönündeki kanaatin güçlenmesi, bu algının tesadüfi olmadığını gösteriyor. Ancak istatistikler bize daha çok güven erozyonunu gösteriyor, cezasızlığın düzeyini değil. Bu nedenle, “gerçek cezasızlık” ile “cezasızlık algısı” birbirini besleyen iki ayrı süreç olarak düşünülmeli.

Cezasızlık algısı nasıl gelişiyor?

Cezasızlık algısını büyüten birkaç temel dinamiği hatırlatmak istiyorum.

İlk olarak, infaz rejiminin karmaşıklığı ve şeffaflık eksikliği bu algıyı güçlendiriyor. Son yıllarda yapılan infaz düzenlemeleriyle, bazı suç tiplerinde cezanın fiilen çekilen kısmı kısaldı, denetimli serbestlik imkânları genişledi. Bu değişiklikler, cezaevi kapasitesi ve toplumsal uyum gibi gerekçelerle savunulsa da, kamuoyuna yeterince anlaşılır biçimde anlatılamadı. Bazı vakalarda tekrar suç işleyen faillerin geçmişte indirim veya erken tahliyeden yararlandığının ortaya çıkması, bu düzenlemelerin neredeyse tamamının “cezasızlık politikası” olarak okunmasına yol açtı.

Ardından, yargılama süreçlerinin yavaş ve öngörülemez algılanması devreye giriyor. Aynı tür fiillerde farklı mahkemelerin çok farklı kararlar verebilmesi, tutuklama ve tahliye pratiklerindeki tutarsızlıklar ve teknik bir dille yazılan gerekçeli kararlar, “kimin neye göre cezalandırıldığı” sorusunu gündelik hayatın merkezine taşıyor. Kuralların var olduğu, ama nasıl uygulanacağının kestirilemediği bu ortam, sosyolojinin kurucu isimlerinden Emile Durkheim’ın “anomi” adını verdiği, toplumsal kuralların zayıfladığı ve insanların hangi davranışın kabul edilebilir olduğunu anlamakta zorlandığı bir norm çözülmesini besliyor.

Ayrıca, siyasallaşmış adalet tartışmaları bu tabloyu ağırlaştırıyor. Yargı kararlarının sürekli olarak siyasal kutuplaşmanın merceğinden okunması, mahkemeleri hakem değil oyuncu gibi gösteriyor. Böyle bir bağlamda, bir kesim için “hukukun zaferi” olan karar, diğer kesim için “siyasal intikam” anlamına gelebiliyor. Bu da cezasızlık tartışmasını salt teknik bir hukuk meselesi olmaktan çıkarıp kimlik ve aidiyet meselesine dönüştürüyor.

Son olarak, medya ve sosyal medya bu algıyı yaygınlaştırıyor. Duruşma salonlarından paylaşılan tek kare fotoğraflar, “şu kadar yıl istendi, şu kadar ay verildi” başlıklı videolar, bağlamından kopuk hukuki bilgilerle birleşince güçlü bir duygusal etki yaratıyor. İnsanlar çoğu zaman ceza mevzuatını değil, bu dramatik örnekleri akıllarında tutuyor. Böylece zaten var olan güvensizlik duygusu hızla yayılıyor.

Toplum ve birey nasıl etkileniyor?

Cezasızlık algısının etkilerini yalnızca mahkeme koridorlarında değil, sokakta, işyerinde, aile içinde görebiliyoruz. Bu algı, zamanla toplumsal bir ruh haline dönüşüyor. Bu ruh halinde birey, kurallara uymanın anlamını ve değerini sorgulayan, kural ihlalini daha kolay meşrulaştıran bir zihniyet benimsiyor.

Bireysel düzeyde, uzun süreli adaletsizlik deneyimleri “öğrenilmiş çaresizlik” denilen bir durumu besliyor. Yurttaş, “hak aramanın pahalı, riskli ve çoğu zaman sonuçsuz olduğu” hissine kapıldığında, ikiye bölünmüş bir ruh hali ortaya çıkıyor. Bir yanda sosyal medyada yükselen öfke, diğer yanda “boş ver, uğraşma, başına iş alırsın” diyerek geri çekilme. Bu durum, demokratik hak arama kültürünü zayıflatıyor.

Bu ruh hali, pratikte “adapte olma stratejileri” üretiyor. Kişi hakkını hukuki yollarla aramak yerine tanıdık bulmaya, torpil aramaya, güçlü aktörlerle iyi geçinmeye yöneliyor. Böylece hukuk yerine ilişkilere yatırım yapan, kuralları değil kişisel bağlantıları esas alan bir toplumsal mantık güç kazanıyor. Bu da modern, hukuksal rasyonelliğe dayalı devlet idealinin tam tersine, patrimonyal ilişkileri yeniden üretiyor.

Toplumsal düzeyde ise “gönüllü itaat” erozyona uğruyor. Toplum sadece cezadan korktuğu için değil, kuralların meşru olduğuna inandığı için de kurallara uyar. Cezasızlık algısı derinleştikçe, insanlar “zaten kimse ceza almıyor” diyerek kuralları içselleştirmeyi bırakıyor. Trafikte kırmızı ışıkta geçmek, vergisini eksik beyan etmek, kamusal alanı sorumsuzca kullanmak daha kolay rasyonalize ediliyor. Kuralsızlıktan şikâyet eden yurttaş, farkında olmadan kuralsızlığın taşıyıcısına dönüşebiliyor.

Bu süreç, maalesef cezasızlık algısının geliştiği tüm toplumlarda demokrasilerin sağlıklı bir biçimde işlemesi açısından da riskler doğuruyor. Kurumlarına güvenmeyen ama aynı kurumlardan güvenlik ve refah bekleyen geniş kitleler ortaya çıktığında, çözüm arayışı çoğu zaman karizmatik lidere yöneliyor. Yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ve denge denetim mekanizmaları, yerini kişilere duyulan güven ya da korkuya bırakma tehlikesi taşıyor.

Bu durum nasıl değişir?

Tablo karanlık görünebilir, ancak cezasızlık ve kuralsızlık algısı değiştirilemez bir kader değil. Bunun için birkaç alanda eş zamanlı adım atılması gerekiyor.

İlk olarak, ceza adalet sisteminde öngörülebilirliği güçlendirmek gerekiyor. Cezaların ağırlığından çok, benzer suçlarda benzer kararların verilmesi, gerekçelerin açık ve sade bir dille yazılması önemli. Böylece yurttaş cezanın hangi ilkeye göre verildiğini anlayabilir. İnsanlar her karara katılmak zorunda değil, ama kararın rasyonel bir zemine oturduğunu gördüklerinde sistemi tümden reddetme eğilimleri zayıflar.

Devamında, şeffaf ve erişilebilir veri kültürü oluşturmak gerekiyor. İnfaz rejimi, denetimli serbestlik, iyi hâl indirimi gibi tartışmalı alanlarda Adalet Bakanlığı’nın düzenli, anlaşılır ve detaylı istatistikler yayımlaması, tartışmayı söylenti zemininden çekip somut olgulara taşıyabilir. Hangi suçta ortalama ceza nedir, ne kadarı infaz ediliyor, kimler hangi koşullarda tahliye oluyor gibi sorulara veriye dayalı yanıtlar verilebildiğinde, “her şey keyfi” duygusu zayıflamaya başlar. Bu verilerin bağımsız sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler tarafından da denetlenebilir ve analiz edilebilir olması, güven inşasına katkı sağlayacaktır.

Son olarak, siyasal dilin yumuşatılması ve yargının tarafsız konumunun korunması önem kazanıyor. Siyasetçilerin, medyanın ve kanaat önderlerinin yargıyı sürekli olarak siyasal polemiklerin içine çektiği bir ortamda, bağımsızlık sadece kâğıt üzerinde kalır. Oysa toplumun, üzerinde uzlaştığı bir hakem kurumuna ihtiyacı var.

Değişmezse ne olur?

Eğer cezasızlık algısı toplumda derinleşmeye devam ederse birkaç olası sonuçla karşılaşmamız muhtemel.

Hukuk yerine ilişkiye yatırım yapan, kural yerine kişisel bağlantıları esas alan bir toplumsal kültür güçlenir. Toplumun geneli ve özellikle gençler için adalet duygusu, mahkeme salonlarından çok “kime ulaşabildiğin” sorusuyla tanımlanmaya başlar. Bu da liyakat ilkesini aşındırır, beyin göçünü hızlandırır, nitelikli insan kaynağının ülkeyi terk etmesini kolaylaştırır.

Gündelik hayat daha da kuralsızlaşır. Trafikten işyerine, okuldan kamusal alanlara kadar pek çok alanda “zaten kimse ceza almıyor” duygusu, kurallara gönüllü itaati zayıflatır. Polis ve yargıya güvenmeyen bireyler, kendi adaletini kendisinin sağlamaya yönelir. Linç kültürü, nefret suçları ve grupsal çatışmalar için elverişli bir zemin oluşur.

Demokrasi biçimsel olarak varlığını sürdürse bile içi boşalma riskiyle karşı karşıya kalır. Kurumlarına güvenmeyen toplumlar, karmaşık sorunlara basit ve otoriter çözümler beklemeye eğilimlidir. Bu da uzun vadede yalnızca hukuk devletini değil, toplumsal barışı da zayıflatır.

Kısacası, cezasızlık algısı bir yandan toplumsal ilişkilerimizde, medyada ve siyasette üretiliyor, öte yandan dönüp hukukun meşruiyetini ve işleyişini zayıflatıyor. Toplumsal barış ve istikrar için bu algıyı tersine çevirecek somut adımları bir an önce atmalıyız.  Bunun için de tartışmayı yalnızca “daha ağır ceza” talebine sıkıştırmak yerine, daha adil, daha öngörülebilir ve daha şeffaf bir düzen talebi etrafında yeniden kurmamız gerekiyor. Çünkü adalet duygusu, bir toplumun en kıymetli ortak sermayesidir, kaybedildiğinde de yerine konması en zor olan odur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.

Barış Erdoğan
Barış Erdoğan
PROF. DR. BARIŞ ERDOĞAN - Üsküdar Üniversitesi, Sosyoloji bölüm başkanı. Marmara Üniversitesi, Fransızca Kamu Yönetimi bölümünden mezun olduktan sonra Paris’teki École des Hautes Études en Sciences Sociales’te yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. 2016’da sosyoloji alanında doçent, 2021’de profesör unvanını aldı. Klasik, çağdaş ve suç sosyolojisi alanlarında dersler vermekte, Milliyet gazetesinde köşe yazıları yayımlamakta.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x