“Bu Hintliler çok yavaş, hem de tembeller … Makarnacı İtalyanlar nasıl da kurnaz… Almanlar çok kaba millet… İskandinavlar da çok soğuk ve suratsız… Adamlar yapmış ama nasıl güzel korumuşlar şurayı, bizde olsa hemen altına dükkân açardık”
Benzer yorumları siz de yaptınız mı? Hadi itiraf edin. En azından kulak misafiri olmuşsunuzdur.
Aslında neredeyse hemen her toplumun, başka toplum ve kültürlerle karşılaştığında, ister istemez onu kendisininkiyle karşılaştırma huyu vardır. Tabii yaptığı yorumlar da, ürünü olduğu kültürün kodlarıyla uyumludur. Biz de bunun istisnası değiliz. Ama bizim yaklaşımımızın kökenleri çok eskilere, bugün bile eseri birçok farklı disiplindeki akademisyen için bir hazine değerinde olan Evliya Çelebi’ye uzanıyor.
“…bal kabağı gibi uzun kellesi var, alnı tahta gibi yassı ve kaşları kalın siyah ama arası gayet açık olup ügü kuşları (baykuş) gözü gibi yuvarlak aları gözlü, uzun siyah kirpikli, hacı tilki gibi uzun çehreli, oğlancık pabucu kadar büyük kulaklı, bir koruk kadar kırık yarım akçe tahtası gibi yahut Mora patlıcanı kadar büyük kırmızı burunlu, burnunun deliklerine üçer parmak sığar, geniş burun deliklerinin içinden otuz yaşında yiğidin bıyığı kılları gibi bıyıkları çıkmış, dudağı bıyığına karışmış, karış marış olmuş siyah fos bıyığı var ki ta kulaklarına varmış. Ve dahi dudakları sanki şütürleb gibi deve dudaklı, ağzına bir somun sığar, dişleri de iri, beyaz deve dişleri var…” (Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi Hazırlayan Seyit Ali Kahraman YKY Yayınları 2017)
Büyük gezgin Evliya Çelebi, Seyahatname’nin 7. cildinde, 1665 yılında Kara Mehmet Paşa’nın elçilik heyetinde bulunduğu sırada tanıştığı genç Avusturya Kralı I. Leopold’u karikatürize ederek yukarıdaki ifadelerle anlatır ve ekler: “Çirkin çehreli, patlıcan burunlu, parmakları Langa (bostanı) hıyarlarına’ benzeyen Nemse Çasarı (Avusturya Kralı).
Bu benzetmeyle, rehberlik ettiğim Türk gezginlerin yıllar önce Hindistan’da bir müzede resimlerini gördüğümüz aşırı kilolu eski Jaypur mihracesi için kullandığı ifadeler arasındaki benzerliği görmemek imkânsız. Yine bir başka gezide, Edinburgh Kalesi’nde gördüğümüz, İskoç -ve daha sonra İngiltere- Kralı VI James (I. James)’in ‘genç bir kıza’ benzeyen portresine benzer bir edayla yapılan yorum aklıma hemen Evliya Çelebi’nin o satırlarını getirmişti.
Fakat yine de 17. asırda at veya katır üstünde, bazen piyade ve kimi zaman kadırga veya kalyon ile 51 sene, Osmanlı İmparatorluğu ve sınırları ötesine (ve bazen de hayal âlemine) seyahat etmiş Evliya Çelebi’yi bugün teknolojinin tüm olanaklarından istifade ederek gezen, sosyal medya hesaplarında paylaşan günümüz modern seyyahlarıyla karşılaştırmak ne kadar doğru?
Evliya Çelebi’den bugüne ne değişti?
IV. Murat’a nedimlik etmiş bir musahip, kendi iddiasına göre güzel sesli bir müezzin, himayesinde bulunduğu vezir ve paşaların kalender meşrep yol arkadaşı olan Evliya gezip gördüklerini daha önce eşine pek rastlanmayan bir tarzda Seyahatname’de anlatır.
Evliya Çelebi’nin eseri, kıta Avrupası’ndan Arabistan’a, İran’dan Sudan’a bugün 40’tan fazla ülkenin bulunduğu geniş bir coğrafyada Osmanlı’nın sınırları içinde ve dışında yüzlerce şehri, demografik yapısını, karşılaştığı halk ve toplulukların lisanını, adet ve göreneklerini, giyim kuşam ve beslenme alışkanlıklarını, Osmanlı ve saray çevresinde seçkin yönetici sınıfının ‘kişisel’ öykülerini, dedikodularını, kendinin de tecrübe ettiği savaş ve maceraları keskin bir gözlem, insanı şaşırtacak derecede ince ayrıntılar eşliğinde ve insan odaklı bir dille kelimelere döker.
Kendi ifadesiyle ‘yedi iklim ve 18 padişahlık’ yerde gezmiş Evliya Çelebi’nin güvenilir olup olmadığı, anlattığı her yeri gezip gezmediği hakkındaki tartışmaları bir kenara bırakacak olursak; seyyahımızın gerçek ve kurmacayı, efsane ve hayali aslında edebi bir teknik olarak kullandığı, belki de okurunun ilgisini kaybetmemek için zaman zaman kurguladığı bir eserle karşılaşırız.
Ömrünün son yıllarını geçirdiği ve muhtemelen Kahire’de kaleme aldığı 10 ciltlik eserinde bugün geniş bir okuyucu kitlesine seslenen Evliya Çelebi’nin Seyahatname’nin asıl önemiyse, 17. yüzyılın geniş bir panoramasını sunması, önemli bilgiler vermesidir. Fakat Seyahatname’nin ‘geniş bir okuyucu kitlesi’ne kavuşabilmek için 19. yüzyılda şarkiyatçı Joseph von Hammer tarafından yeniden keşfedilmesi ve ‘Türkçe bir Seyahatnamenin İlginç Bulunuşu’ başlığı ile Batı’ya ve bilim dünyasına takdim edilmesi gerekiyordu.
Aradan 400 yıl geçti. Evliya Çelebi’nin torunları, yüz binlerce Türk gezgini teknoloji ve seyahat endüstrisinin imkanları sayesinde onun hayal dahi edemeyeceği iklim ve kutuplara seyahat ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun rakamlarına göre, 2019 yılında 8 milyon 383 bin Türk vatandaşı yurt dışına çıktı, yüzde 80.4’ü kişisel, yüzde 19.6’sı paket turlarla gezdi. Önemli bir kısmı, gördüklerinin en azından fotoğraflarını kendi kişisel sosyal medya hesaplarından bazen klişelerle bazen de hoşgörüyle paylaştılar.
Evliya Çelebi’nin hoşgörüsü
Evliya Çelebi üzerine çalışan en önemli uzmanlardan biri olan tarihçi Robert Dankoff’un ‘Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin Dünyaya Bakışı’ (Türkçesi Müfit Günay, YKY yayınları) isimli kitabı Evliya Çelebi’nin hoşgörü sınırlarından da söz eder ve Seyahatname’deki klişe ifadelerden örnekler verir:
Rus-ı menhus (uğursuz Ukraynalılar), Kazak-ı ak (inatçı Kazaklar), Portukal-ı dal (avare Portekizli), Erdel-i erzel (utanmaz Transilvanyalılar), Macar-ı füccar (zinacı Macarlar), Alaman-ı bi-eman (hain Almanlar), Urban-ı uryan (çıplak Araplar), Freng-i bed-reng -veya İfrenc-i pür-renc- (üçkağıtçı Frenkler).
Dankoff, “Bunları her zaman çok ciddiye almamak gerekir” diye de ekler. Yine de gezip gördüğü bu ülkelerde, ‘öteki’yle kişisel düzeyde oldukça dostane ilişkiler kurmuş Evliya Çelebi ile günümüz gezgininin sanat, spor, teknoloji, estetik, vb. konularda yabancılara ve yabancı memleketlere hoşgörünün ötesinde hayranlık duyması arasında da paralellik bulunuyor. Evliya Çelebi de Frenklerin resim sanatına hayrandı ve yukarıdaki klişe ifadeler onun Avrupalıları, uygarlıkları bakımından olumlu biçimde değerlendirmesine engel değildi.
Aşırı hayranlık ve önyargılar
Saraylı Evliya Çelebi’nin zaman zaman alaycı olarak değerlendirilebilecek ifadelerine de satır aralarında rastlamak mümkün. Günümüz seyyahının da yine zaman zaman küçümseyici tavrı, Evliya Çelebi’den de aşina olduğumuz klişe ifadeler ile kendini ele veren (Arap milleti şöyle, İngilizler böyle, vb.) ‘öteki’ne yaklaşımı ve önyargı konusunu akla getiriyor. Seyahatin zorlukları hesaba katıldığında aslında daha hoşgörülü olan gezgin herhangi bir durum, olay, tarihi konular veya kişiler hakkında, seyahat sırasında çabucak bir yargıya varabiliyor ve bunu dile getirmekten hiç çekinmiyor.
Ancak günümüz modern seyyahlarında da zaman zaman gördüğümüz ‘yabancı memleketlere hayranlık duyma’ hali yerini bazen de komplo teorileri, önyargılar ve peşin hükümlere bırakabiliyor.
Bu, bazen bir mihracenin veya kralın alışılmışın dışındaki -fiziki- özellikleri veya kıyafeti hakkında alaycı tavır olduğu gibi, tarihi olaylar hakkındaki görüş ve yargılar olarak da karşımıza çıkabiliyor. Rehberlik ettiğim bir ABD gezisinde, Florida’daki Kennedy Space Center’da -mühendislik fakültesinde yüksek lisans yapan- bir Türk öğrenci gezginin izlediği belgeseli kaynak göstererek Ay’a ilk ayak basan Neil Armstrong ve diğer astronotların aslında bu yolculuğu hiç gerçekleştirmediğine dair söyledikleri hâlâ hatırımda: “Sovyetlerle girdikleri rekabet yüzünden, stüdyoda çektikleri görüntüleri dünyaya servis ettiler… Amerikalılar kazanmak için her şeyi yaparlar!”
Portekiz turunda da denizci ve kaşiflerden söz ederken, bir başka gezgin ise “sömürgecilik konusunda kimse İngilizlerle yarışamaz, çünkü İngilizler sinsidir” deyivermişti.
Seyahatname’den sosyal medyaya
Türkolog Gottfried Hagen ise bir makalesinde, Evliya Çelebi’nin dünya görüşünü şekillendiren, nesilden nesle aktarılmış, Türk-İslam sentezinin tarihi ve coğrafi yorumundan bahseder.
Kanıksanmış, varsayılan yargı veya önyargıların, bir nesilden diğerine olmasa da bir sosyal medya hesabından diğerine aktarıldığı, bazen sadece görsel bir iştah ile tasvirine hayran olduğu şehri görmek üzere yola çıkan modern gezgin elbette dünyayı kendi meşrebine göre algılıyor.
Türk gezginin etrafındaki dünyaya bakışı, ‘öteki’ni bir uzlamda konumlandırışı, dini yargıları, gezdiği coğrafyayı tasnifi, Doğu ve Batı hakkındaki yargıları, duygusal yorumları, zaman zaman kendini beğenmişliği, bazen ‘ötekini’ hakir görmesi, ‘yerli’ referans noktaları (gördüğü bir binayı, yapıyı tıpkı Evliya’nın yaptığı gibi yaşadığı şehirdeki bir binaya benzetmesi), evinden uzaklaştıkça ‘toplumsal baskılardan’ uzak, daha rahat ve özgür hareket etmesi, yurt dışında kendi ülkesindeki düzeni, siyasetçileri eleştirirken daha özgür davranması ile Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de anlattıkları arasında birçok benzerlik bulunuyor.
Dünyanın en iyisi her daim ‘bizim mutfak’
İştahı kabarık seyyah-ı alem Evliya Çelebi ile modern Türk seyyahın yolları bir başka konuda daha kesişiyor: Gittiği yerlerde yeme içme konusunda bize çok değerli bilgiler veren Evliya Çelebi’nin en sonunda (önünde sonunda) “Ta’am devlet-i Osmandadır” diyerek ‘Osmanlı mutfağının dünyanın en iyisi olduğunda karar kılması, bugün yurt dışında turun üçüncü günü dolmadan Türk mutfağını iltifat ile yad edip, alışkın olduğu yemekleri hiçbir şeye değişmeyeceğini itiraf eden gezginleri hatırlatıyor.
Bunca yıldır, nice gezide yanında alışkın olduğu yiyecek içeceği (konserve, kuruyemiş, meyve suyu, vs.) getirmiş gezginlere aşinayım. Ancak yıllar önce Tibet’te bir Budist tapınağın yemekhanesinde, bize ikram edilen arpa unuyla yapılmış ‘tsampa’yı (Kavrulmuş arpa unundan yapılan hamur: Çay, yak tereyağı ile de karıştırılan bir yemek) tadarken, çantasından çıkardığı zeytinyağlı dolmayı ve tulum peynirini afiyetle mideye indiren Türk gezginlerini unutmayacağım.
Elbette Türk gezginler, Sudan’da zürafa kebabını “inşallah helaldir” diyerek yiyen Evliya Çelebi gibi yeni tatlar denemekten geri kalmıyorlar ancak yemek konusunda oldukça muhafazakârlar. Çin turlarında masaya servis edilen envai çeşit lezzetin yanında halasının yaptığı baklavayı, rahmetli ninesinin tereyağında yaptığı pilavı çok özlediğini anlatan birkaç gezgine rastlamak mümkün.
Seyahat, sürprizler ve hoşgörü
Evliya Çelebi 400 yıl öncesinin imkanları ya da imkansızlıklarıyla, yüzlerce yeri gezmiş, yılmadan usanmadan gördüklerini, düşündüklerini not etmişti. Satır aralarına gizlediği mizahi ifadelerle, anlattığı küçük hikayelerle de bir “gezgin”in sahip olması gereken bir özelliği de ortaya koymuştu: Hoşgörü…
Günümüz modern gezginlerini de sadece önyargılar, klişeler, peşin hükümlerle betimlemek haksızlık olur. Bugünün seyyahları, günümüz gezginleri aksayan, sorun yaratan mesele ve durum(lar) karşısında aslında oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı yaklaşıma sahipler.
Kuzey Finlandiya’da bir kış günü geç saatte vardığımız otelin bozuk tesisatı, İrlanda’da kaçırdığımız feribot yüzünden programın aksaması, Filipinler’de havalimanında mahsur kalmamıza sebep olan teknik aksaklık Türk gezginin moralini bozmuyor; New York’ta psikolojik sorunları yüzünden bütün turun keyfini kaçıran gezgine anlayışla yaklaşan grubumuz, keyfi sebeplerle sabah otelden hareket saatine yetişemeyenlere sabreden gezginler, otel ve restoranlarda umdukları hizmeti alamayan Türk gruplar meseleyi büyütmeden, hoşgörü sınırları içinde çoğu zaman gezmenin keyfini çıkartmayı olumsuzluklara odaklanmaya tercih ediyorlar. (Birkaç gezide ‘hoşgörüsüz’ gezginler ile hoş olmayan tecrübeleri istisna saymayı tercih ediyorum)
Evliya Çelebi gördüklerini, yaşadıklarını düşünüp ‘hazmederek’ (belki de 40 yıl bekleyerek) Seyahatname’ye aktarmıştı. Kim bilir eserinde yer verdiği hiciv, mübalağa ve darb-ı mesellerin yanında anlatamadığı ne durumlarla karşılaştı… Günümüz seyyahları gezdikleri gördükleri her yeri (ve her şeyi) aynı anda sosyal medyaya aktarıyorlar. Acaba 400 sene sonra bu toprakların insanları Evliya Çelebi’yi mi yoksa bugünün gezginlerini mi referans alacak, kim bilir?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 6 Şubat 2020’de yayımlanmıştır.