Türkiye’de doğurganlık oranı 2001’de 2,38 iken, 2023’te 1,51’e gerileyerek tarihinin en düşük seviyesine ulaştı. Bu oran, nüfusun kendini yenileyebilmesi için gerekli olan 2,1 seviyesinin çok altında. Ancak Türkiye bu konuda yalnız değil. Güney Kore’de doğurganlık oranı 0,7’ye düşerken, Avrupa ülkelerinin çoğu da benzer bir düşüş yaşıyor. Küresel ölçekte doğum oranları hızla gerilerken, bu durumun ekonomik, sosyal ve kültürel etkileri giderek daha fazla tartışılıyor.
The New Yorker yazarlarından Gideon Lewis-Kraus, bu konuyu derinlemesine inceliyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Toplumlar bazen aniden çökerler. Ancak, felaket tellalları karanlık öngörülerde bulunmak için erken olabileceğini akıllarından çıkarmamalıdır. 1968 yılında, bir böcek biyoloğu olan Paul Ehrlich, çok satan kitabı “Nüfus Bombası”nda, nüfus artış hızına dikkat çekip, “Tüm insanlığı doyurma savaşı sona erdi. Dünya 1970’lerde kıtlıklara maruz kalacak ve yüz milyonlarca insan açlıktan ölecek” diye yazmıştı. Ehrlich kürtajın yasallaştırılması, doğum kontrol araştırmalarına yatırım yapılması ve cinsel eğitim gibi birkaç aklı başında öneride bulunduğu gibi, su kaynaklarına geçici kısırlaştırıcılar eklenmesi fikrini de ortaya atmıştı.
“Nüfus Bombası” küresel bir paniğe dönüştü. Hindistan, iki yıldan kısa bir süre içinde milyonlarca vatandaşını zorunlu kısırlaştırmaya tabi tuttu. Çin meşhur tek çocuk politikasını uygulamaya koydu. Ehrlich nüfus kontrolünün en zorlayıcı uygulamaları için suçlanamaz, ama komik bir zamanlama yapmakla suçlanabilir. “Nüfus Bombası” yayınlandığında nüfus artış hızı çoktan zirveye ulaşmıştı. Yüz binlerce yıl boyunca ilerlemiş ve çoğalmıştık. Bu çağ sona ermek üzereydi.
Japonya’da son çocuğa kaç yıl kaldı?
“Toplam doğurganlık oranı” ortalama bir kadının doğuracağı çocuk sayısının kaba bir tahminidir. Bir nüfus, “ikame oranı” ya da anne başına yaklaşık 2,1 bebek düzeyinde çoğalırsa istikrarlı olacaktır. Bu eşiğin üzerindeki her şey teorik olarak üstel bir genişleme, altındaki her şey ise üstel bir azalma yaratacaktır.
1960 yılında küçük bir ülke olan Singapur’un doğurganlık oranı neredeyse 6 idi. Bu oran 1985 yılına gelindiğinde 1,6’ya düşmüştü ki, bu da iki nesil içinde nüfusun kabaca yarıya inmesi anlamına geliyordu. Ülkenin liderleri bir tanıtım kampanyası başlattı: “Üç ya da Daha Fazla Çocuk Sahibi Olun.” Singapurlular buna uymadı. Bir ülkeden diğerine, çok fazla torun kâbusu, çok az torun kâbusuna dönüştü.
2007 yılında Japonya’nın toplam doğurganlık oranı 1.3’e ulaştı. Bir Japon ekonomist, ülkesinin son çocuğuna doğru geri sayan kavramsal bir saat çalıştırıyor: şu anki gösterge 5 Ocak 2720’yi gösteriyor.
Elon Musk’ın uygarlığa katkısı yeter mi?
Günümüzde doğurganlığın azalması neredeyse evrensel bir olgu. Hiçbiri varlıklı olmayan Arnavutluk, El Salvador ve Nepal’de doğurganlık artık ikame seviyesinin altında. İran’ın doğurganlık oranı otuz yıl öncesinin yarısı kadar. “Avrupa’nın demografik kışı” ile ilgili manşetler sıradanlaştı. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, ülkesinin “yok olmaya mahkûm” olduğunu söyledi.
Emin olabilmemiz için birkaç yıl geçmesi gerekecek, ancak 2023 yılında dünyanın bir bütün olarak ilk kez ikame eşiğinin altına düşmesi mümkün. Orta Asya ve Sahra altı Afrika’da doğurganlık yüksek kalmaya devam ediyor, ancak oralarda bile oranlar genel olarak azalıyor. Paranoya ortaya çıktı. Geçtiğimiz yıl Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yüzlerce erkek, cinsel organlarının kaybolduğuna dair muhtemelen sanrısal bir inanca sahip olduklarını bildirmiştir. Doğurganlık oranının yediden dörde düştüğü Nijerya’da, çok okunan bir tabloid, Fransız istihbarat servislerindeki sapıkların “çocuk doğurmak istemeyen Avrupalıların yok oluşunu tersine çevirmek amacıyla Afrikalı erkeklerin penislerini çalmak için gizli nanoteknoloji yeniliklerini kullanan” bir komployu suçladı.
Bu fenomen tuhaf bir şekilde rahatsız edici bir güce sahipti ve yakın zamana kadar Amerikalılar bu durumdan habersizdi. Ancak son yirmi yılda Amerika’nın doğurganlık oranı yaklaşık yüzde yirmi düşerek 1.6’ya gerilemiştir. Sağ kanat, nüfusun azalmasını iklim değişikliğinden daha büyük bir tehdit olarak görüyor. Elon Musk, bilinen on üç kadar çocuğuyla bunu “uygarlığın karşı karşıya olduğu en büyük tehlike” olarak tanımlıyor ve kendi sessiz yöntemiyle bunu telafi etmeye çalışıyor.
Cevabı güç bir soru
Duruma kendinden emin bir açıklama getiren herkes muhtemelen yanılıyor. Doğurganlık belki de bir bireyin verebileceği en önemli karardır. Dolayısıyla doğurganlıkla ilgili olası bir teori, cinsiyet, para, politika, kültür ve evrimi de içeren bütün bir teori olmak zorundadır.
Küresel nüfusun yaklaşık yarım yüzyıl daha artacağı öngörülmektedir. Sonra da azalacak. Bu daha önce görülmemiş bir durum. Neredeyse başka hiçbir şey kesin olarak söylenemez. Potansiyel geleceğin habercileri var. Güney Kore’nin doğurganlık oranı 0,7’dir. Bu, dünyadaki en düşük oran ve kaydedilmiş tarihteki en düşük oran olabilir. Bu gidişat devam ederse, birbirini izleyen her nesil bir öncekinin üçte biri büyüklüğünde olacaktır. Bugün yaşayan ve çocuk doğurma çağındaki her yüz Koreli, toplamda yaklaşık on iki torun sahibi olacak. Bu ülke aykırı bir örnek, ancak uzun süre öyle kalmayabilir.
Refah artışı beklentisiyle nüfus kontrolün etkisi
Ekonomist Thomas Malthus’un ünlü gözlemine göre, “cinsiyetler arası tutku” için tek etkili caydırıcı unsur, kişinin çocuklarının açlıktan öleceği korkusuydu. Aileler, doğan bebeklerin neredeyse yarısının beşinci yaş gününü göremeyeceği gerçeğini telafi edecek kadar büyüktü. 1805 yılı civarında bir milyar insan eşiğini aştık. Bu eşiği aşmak insanlık tarihinin tamamını almıştı. Bir sonraki bir milyara ise sadece 123 yılda ulaştık.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, sanayileşen ekonomiyle artık tarla işinde yardımcı olması için daha fazla çocuğa ihtiyaç yoktu. Kadınlar çalışma hayatına girmekte özgürdü. Aynı zamanda, tıp ve sağlık alanındaki gelişmeler çocuk ölüm oranlarını radikal bir şekilde azalttı. Çocuklar sermaye varlıkları haline geldi ve eğitimlerine yapılan yatırımların sağlıklı getiriler sağlayacağı anlaşıldı. Ekonomistler bunu diğer dayanıklı tüketim mallarına benzetti: Aileler zenginleştikçe sadece araba almakla kalmıyor, daha güzellerini de alıyorlardı.
Ekonomik refah doğurganlığı azaltıyorsa, daha düşük doğurganlığın da refahı artırması gerektiği mantıklı görünüyordu. Soğuk Savaş sırasında nüfus kontrolü, sosyal ve siyasi hastalıklar için bir tür ana anahtar ya da her derde deva olarak görülmeye başlandı. ABD Başkanı Lyndon Johnson doğum kontrolü ve cinsel eğitimin yaygınlaşmasını destekledi. Aile planlamasının başlıca aracının kadın bedeni olması talihsiz ama görünüşe göre kaçınılmazdı.
Güney Kore bu konuda öncü oldu. Kore Savaşı’ndan on yıl sonra ülkede kişi başına düşen milli gelir yüz doların altındaydı. İnsanlar ağaç kabuğu ya da haşlanmış ot yiyor, çocuklar sokaklarda dileniyordu. 1961’deki askeri darbeden sonra yeni otoriter yönetim, ekonomik programını daha küçük ve daha iyi eğitimli bir vatandaş kitlesinin yetiştirilmesine dayandırdı. Sosyal hizmet görevlileri kırsal kesimdeki kadınları en fazla üç çocuk sahibi olmaya teşvik etti. Hükümet doğum kontrol yöntemlerini yasallaştırdı ve gebelik önleyici araçların kullanılması için baskı yaptı. Program büyük bir başarı olarak görüldü. Yirmi yıl içinde Kore’nin doğurganlık oranı altıdan 2.1’e düşerken, Asyalı demografi uzmanları bunu “şimdiye kadar kaydedilen en çarpıcı ve en hızlı düşüşlerden biri” olarak tanımladı. Kore 1983’te ikame oranına yaklaştığında, liderliği politikalarını yeniden gözden geçirebilirdi. Bunun yerine, yeni bir sloganla hedefi iki katına çıkardılar: “İki bile çok fazla.” 1986 yılına gelindiğinde Kore’nin doğurganlık oranı 1.6’ya ulaştı. Bu oran yaklaşık on yıl boyunca sabit kaldı, sonra tepetaklak düştü. Hükümet, nakit transferleri ve ebeveyn izinlerinin uzatılması gibi teşvikler de dahil olmak üzere nüfusu yeniden artırmak için yaklaşık iki yüz elli milyar dolar harcadı, ancak hiçbir işe yaramadı.
Göçmen kabulü çözüm mü?
Liberaller, demografik daralmanın ekonomik etkilerini hafifletmenin en bariz yolu olarak göçü göstermekte haklıdırlar. Şu anda İtalya’da hemşire, Almanya’da tesisatçı açığı var; bugün doğan bir bebek Düsseldorf’taki bir lavabonun tıkanıklığını açmak için hiçbir şey yapmıyor. Ancak göç bile geçici bir önlemdir: 2100 yılına gelindiğinde dünya ülkelerinin yüzde doksan yedisinin nüfusunun yenilenmenin altında kalacağı tahmin edilmektedir. Geçen yıl Estonya’da on binden daha az bebek doğdu. Ancak göçmen kabulü milliyetçi tepkileri tetikleme olasılığı yüksek.
Çocuk destekleri işe yarıyor mu?
En sofistike liberal argümanlar doğurganlıktaki düşüşü, ekonomik güvencesizlik ve “tamamlanmamış” cinsiyet devrimi gibi daha ciddi temel sorunların bir belirtisi olarak yorumluyor. Hem erkekler hem de kadınlar ailelerini geçindirmek için mücadele ediyor, ancak babaların evdeki katılımı annelerin işteki katılımını yakalayamadı. Dolayısıyla daha cömert sosyal devlet yardımlarının daha eşitlikçi bir kültür daha fazla çocuk üretmelidir. Ancak durum böyle görünmüyor. Finlandiya devleti tüm yeni ebeveynlere faydalı, yüksek kaliteli ürünlerle dolu “bebek kutuları” sunarken, İsveç özellikle babalar için uzatılmış ebeveyn izni ve esnek çalışma saatlerini normalleştirdi. İskandinav ülkeleri ebeveyn olmak için harika yerlerdir, ancak doğurganlık oranları hâlâ düşük. Bu eğilimler bütçe kaygılarına indirgenemez. Viyana’da çocuk bakımı neredeyse ücretsizken Zürih’te son derece pahalıdır, buna rağmen Avusturyalılar ve İsviçreliler aynı doğurganlık oranına sahiptir.
Kuşak farkı mı?
Düşük doğurganlık oranları, düzgün çocuk gelişiminin büyük miktarda kişisel ilgiye bağlı olduğu algısıyla ilişkili görünüyor. Bazı ekonomistler doğurganlık oranlarındaki son düşüşü kuşaklar arası bir değişime bağlıyor: doksanlı yıllarda doğanların, çocukların büyük ölçüde yalnız bırakıldığı bir dönemi hatırlama olasılıkları daha düşük. Günümüzde çalışan anneler, önceki nesillerde evhanımı annelere kıyasla aktif çocuk bakımına daha fazla zaman ayırıyor. Üniversite mezunu anneler, üniversite mezunu olmayan annelere kıyasla çocuklarıyla haftada yaklaşık dört saat daha fazla zaman geçiriyor. Ancak insanlar bir aile kurmayı denemek için ne kadar uzun süre beklerlerse, bir aileye sahip olma olasılıkları da o kadar azalıyor.
Herkesin arzu ettiği sayıda çocuk sahibi olmaya yeterli mali güvenceye ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir olabiliriz. Ancak “yeterli” göreceli bir kavramdır ve “başarı kültürü” ihtiyaçları şişirmiş durumdadır.
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde çocuk sahibi olmak, insanların çoğunun üzerinde çok fazla düşünmeden yaptığı bir şeydi. Şimdi ise birçok alternatif arasından sadece bir tanesi. Küresel doğurganlık düşüşünün tek kapsamlı açıklaması, çocuk doğurmanın artık Tanrı’ya, atalarına ya da geleceğe karşı bir yükümlülük gibi özel bir şey olarak görülmemeye başlaması olabilir. Üreme özerkliğini kendine düşkünlükle eş tutmak kadın düşmanlığıdır. Zira çocuksuz insanlar genellikle kendilerini sevgi dolu, vicdanlı bakıcılığa adarlar. Bununla birlikte, çocuk sahibi olmak yerine pahalı akşam yemeklerini ya da Venedik tatillerini tercih eden bir dünya görüşünün biraz rahatsız edici olduğunu da kabul etmeliyiz.
Çocuk başına 300 bin dolar teşvik bile işe yaramayabilir
Ülkeler demografik çöküşü tersine çevirmek için her şeyi denedi. Macaristan’da dört ya da daha fazla çocuğu olan kadınlar ömür boyu gelir vergisinden muaf tutuluyor. Gürcistan’da Ortodoks Patriği, ikiden fazla çocuğu olan ebeveynlerin doğan bebeklerini bizzat vaftiz etmeyi teklif etti. Bazı uluslar düşük bir seviyede istikrar sağlamış olsa da, çok düşük doğurganlıktan ikame seviyesine sürekli bir iyileşme sağlamayı başaran tek bir modern örnek yoktur. Dünyanın en cömert doğum yanlısı hükümetleri, teşvik ve hizmetlere bir servet harcayarak doğurganlık oranını kadın başına bir bebeğin yaklaşık beşte biri kadar artırmıştır. Bazı gözlemciler sübvansiyonların başarılı olabileceğine inanmaktadır, ancak bu sübvansiyonların çocuk başına üç yüz bin dolar düzeyinde olması gerekmektedir .
Nüfus kaybının artçıl etkileri
Ekonomik refah uzun zamandır daha fazla üretim, artan talep ve yeni pazarlar için genişleyen bir nüfusa dayanmaktadır. Büyümenin azaltılmasını savunanlar, bu tür nesiller arası piramit planlarının açıkça sürdürülemezliğine işaret etmişlerdir, ancak bunların çöküşü muhtemelen barışçıl olmayacaktır. Örneğin dünyanın en büyük varlık sınıfları arasında yer alan Çin emlak piyasası dibe vurursa, tüm küresel ekonomi sarsılabilir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, kısmen Vladimir Putin’in anavatanındaki etnik Rus sayısını arttırma arzusundan kaynaklanmış gibi görünüyor.
Doğurganlık yanlısı yaklaşımın en ikna edici yönü, azalan nüfusla kaybedeceklerimizi hatırlatmasıdır.
Evrimsel antropolog Joseph Henrich, yaklaşık on bin yıl önce Avustralya anakarasından koparılan yerli Tazmanyalılar örneğini verir. Nüfusları uzmanlıklarını koruyamayacak kadar küçük ve dağınıktı ve görünüşe göre karmaşık kemik aletlerin nasıl yapıldığını, sıcak tutan giysilerin nasıl yapıldığını ve hatta nasıl balık tutulduğunu unutmuşlardı. Bir kültürün evrimleşmesi için çok sayıda farklı türden insana ihtiyacı vardır.
Fayda-maliyet analiziyle çocuk sahibi olunabilir mi?
Çocuk sahibi olma kararının temelde mantıksız olduğuna dair felsefi bir görüş vardır. Bir çocuğun “değerini” hesaplamaya çalışmak, rasyonel bir yaklaşımla mümkündür. Ancak bu, sadece tahmini bir değer sunar. Çocuk sahibi olma deneyimi, kişiyi o kadar değiştirir ki, bu hesaplamanın yapıldığı andaki kişiyle aynı kişi kalmazsınız. Çocuk sahibi olma kararını veren kişi, çocuk sahibi olduktan sonra tamamen farklı bir bakış açısına sahip olur. Dolayısıyla, baştaki hesaplama anlamsızlaşır. Ebeveynlerin, çocuk sahibi olmanın rasyonel bir şekilde hesaplanamayacağını savunmaları, diğer insanları küçümsemektir.
İnanç veya sezgiye dayalı bir argümanı, ancak biz ve içinde yaşadığımız toplum bu tür bir dönüşüme açık kalırsa anlamlıdır. Bu entelektüel açıdan sorumlu bir tavırdır. Duygusal olarak ise biraz kaçamak davranmaktır.
Kimlik savaşlarının gölgesinde çocuklar
Çocuklar uzun zamandır, gerçek boylarını çok aşan bir tartışmada sembolik bir rol oynadılar. Onları yaşamın nihai olumlaması olarak gören herkese karşılık, bir başkası onlara davranışımızı umutsuzluk nedeni olarak gördü.
Sanki şimdi eski ve çözümsüz bir felsefi çatışmayı, gerçek çıkarları olan ampirik bir deneye dönüştürüyor olabiliriz. Bazen bunu yapmak için acelemiz varmış gibi görünüyor. Doğurganlık oranı üzerinde dönen kültür savaşı, çocukları kendimizin sembolik uzantıları olarak kullanıyor. İnsanlar doğum oranına neyin normal olduğunun bir göstergesi olarak bakıyor. İnsanlar, doğum oranlarına göre birbirlerini ve kendilerini yargılayabilirler. Geniş ailelere sahip muhafazakârlar hayvanat bahçesi hayvanı olarak görülmekten korkuyor. Çocuksuz liberaller ise bencil kariyeristler ya da çapkınlar olarak görülmekten korkuyor. Bu sadece doğurganlıktaki düşüşün bir sonucu olmayabilir; belki de bu düşüşü daha da derinleştiriyordur. Çocuklar, bir bütün olarak insanlığın değeriyle boyunduruk altına alınmaktan kurtulabilir. Onlara kendi kimliklerimizin araçları olarak davranmak çok daha tehlikeli geliyor.
Çocuklar hayatımızın değişkenleridir. Ama aynı zamanda kendi başlarına garip kuşlardır. Dindar insanlar onlardan ilahi kıvılcımın taşıyıcıları, teknoloji uzmanları ise gelecekten gelen elçiler olarak bahseder. Seküler hümanistler ise hayal gücü hakkında bir şeyler mırıldanmakla yetinirler. Her halükârda, parmaklarını prizlere sokmaları ya da evlerimizi ateşe vermeleri engellenmelidir. Çocukların kendi anlamlarını ve niyetlerini keşfetmelerine izin vermemiz, onlara karşı alçakgönüllü ve kararsızlığımızı göstermemiz ve onlardan kendi kesinliklerimizin yükünü taşımalarını beklemememiz gerek. Ne de olsa onlar sadece çocuk.”
Bu yazı ilk kez 25 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

https://www.newyorker.com/magazine/2025/03/03/the-population-implosion