Doğum oranlarındaki düşüş nasıl durdurulabilir?

Türkiye gibi dünyanın pek çok ülkesi düşük doğum oranlarından muzdarip. Bu gidişatı değiştiren Fransa ne yaptı, nasıl başardı? Türkiye ne yapmalı? Doğum iznini uzatmak yeterli olur mu? Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt yazdı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı’nı (2024-2028) tanıttığı 15 Mayıs günü Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) doğum istatistiklerini yayınlandı. Doğum oranlarındaki hızlı düşünün devam ettiğini, teknik tabiri ile toplam doğurganlık hızı olarak adlandırılan kadın başına ortalama doğum sayısının 1.51’e inerek Cumhuriyet tarihinin en düşük değerine ulaştığını hep birlikte gördük.

2007 yılından beri “üç çocuk politikası” olarak ifade edilen söylemine paralel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan doğurganlık düzeyinde gelinen seviyeyi Türkiye için “varoluşsal bir tehdit” olarak nitelendirdi. Konu kamuoyunda yaygın bir şekilde tartışılmaya başlandı.

Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda 6-7 çocuk seviyesinde olan, 1980’lerde 4 çocuğun altına, 1990’larda 3 çocuğun altına inen, 2014 yılında 2.19 olan doğum oranı o tarihten itibaren düzenli olarak düşmeye başladı, 2017 yılında yenilenme düzeyi olan 2.1’in altına, son olarak da 1.51’e düştü.

10 yıl içerisinde 0.7 doğumluk bir azalma gerçekleşti. Doğum oranları 2.1’in altına düşen ülkeler düşük doğurganlık ülkesi olarak, 1.7’nin altına düşenler çok düşük doğurganlık ülkesi, 1.3’ün altına düşen ülkeler ise en düşük doğurganlık ülkesi olarak niteliyor. Türkiye artık düşük değil, çok düşük doğurganlık ülkesi durumunda.

Doğum istatistiklerinin detayları

Doğum istatistiklerinin detaylarına baktığımızda doğum oranı 3’ün üzerinde olan tek bir il var, Şanlıurfa’da doğum oranı 3.27 çocuk. Doğum oranı yenilenme düzeyi olan 2.1 çocuğun üzerinde olan Şanlıurfa dahil sadece 10 il var, geriye kalan 71 ilde doğum oranı 2.1 çocuğun altında, bu illerin 51’inde 1.5 çocuğun altında, 19 ilimizde 1.3 çocuğun da altında.

Dikkat çekici noktalardan birisi de “üç büyükler” diye ifade ettiğimiz İstanbul, Ankara, İzmir’de doğum oranının 1.2 çocuğa kadar düşmüş olması. Yaşlı nüfus oranının yüksek olduğu Kütahya, Karabük, Zonguldak, Bartın gibi illerde doğum oranı 1.2 çocuğun da altında. Bartın 1.13 çocuk ile Türkiye’de doğum oranının en düşük olduğu il.

En büyük azalma Doğu illerinde

Türkiye’deki doğurganlık düşüşüne tüm alt nüfus grupları, tüm iller katılmış görünüyor.

Son 10 yılda Türkiye’de doğum oranının 0.7 çocuk azaldığını belirtmiştik. Bu 10 yılda doğurganlıktaki azalmanın en yüksek oranda olduğu ilk 15 ilin tamamı doğuda yer alan iller, bu illerde 1 çocuktan daha fazla azalma gerçekleşti.

Ağrı’da 1.8 çocuk, Siirt’te 1.7 çocuk, Şırnak’ta 1.6 çocuk, Muş ve Iğdır’da 1.5 çocuk azalma söz konusu. Doğum oranlarındaki azalmanın en az olduğu iller ise doğum oranları zaten çoktan düşük seviyelere inmiş olan Edirne, Çanakkale, Kastamonu, Kırklareli, Tunceli gibi iller.

Doğum sayıları da azalıyor

Doğum oranlarındaki bu azalmaya paralel olarak doğum sayıları da azaldı. 2014 yılında 1 milyon 351 bin 88 doğum gerçekleşmişken, doğum sayıları her yıl kademe kademe azalarak 2023 yılında 1 milyonun altına düştü, 958 bin 408 doğum gerçekleşti.

İlk evlenme yaşı yükseliyor

Doğumlardaki azalma ilk evlilik yaşı, ilk doğum yaşı ve doğumda anne yaşı ile doğrudan ilintili. İlk evlilik yaşı erkeklerde 28.3’e, kadınlarda 25.7’ye ulaşmış durumda. İstanbul’da bu rakam erkeklerde 29.2, kadınlarda 26.9.

Doğumlar ileri yaşlara erteleniyor

Doğumlarda ileri yaşlara doğru erteleme eğilimi devam ediyor. 2006 yılına kadar doğumların en yaygın olduğu yaş grubu 20-24 yaş grubu iken ilk defa 2006 yılında doğumların en yaygın olduğu yaş grubu 25-29 yaş grubuna kaydı. Sonraki yıllarda bu eğilim artarak devam etti.

İlk doğumda ortalama anne yaşı Türkiye’de 27’ye, İstanbul’da 28.6’ya yükselmiş durumda. Tüm doğumları baz aldığımızda ortalama anne yaşı 29.2’ye yükseldi.

Eskiden toplam doğumların yaklaşık dörtte biri 30 yaş üstü anneler tarafından gerçekleştirilirken bu oran 2018 yılında yüzde 40’ın üzerine çıktı, 2023 yılı itibarı ile de yüzde 42.2’ye yükselmiş durumda. Doğumların yüzde 16’sı da 35 yaş üstü anneler tarafından gerçekleştirilmiş. 35 yaş üstü gebelikler riskli gebelikler olarak kabul edilir, bu tablo riskli gebeliklerin oldukça arttığına işaret ediyor.

Doğum oranları neden düşer?

Toplumların kalkınmalarına, modernleşmelerine paralel olarak bütün toplumlar doğum ve ölüm oranlarının yüksek olduğu bir aşamadan her ikisinin de düşük olduğu bir aşamaya kademeli olarak geçiş yapıyorlar. Bu eğilim 1940-1950’li yıllarda Notestein tarafından ortaya konulan “Demografik Geçiş Kuramı”nda detaylı olarak ifade ediliyor.

Bu teorinin bazı uç yorumlarında doğurganlıktaki azalmanın kalkınmaya sebep olduğu gibi yanlış yorumlamalar söz konusu olsa da, esasen teoriyi kalkınma, sanayileşme, kentleşme, zorunlu eğitimin yaygınlaşması gibi makro-ekonomik süreçlerin neticesinde toplumların daha düşük doğum oranlarına sahip oldukları şeklinde okumak lazım.

Tabii, demografik geçişin başlangıç zamanı, ne kadar sürdüğü, hangi faktörlerin etkilerine tabi olduğu gibi konularda her ülkede, hatta ülkelerin alt-nüfus gruplarında farklılıklar gözleniyor. Her ülke kendi tarihinin ve karmaşık sosyal süreçlerin neticesinde demografik geçiş sürecini kendine özgü bir şekilde yaşıyorlar.

Örneğin, Avrupa ülkelerinin çoğunda bir yüzyılı bulan demografik geçiş süreci, Türkiye gibi ülkelerde ertelenmiş olarak ve daha kısa sürede yaşanan bir süreç olmuştur. Demografik geçiş teorisi dışında da çok sayıda farklı teori doğurganlıktaki azalmanın nedenlerini izah etmeye çalışıyor, ancak yazının kapsamı nedeniyle şimdilik o teorileri başka bir yazıya bırakıyorum.

Dünyada durum

Dünyada çok sayıda Avrupa ülkesinde doğum oranlarında azalma 19. yüzyılda başladı. Sonrasında Anglosakson ülkelerde Avustralya, ABD, Kanada gibi ülkelerde ve Japonya’da doğurganlıkta azalma baş gösterdi. 1970’lerde bu ülkelerin çoğunda doğum oranları düşük seviyelere geldi. 1970’lerde tek çocuk politikası ile birlikte Çin, 80’ler ve 90’larda ise Uzak Asya ülkeleri doğum oranlarının çok hızlı bir şekilde düştüğü ülkeler arasına katıldı.

Dünyada doğum oranlarının mevcut durumuna baktığımızda doğum oranlarının Afrika kıtasında özellikle Sahra altı Afrika’da halen oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Tamamı azgelişmiş, düşük gelir grubundaki, politik istikrarsızlıkların hakim olduğu bu ülkelerde doğum oranları dünya ortalamasının oldukça üzerinde.

Dünya genelinde 2.32’ye düşmüş olan toplam doğurganlık hızının 2050’ye kadar yenilenme düzeyinin (2.1 çocuk) üzerinde kalmasını, 2070’lere doğru 2 çocuğun altına düşmesini 2100 gibi ise 1.8 çocuğa düşmesini bekliyoruz.

Avrupa Birliği ülkelerinin ortalaması 1.46 çocuk. Avrupa’da en yüksek doğurganlık oranı Fransa’da. İtalya, İspanya, Malta gibi Akdeniz ülkeleri ise Avrupa’nın en düşük doğurganlık oranlarına sahipler.

Düşük doğurganlık rejimindeki ülkeler nasıl politikalar uyguluyorlar?

OECD ve Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamında doğurganlığı artırıcı, pronatalist politikalar uygulanıyor. Aile yardımı, çocuk yardımı kapsamında ayni veya nakdi destekler, kreşlerin veya çocuk bakımevlerinin yaygınlaşması, ücretli-ücretsiz annelik/babalık izin sürelerinin artırılması gibi doğumları artırıcı politikaların bazıları veya hepsi çoğu ülke tarafından uygulanıyor.

Nüfus politikaları açısından doğru uygulama örneği olarak Fransa incelenebilir. Fransa’da doğum oranı 1970’lerde 1.8 çocuk seviyesine düşüyor. O dönemde Türkiye’de doğum oranı yaklaşık 5 çocuktu. Fransa doğurganlığı artırıcı doğru politikaları daha o zamandan, gecikmeden uygulamaya başlayarak, nüfus politikalarını diğer sosyal politikalar ile destekleyerek aradan yarım asır geçmesine rağmen doğum oranlarını 1.8 çocuk seviyesinde tutmayı başarmış durumda. Bu başarı çocuk yapmayı teşvik eden bir toplumsal sistem kurulması sayesinde geldi. Aile ve iş hayatını birleştiren, kreşleri, gündüz bakım evlerini yaygınlaştıran, bunların niteliğini artırıp, maliyetlerini düşürerek çocuk bakımını kolaylaştıran politikalar izlendi. Bu sayede, kadınların işgücüne dahil olmalarının ve çocuk yapma kararı almalarının önü açıldı. Hem sosyal yapıda hem aile içinde erkekler ve kadınlar arasında daha eşitlikçi bir sosyal yapı tesis edildi. Benzer politikalar izleyen Kuzey Avrupa ülkelerinden İsveç ve Danimarka’da da doğum oranı 1.50’nin altına düşmedi.

İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde ise sosyal devlet uygulamaları daha sınırlı, sosyal yapıda ve aile içi roller açısından toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha belirgin, çocuk bakımında kurumsal destek yeterli düzeyde değil.

Türkiye’de doğum oranları gelecekte artar mı, azalır mı?

Türkiye’de gelecekte doğum oranlarının ne yönde seyredeceği uygulanacak nüfus politikalarının yanı sıra ekonomik ve sosyal politikalarla da doğrudan ilintili. Mevcut politika ve uygulamaların devam etmesi durumunda doğum oranlarının düşme eğiliminin devam edeceğini öngörüyorum. Birkaç gerekçeyle:

Birincisi, sosyo-ekonomik ve kültürel özellikleri açısından Türkiye ile daha fazla benzerliği olan İspanya ve İtalya gibi Akdeniz ülkelerinde doğum oranları 1.2 çocuk civarında, doğum oranlarını artırmayı bir türlü başaramıyorlar. Coğrafi olarak bize biraz uzak olsa da sosyal, kültürel özellikleri açısından çok da uzak olmayan Güney Kore’nin de dünyada en düşük doğurganlık düzeyine sahip olduğunu, doğum oranının 0.8 çocuğun altına indiğini hatırlayalım. Nüfusunun hemen tamamının Müslüman olmasının Türkiye’yi bu ülkelerden farklı kıldığı, Türkiye’nin onlara benzemeyeceğini iddia edenler olabilir. Böyle düşünenlerin İran’a bakmalarını öneririm, İran’da da doğum oranları 1.7 çocuğun altına indi.

İkincisi, sosyal, demografik değişimlerde öncü rol oynayan alt nüfus grupları olur. Ülkenin genelinin davranışı biraz gecikmeli olarak da olsa bu öncü gruplara yakınsar. Kentli, eğitimli kadınların doğurganlık davranışlarının bir süre sonra Türkiye geneline hakim olacağını öngörebiliriz. Bugün üç büyük kentimizde İstanbul, Ankara ve İzmir’de doğum oranı 1.2 çocuğa kadar düşmüş durumda. Yine son doğum istatistiklerine göre üniversite mezunu kadınların doğum oranı 1.3 çocuk.

Ne yapmalı?

Nüfus araştırmalarında kadınlara istedikleri çocuk sayısını da soruyoruz. Türkiye Aile Yapısı Araştırması verisinden yaptığım bir analize göre doğurgan çağlarının sonuna yaklaşan 40-49 yaş grubundaki kadınların yaklaşık yarısının (yüzde 45) istediklerinden az çocuk sahibi oldukları ortaya çıkmıştı. Bu oran üniversite mezunu, sosyal güvenceli bir işte çalışan kadınlarda yüzde 60’lar seviyesine çıkıyordu.

Bu tablo, kadınların, ailelerin istedikleri sayıda çocuk sahibi olmalarının önünde birtakım bariyerler olduğuna, aile ve iş yaşamı dengesinin kurulmasında sorunlar olduğuna işaret ediyor.

Günümüzde eğitim ve istihdam koşulları çok rekabetçi hale gelmiş durumda. Bu rekabette çocuklarını avantajlı kılmak isteyen aileler kreşten başlayarak üniversiteye kadar çocuklarına büyük yatırımlar yapmak zorunda kalıyorlar. Çocuklarını nitelikli kreşlere, okullara, üniversitelere göndermek isteyen aileler resmen bir servet ödemek zorunda kalıyorlar. Eğitimde özelleştirme politikasının doğal bir sonucu bu.

İstihdam koşulları da çok rekabetçi. Her beş gençten biri işsiz. Türkiye’de istediği nitelikte iş bulamayan gençler ailelerinden kopup yurt dışında kendilerine istikbal arıyorlar. Bu koşullarda aileler kaynaklarını tek çocuk için kullanmayı tercih etmiş görünüyorlar.

Toparlayacak olursak, doğum oranlarını artırmak, daha çok çocuk sahibi olmak isteyip bunu yapamayan ailelerin çocuk yapmalarını sağlamak isteniyorsa nüfus politikalarının ekonomik, sosyal politikalarla desteklenmesi gerekiyor.

Mecliste tartışıldığı haliyle konunun sadece doğum izni süresinin artırılması ile çözülemeyeceği açık. Çocuk bakımı konusunda kamunun “sosyal devlet” ilkesi çerçevesinde daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Okul öncesi dönemdeki çocuklar için kamu kreşlerinin yaygınlaşması, kurumsal çocuk bakımı hizmetleri için verilen çocuk bakımı ödeneklerinin ihtiyacı karşılar hale gelmesi çocuk sahibi olmayı özendirecek en önemli politika.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 29 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.

Mehmet Ali Eryurt
Mehmet Ali Eryurt
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt - 1999 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu, yüksek lisans ve doktora derecelerini Nüfusbilim alanında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde aldı. Doktora tez çalışmaları için Almanya’da Max Planck Demografik Araştırma Enstitüsü’nde bulundu. Halen Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 1998, 2003, 2008, 2013 ve 2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları, Ulusal Anne Ölümleri Çalışması, Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması, 2008 ve 2014 Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırmaları, Uydu Kentlerde Yaşayan Sığınmacıların Sosyo-Ekonomik Profili, Türkiye’de Yasal Olarak İkamet Eden Yabancıların Profili ve Yaşam Koşulları, Türkiye’de Afganistan Uyruklu Sığınmacılar gibi çok sayıda büyük çaplı sosyal araştırmada proje yürütücüsü ve araştırmacı olarak yer aldı. Türkiye’nin demografik dönüşümü, nüfus politikaları, ölümlülük, doğurganlık, sosyal eşitsizlikler, yaşlılık, göç ve kentleşme, sığınmacı ve mülteci nüfus, uluslararası işgücü göçü gibi konularda kitapları/kitap bölümleri ve makaleleri bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Doğum oranlarındaki düşüş nasıl durdurulabilir?

Türkiye gibi dünyanın pek çok ülkesi düşük doğum oranlarından muzdarip. Bu gidişatı değiştiren Fransa ne yaptı, nasıl başardı? Türkiye ne yapmalı? Doğum iznini uzatmak yeterli olur mu? Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt yazdı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı’nı (2024-2028) tanıttığı 15 Mayıs günü Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) doğum istatistiklerini yayınlandı. Doğum oranlarındaki hızlı düşünün devam ettiğini, teknik tabiri ile toplam doğurganlık hızı olarak adlandırılan kadın başına ortalama doğum sayısının 1.51’e inerek Cumhuriyet tarihinin en düşük değerine ulaştığını hep birlikte gördük.

2007 yılından beri “üç çocuk politikası” olarak ifade edilen söylemine paralel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan doğurganlık düzeyinde gelinen seviyeyi Türkiye için “varoluşsal bir tehdit” olarak nitelendirdi. Konu kamuoyunda yaygın bir şekilde tartışılmaya başlandı.

Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda 6-7 çocuk seviyesinde olan, 1980’lerde 4 çocuğun altına, 1990’larda 3 çocuğun altına inen, 2014 yılında 2.19 olan doğum oranı o tarihten itibaren düzenli olarak düşmeye başladı, 2017 yılında yenilenme düzeyi olan 2.1’in altına, son olarak da 1.51’e düştü.

10 yıl içerisinde 0.7 doğumluk bir azalma gerçekleşti. Doğum oranları 2.1’in altına düşen ülkeler düşük doğurganlık ülkesi olarak, 1.7’nin altına düşenler çok düşük doğurganlık ülkesi, 1.3’ün altına düşen ülkeler ise en düşük doğurganlık ülkesi olarak niteliyor. Türkiye artık düşük değil, çok düşük doğurganlık ülkesi durumunda.

Doğum istatistiklerinin detayları

Doğum istatistiklerinin detaylarına baktığımızda doğum oranı 3’ün üzerinde olan tek bir il var, Şanlıurfa’da doğum oranı 3.27 çocuk. Doğum oranı yenilenme düzeyi olan 2.1 çocuğun üzerinde olan Şanlıurfa dahil sadece 10 il var, geriye kalan 71 ilde doğum oranı 2.1 çocuğun altında, bu illerin 51’inde 1.5 çocuğun altında, 19 ilimizde 1.3 çocuğun da altında.

Dikkat çekici noktalardan birisi de “üç büyükler” diye ifade ettiğimiz İstanbul, Ankara, İzmir’de doğum oranının 1.2 çocuğa kadar düşmüş olması. Yaşlı nüfus oranının yüksek olduğu Kütahya, Karabük, Zonguldak, Bartın gibi illerde doğum oranı 1.2 çocuğun da altında. Bartın 1.13 çocuk ile Türkiye’de doğum oranının en düşük olduğu il.

En büyük azalma Doğu illerinde

Türkiye’deki doğurganlık düşüşüne tüm alt nüfus grupları, tüm iller katılmış görünüyor.

Son 10 yılda Türkiye’de doğum oranının 0.7 çocuk azaldığını belirtmiştik. Bu 10 yılda doğurganlıktaki azalmanın en yüksek oranda olduğu ilk 15 ilin tamamı doğuda yer alan iller, bu illerde 1 çocuktan daha fazla azalma gerçekleşti.

Ağrı’da 1.8 çocuk, Siirt’te 1.7 çocuk, Şırnak’ta 1.6 çocuk, Muş ve Iğdır’da 1.5 çocuk azalma söz konusu. Doğum oranlarındaki azalmanın en az olduğu iller ise doğum oranları zaten çoktan düşük seviyelere inmiş olan Edirne, Çanakkale, Kastamonu, Kırklareli, Tunceli gibi iller.

Doğum sayıları da azalıyor

Doğum oranlarındaki bu azalmaya paralel olarak doğum sayıları da azaldı. 2014 yılında 1 milyon 351 bin 88 doğum gerçekleşmişken, doğum sayıları her yıl kademe kademe azalarak 2023 yılında 1 milyonun altına düştü, 958 bin 408 doğum gerçekleşti.

İlk evlenme yaşı yükseliyor

Doğumlardaki azalma ilk evlilik yaşı, ilk doğum yaşı ve doğumda anne yaşı ile doğrudan ilintili. İlk evlilik yaşı erkeklerde 28.3’e, kadınlarda 25.7’ye ulaşmış durumda. İstanbul’da bu rakam erkeklerde 29.2, kadınlarda 26.9.

Doğumlar ileri yaşlara erteleniyor

Doğumlarda ileri yaşlara doğru erteleme eğilimi devam ediyor. 2006 yılına kadar doğumların en yaygın olduğu yaş grubu 20-24 yaş grubu iken ilk defa 2006 yılında doğumların en yaygın olduğu yaş grubu 25-29 yaş grubuna kaydı. Sonraki yıllarda bu eğilim artarak devam etti.

İlk doğumda ortalama anne yaşı Türkiye’de 27’ye, İstanbul’da 28.6’ya yükselmiş durumda. Tüm doğumları baz aldığımızda ortalama anne yaşı 29.2’ye yükseldi.

Eskiden toplam doğumların yaklaşık dörtte biri 30 yaş üstü anneler tarafından gerçekleştirilirken bu oran 2018 yılında yüzde 40’ın üzerine çıktı, 2023 yılı itibarı ile de yüzde 42.2’ye yükselmiş durumda. Doğumların yüzde 16’sı da 35 yaş üstü anneler tarafından gerçekleştirilmiş. 35 yaş üstü gebelikler riskli gebelikler olarak kabul edilir, bu tablo riskli gebeliklerin oldukça arttığına işaret ediyor.

Doğum oranları neden düşer?

Toplumların kalkınmalarına, modernleşmelerine paralel olarak bütün toplumlar doğum ve ölüm oranlarının yüksek olduğu bir aşamadan her ikisinin de düşük olduğu bir aşamaya kademeli olarak geçiş yapıyorlar. Bu eğilim 1940-1950’li yıllarda Notestein tarafından ortaya konulan “Demografik Geçiş Kuramı”nda detaylı olarak ifade ediliyor.

Bu teorinin bazı uç yorumlarında doğurganlıktaki azalmanın kalkınmaya sebep olduğu gibi yanlış yorumlamalar söz konusu olsa da, esasen teoriyi kalkınma, sanayileşme, kentleşme, zorunlu eğitimin yaygınlaşması gibi makro-ekonomik süreçlerin neticesinde toplumların daha düşük doğum oranlarına sahip oldukları şeklinde okumak lazım.

Tabii, demografik geçişin başlangıç zamanı, ne kadar sürdüğü, hangi faktörlerin etkilerine tabi olduğu gibi konularda her ülkede, hatta ülkelerin alt-nüfus gruplarında farklılıklar gözleniyor. Her ülke kendi tarihinin ve karmaşık sosyal süreçlerin neticesinde demografik geçiş sürecini kendine özgü bir şekilde yaşıyorlar.

Örneğin, Avrupa ülkelerinin çoğunda bir yüzyılı bulan demografik geçiş süreci, Türkiye gibi ülkelerde ertelenmiş olarak ve daha kısa sürede yaşanan bir süreç olmuştur. Demografik geçiş teorisi dışında da çok sayıda farklı teori doğurganlıktaki azalmanın nedenlerini izah etmeye çalışıyor, ancak yazının kapsamı nedeniyle şimdilik o teorileri başka bir yazıya bırakıyorum.

Dünyada durum

Dünyada çok sayıda Avrupa ülkesinde doğum oranlarında azalma 19. yüzyılda başladı. Sonrasında Anglosakson ülkelerde Avustralya, ABD, Kanada gibi ülkelerde ve Japonya’da doğurganlıkta azalma baş gösterdi. 1970’lerde bu ülkelerin çoğunda doğum oranları düşük seviyelere geldi. 1970’lerde tek çocuk politikası ile birlikte Çin, 80’ler ve 90’larda ise Uzak Asya ülkeleri doğum oranlarının çok hızlı bir şekilde düştüğü ülkeler arasına katıldı.

Dünyada doğum oranlarının mevcut durumuna baktığımızda doğum oranlarının Afrika kıtasında özellikle Sahra altı Afrika’da halen oldukça yüksek olduğunu görüyoruz. Tamamı azgelişmiş, düşük gelir grubundaki, politik istikrarsızlıkların hakim olduğu bu ülkelerde doğum oranları dünya ortalamasının oldukça üzerinde.

Dünya genelinde 2.32’ye düşmüş olan toplam doğurganlık hızının 2050’ye kadar yenilenme düzeyinin (2.1 çocuk) üzerinde kalmasını, 2070’lere doğru 2 çocuğun altına düşmesini 2100 gibi ise 1.8 çocuğa düşmesini bekliyoruz.

Avrupa Birliği ülkelerinin ortalaması 1.46 çocuk. Avrupa’da en yüksek doğurganlık oranı Fransa’da. İtalya, İspanya, Malta gibi Akdeniz ülkeleri ise Avrupa’nın en düşük doğurganlık oranlarına sahipler.

Düşük doğurganlık rejimindeki ülkeler nasıl politikalar uyguluyorlar?

OECD ve Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamında doğurganlığı artırıcı, pronatalist politikalar uygulanıyor. Aile yardımı, çocuk yardımı kapsamında ayni veya nakdi destekler, kreşlerin veya çocuk bakımevlerinin yaygınlaşması, ücretli-ücretsiz annelik/babalık izin sürelerinin artırılması gibi doğumları artırıcı politikaların bazıları veya hepsi çoğu ülke tarafından uygulanıyor.

Nüfus politikaları açısından doğru uygulama örneği olarak Fransa incelenebilir. Fransa’da doğum oranı 1970’lerde 1.8 çocuk seviyesine düşüyor. O dönemde Türkiye’de doğum oranı yaklaşık 5 çocuktu. Fransa doğurganlığı artırıcı doğru politikaları daha o zamandan, gecikmeden uygulamaya başlayarak, nüfus politikalarını diğer sosyal politikalar ile destekleyerek aradan yarım asır geçmesine rağmen doğum oranlarını 1.8 çocuk seviyesinde tutmayı başarmış durumda. Bu başarı çocuk yapmayı teşvik eden bir toplumsal sistem kurulması sayesinde geldi. Aile ve iş hayatını birleştiren, kreşleri, gündüz bakım evlerini yaygınlaştıran, bunların niteliğini artırıp, maliyetlerini düşürerek çocuk bakımını kolaylaştıran politikalar izlendi. Bu sayede, kadınların işgücüne dahil olmalarının ve çocuk yapma kararı almalarının önü açıldı. Hem sosyal yapıda hem aile içinde erkekler ve kadınlar arasında daha eşitlikçi bir sosyal yapı tesis edildi. Benzer politikalar izleyen Kuzey Avrupa ülkelerinden İsveç ve Danimarka’da da doğum oranı 1.50’nin altına düşmedi.

İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde ise sosyal devlet uygulamaları daha sınırlı, sosyal yapıda ve aile içi roller açısından toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha belirgin, çocuk bakımında kurumsal destek yeterli düzeyde değil.

Türkiye’de doğum oranları gelecekte artar mı, azalır mı?

Türkiye’de gelecekte doğum oranlarının ne yönde seyredeceği uygulanacak nüfus politikalarının yanı sıra ekonomik ve sosyal politikalarla da doğrudan ilintili. Mevcut politika ve uygulamaların devam etmesi durumunda doğum oranlarının düşme eğiliminin devam edeceğini öngörüyorum. Birkaç gerekçeyle:

Birincisi, sosyo-ekonomik ve kültürel özellikleri açısından Türkiye ile daha fazla benzerliği olan İspanya ve İtalya gibi Akdeniz ülkelerinde doğum oranları 1.2 çocuk civarında, doğum oranlarını artırmayı bir türlü başaramıyorlar. Coğrafi olarak bize biraz uzak olsa da sosyal, kültürel özellikleri açısından çok da uzak olmayan Güney Kore’nin de dünyada en düşük doğurganlık düzeyine sahip olduğunu, doğum oranının 0.8 çocuğun altına indiğini hatırlayalım. Nüfusunun hemen tamamının Müslüman olmasının Türkiye’yi bu ülkelerden farklı kıldığı, Türkiye’nin onlara benzemeyeceğini iddia edenler olabilir. Böyle düşünenlerin İran’a bakmalarını öneririm, İran’da da doğum oranları 1.7 çocuğun altına indi.

İkincisi, sosyal, demografik değişimlerde öncü rol oynayan alt nüfus grupları olur. Ülkenin genelinin davranışı biraz gecikmeli olarak da olsa bu öncü gruplara yakınsar. Kentli, eğitimli kadınların doğurganlık davranışlarının bir süre sonra Türkiye geneline hakim olacağını öngörebiliriz. Bugün üç büyük kentimizde İstanbul, Ankara ve İzmir’de doğum oranı 1.2 çocuğa kadar düşmüş durumda. Yine son doğum istatistiklerine göre üniversite mezunu kadınların doğum oranı 1.3 çocuk.

Ne yapmalı?

Nüfus araştırmalarında kadınlara istedikleri çocuk sayısını da soruyoruz. Türkiye Aile Yapısı Araştırması verisinden yaptığım bir analize göre doğurgan çağlarının sonuna yaklaşan 40-49 yaş grubundaki kadınların yaklaşık yarısının (yüzde 45) istediklerinden az çocuk sahibi oldukları ortaya çıkmıştı. Bu oran üniversite mezunu, sosyal güvenceli bir işte çalışan kadınlarda yüzde 60’lar seviyesine çıkıyordu.

Bu tablo, kadınların, ailelerin istedikleri sayıda çocuk sahibi olmalarının önünde birtakım bariyerler olduğuna, aile ve iş yaşamı dengesinin kurulmasında sorunlar olduğuna işaret ediyor.

Günümüzde eğitim ve istihdam koşulları çok rekabetçi hale gelmiş durumda. Bu rekabette çocuklarını avantajlı kılmak isteyen aileler kreşten başlayarak üniversiteye kadar çocuklarına büyük yatırımlar yapmak zorunda kalıyorlar. Çocuklarını nitelikli kreşlere, okullara, üniversitelere göndermek isteyen aileler resmen bir servet ödemek zorunda kalıyorlar. Eğitimde özelleştirme politikasının doğal bir sonucu bu.

İstihdam koşulları da çok rekabetçi. Her beş gençten biri işsiz. Türkiye’de istediği nitelikte iş bulamayan gençler ailelerinden kopup yurt dışında kendilerine istikbal arıyorlar. Bu koşullarda aileler kaynaklarını tek çocuk için kullanmayı tercih etmiş görünüyorlar.

Toparlayacak olursak, doğum oranlarını artırmak, daha çok çocuk sahibi olmak isteyip bunu yapamayan ailelerin çocuk yapmalarını sağlamak isteniyorsa nüfus politikalarının ekonomik, sosyal politikalarla desteklenmesi gerekiyor.

Mecliste tartışıldığı haliyle konunun sadece doğum izni süresinin artırılması ile çözülemeyeceği açık. Çocuk bakımı konusunda kamunun “sosyal devlet” ilkesi çerçevesinde daha fazla sorumluluk alması gerekiyor. Okul öncesi dönemdeki çocuklar için kamu kreşlerinin yaygınlaşması, kurumsal çocuk bakımı hizmetleri için verilen çocuk bakımı ödeneklerinin ihtiyacı karşılar hale gelmesi çocuk sahibi olmayı özendirecek en önemli politika.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 29 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.

Mehmet Ali Eryurt
Mehmet Ali Eryurt
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt - 1999 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu, yüksek lisans ve doktora derecelerini Nüfusbilim alanında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde aldı. Doktora tez çalışmaları için Almanya’da Max Planck Demografik Araştırma Enstitüsü’nde bulundu. Halen Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 1998, 2003, 2008, 2013 ve 2018 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları, Ulusal Anne Ölümleri Çalışması, Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması, 2008 ve 2014 Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırmaları, Uydu Kentlerde Yaşayan Sığınmacıların Sosyo-Ekonomik Profili, Türkiye’de Yasal Olarak İkamet Eden Yabancıların Profili ve Yaşam Koşulları, Türkiye’de Afganistan Uyruklu Sığınmacılar gibi çok sayıda büyük çaplı sosyal araştırmada proje yürütücüsü ve araştırmacı olarak yer aldı. Türkiye’nin demografik dönüşümü, nüfus politikaları, ölümlülük, doğurganlık, sosyal eşitsizlikler, yaşlılık, göç ve kentleşme, sığınmacı ve mülteci nüfus, uluslararası işgücü göçü gibi konularda kitapları/kitap bölümleri ve makaleleri bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x