Delilik nedir? Yalnızca zihnimizin düzgün çalışmamasından kaynaklanan bir hastalık durumu mudur? Yoksa bunun ötesi de var mı? Deliliğin felsefesi yapılabilir mi? Delilik halini felsefi açısından irdelemek zihnimizin dünyayı algılayış biçimi ve din felsefesi hakkında yeni şeyler ortaya çıkarabilir mi?
New York Şehir Üniversitesi’nden Prof. Justin Garson, The Philosophers‘ Magazine için kaleme aldığı yazısında, deliliğin felsefesi ve bize ne söylemeye çalıştığını dinlemenin önemi üzerine tartışıyor.
Yazından öne çıkan bazı bölümlerini paylaşıyoruz:
“Descartes’ın 1641 tarihli Meditasyonlar isimli eseri okuyucuyu bir şüphe bataklığına sürükleyerek başlar. Herhangi bir şeyin gerçekliğinden nasıl emin olabilirim? Evet, kışlık elbiselerimle, elimde kâğıtla ateşin başında oturuyor gibiyim. Ama ya bir rüya görüyorsam? Kötü bir iblisin duyularımı yanıltmadığından emin olabilir miyim? Tanrı tarafından terk edilmiş ve yalnız bir durumdayken var olduğumdan bile emin olabilir miyim?
Descartes, bu tür düşüncelerin, “çıplak oldukları halde mor kıyafetler giydiklerini ya da kafalarının toprak, balkabağı ya da cam olduğunu söyleyenler” gibi bir delinin düşüncelerine benzediğinin farkına varır.
Yine de Descartes hiçbir şeyin gerçeklikten bundan daha uzak olamayacağı konusunda bizi temin ediyor: “Böyle insanlar delidir ve eğer onları kendime örnek alsaydım ben de aynı derecede deli sayılırdım.”
Descartes rüya görüyor veya yanıltılmış olabilir, ancak o, deli değil.
Doğanın ve kozmosun sırları
Descartes’ın aklına gelebilecek tüm çirkin olasılıklar arasında kendi deliliği ihtimali neden yok?
Foucault, Descartes’ın felsefe ile delilik arasında temel bir ayrıma işaret ettiğini ve en azından Batı’da felsefenin de bunu benimsediğini ileri sürdü. Ortaçağda, delinin ortaya çıkarması gereken kendine ait bir gerçeği vardı.
Nebukadnessar gibi, doğanın ve kozmosun sırları, Tanrı’nın karakteri, ölümün gizemleri, diriliş ve yaklaşan mahşer günü hakkında bizlerle konuşma gücüne sahiptiler.
Descartes ile birlikte, deliler artık akıl yürütmek bir yana, dinlenecek kişiler bile değildir. Bir delilik felsefesinin varlığı fikri Descartes’a tuhaf, hatta sapkınca gelebilirdi.
Felsefedeki yeni bir akım Descartes’ın varsayımına güçlü bir şekilde meydan okuyor. Şu anda bu akım o kadar yeni ki, kanonun ne olduğunu saptamak henüz mümkün değil. Esasında bir kanonun saptanamaması delilik felsefesi için oldukça önemli olabilir. Bununla birlikte, son zamanlarda yazılmış üç eser makul bir başlangıç noktası sunuyor: Wouter Kusters’in Deliliğin Felsefesi (A Philosophy of Madness), Sofia Jeppsson’un Radikal Psikotik Şüphe ve Epistemoloji (Radical Psychotic Doubt and Epistemology) ve Richard Saville-Smith’in Akut Dinsel Tecrübeler (Acute Religious Experiences)
Bu eserlerin ortak önermesi ise deliliğin gerçekliğe açılan bir pencere olabileceği.
Bu önermeye göre deli bir kişi, kusurlu bir akıl yürütme biçimine sahip olmaktan ziyade kendine münhasır bir akıl yürütme tarzına sahiptir. Deli bir zihin her zaman bu dünyadan kopuk değildir. Bazen onun boğuculuğuna saplanıp kalır.
Psikiyatri felsefesi nedir?
Delilik felsefesine dolaylı olarak, ne olmadığı üzerinden yaklaşmak faydalı olacaktır. Birincisi, öğrencim Mallory Gonzalez’in bana ifade ettiği gibi, delilik felsefesi yalnızca delilik hakkında veya onunla sınırlı felsefi bir tartışma konusu değildir. Zaten böyle bir tartışma konusu mevcut. Buna “psikiyatri felsefesi” deniyor. Psikiyatri felsefesinde, (aklı başında olduğu varsayılan) bir kişi diğer (aklı başında olduğu varsayılan) kişilerle bu diğer şeyin, yani deliliğin doğası hakkında konuşur. Ondan, odanın karşı tarafında bir kafeste tutulan egzotik bir evcil hayvandan bahseder gibi bahsederler. Bu, çoğunlukla, deliliği ya da depresyon veya anksiyete gibi daha düşük formlarını daha iyi sınıflandırmak, kontrol altına almak veya “tedavi etmek” için altruistik bir arzuyla yapılır.
Delilik felsefesi basitçe psikiyatri felsefesinin yaşanılan tecrübeler (“fenomenolojisi”) üzerine düşünerek desteklenmesi de değildir. 19 yaşındayken, madde kaynaklı bir psikotik atak nedeniyle hastaneye yatırılmıştım. Hastanede ayaklarıma baktım; solgun, kesik ve kirli oldukları için benimkilere benzemiyorlardı. Başka birinin bedenine girdiğime inanmıştım. Belki de bir cesedi yeniden canlandırmıştım. Koridorda bir hemşire vardı ve kibarca bir ayna istedim. Büyürken babam, diğer insanların duyamadığı sesleri duyduğu ve bu sesler hakkında diğer insanların tuhaf bulduğu inançlara sahip olduğu için sık sık hastaneye kaldırılırdı. Belki de onunla birlikte büyümek beni bu sıra dışı deneyimlerden bazılarına hazırlamıştı.
Gerçekliğe açılan pencere
Hastanedeki o deneyim, psikiyatri felsefesindeki konular hakkında düşünme şeklimi şekillendirdi. Bu konulardan birisi de sanrıların doğası.
Filozoflar sanrıların doğaları gereği mantık dışı mı olduğu, yoksa tuhaf deneyimlere verilen makul tepkiler mi olduğu konusunu tartışıyor. Yine de bana öyle geliyor ki, psikiyatri felsefesini tecrübeler üzerine düşünerek tamamlamak tam olarak delilik felsefesi sayılmaz. Çünkü delilik felsefesinin öznesi gerçekliğin bütününden, yani dünyanın doğası, Tanrı’nın varlığı ve zihnimizin nesneler arasındaki yerinden başka bir şey değil.
Örneğin, aynı deneyimi benliğin doğası üzerine düşünmek için bir başlangıç noktası olarak almak, mesela “beden değiştirmenin” hem mantıklı hem de mümkün olduğunu öne sürmek, delilik tecrübesini gerçekliğe açılan bir pencere olarak kullandığı için bizi delilik felsefesine yaklaştırır.
Deliliğin gerçekliği aydınlatmasının sayısız yolu var. Örneğin Kusters, Batı felsefesinin genellikle yalnızca “dünyadaki varlıklara”, yani gerçekliği oluşturan şeylere odaklandığını savunuyor. Yalnızca tek bir hakikat mi var, yoksa daha fazlası var mı? Dünya kesin bir şekilde doğal türlere ayrılabilir mi? Kusters, psikozla ilgili kendi tecrübelerine dayanarak, gerçekliğin sadece türlere değil, derecelere ayrıldığını savunuyor. Psikoz durumunda dünya bazen gerçekten gerçekmiş gibi görünür; her şeye anlam ve önem yüklenir. Diğer zamanlarda, dünya içi boş, hakikat dışı görünür: arkasındaki asıl gerçekliği gizleyen bir gölge oyunu gibi. Bazen dünya daha gerçek ve daha az gerçek olmak arasında gidip gelebilir. Belki de bu gözlem, gerçekliğin dereceleri olduğu fikrini daha ciddiye almamızı sağlayabilir.
Dış dünyanın varlığına inanç
Sofia Jeppsson’un altını çizdiği gibi, delilik aynı zamanda bilginin doğası için de derin anlamlar taşıyor.
Filozoflar dış dünya hakkındaki kuşkuculuk sorununa genellikle birbirinden kopuk, teorik bir şekilde yaklaştılar. Elbette, dünyanın zihnimizin dışında var olduğunu belki de kanıtlayamayacağımızı kabul ediyorlar. Ancak dış dünyanın varlığına dair inanç, onlara göre, pratik aklın bir önermesi. Bu, hayatımıza devam edebilmek için inanmamız gereken bir şey. Bu rahatlatıcı felsefe, dünyanın gerçekliği, somutluğu ve tutarlılığı hakkında derinlerde yatan bir şüpheye rağmen hayatta kalmayı ve hatta başarılı olmayı başarmış pek çok delinin deneyimiyle çelişiyor.
Delilik, din felsefesi ve zihin felsefesindeki sorunları aydınlatabilir. Yirminci yüzyılın başlarında William James ve Rudolf Otto gibi din felsefecileri delilik ile mistik aydınlanma arasında keskin bir ayrım yapılmasında ısrar ettiler. Richard Saville-Smith, felsefi ve dini metinleri titizlikle analiz ederek, deli ile mistik arasındaki çizginin her zaman tarihi açıdan göreceli ve yoruma açık olduğunu gösteriyor. Onun analizi, Margery Kempe gibi tarihi bir figürün “deli” olup olmadığı konusunda nesnel bir gerçek olduğu yönündeki standart varsayımın altını oyuyor. Richard Saville-Smith, bu tür dini tecrübeleri inceleyerek, deliliği bir hastalık veya işlev bozukluğu olarak gören tıbbi bakış açısının ötesine geçmenin yollarını da ortaya koyuyor.
‘Gerçek anlamda deli’
Delilik felsefesinin ne olduğunu ortaya koyduktan sonra iki eğilimden uzak durmak gerekiyor.
Bu eğilimlerden ilki, delilik felsefesini titizlikle tanımlamaya çalışmak, antolojik hale getirmeye çalışmak ya da şu ya da bu felsefi çalışmanın delilik felsefesine ait olduğuna ya da olmadığına çok aceleci bir şekilde karar vermektir. Kesin tanımlara ve keskin sınırlara duyulan ihtiyacın, felsefedeki bir tür satanist önyargının mirası olduğu söylenebilir. Dil, insan deneyiminin tüm biçimlerine hemen hazır bir şekilde uyum sağlayamaz. Delilik felsefesi yapabilmek için deliliğin gerçekten tecrübe edilmesinin bir zorunluluk olduğunu savunmasam da bunun ister doğrudan ister bu tecrübeyi yaşayan birine tanıklık ederek olsun, bu tecrübeden doğması gerekir.
Daha da önemlisi, deliliğin net ve sabit bir tanımına karar verme ya da belirli tecrübeleri sanki deliliğin tüm biçimlerini teşkil ediyormuş gibi evrenselleştirme eğilimine direnmeliyiz. Nev Jones ve Mona Shattell’in Ders Kitaplarında Anlatıldığı Gibi Değil: Psikoz Hakkındaki Klinik Teamüllere Meydan Okumak (Not What the Textbooks Describe: Challenging Clinical Conventions About Psychosis) adlı çalışmalarında vurguladıkları gibi: ruh sağlığı uzmanlarının kullandığı kategoriler, genellikle delilik tecrübelerinin çeşitliliğini yansıtmıyor.
Delilik felsefesi, hangi tecrübelerin veya düşünce biçimlerinin “gerçek anlamda deli” olduğunu belirlemekten ziyade, daha geniş bir yelpazedeki tecrübeleri ve düşünce biçimlerini barındırmak için gerçekliği ve zihnin bu gerçeklikteki yerini kavrayışımızı daha esnek bir şekilde ele almakla ilgilidir.
Deliliğin felsefesi, dünyanın düşündüğümüzden daha tuhaf, daha heyecan verici ve belki de daha korkutucu olabileceğini göstererek felsefenin doğası hakkındaki köklü varsayımlarımızı altüst etmeye hazırlanıyor.
Daha da önemlisi, deliliğin kendisi ya da tıbben sterilize edilmiş kardeşi “akıl hastalığı” hakkındaki anlayışımızı sorgulamaya açıyor. Belki de deliliği yalnızca tuhaf bir tıbbi vaka ya da aklın talihsiz bir şekilde sapması olarak görmekten vazgeçmemize ve ne söylemeye çalıştığına kulak vermemize yol açacaktır.”
Bu yazı ilk kez 3 Ekim 2023’te yayımlanmıştır.