Evrensel bir toplum neden mümkün değildir?

İnsanlar, büyük bir şemsiye altında ulus, etnik köken, dil gibi toplumsal aidiyetlerini unutarak yaşayabilir mi? Psikoloji ve antropoloji bu konuda neler söylüyor? Bir hipnozcu mevcut farklılıklarımızı unutmamızı sağlasaydı ne yapardık?

İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) ile bağlarını koparması, akıllara bir kez daha “evrensel bir toplum mümkün değil mi?” sorusunu getirdi. Aslında uzun yıllardır uluslararası ittifaklarda görülen çatlaklar bu soruya bir nebze de olsa yanıt veriyordu. The Human Swarm: How Our Societies Arise, Thrive, & Fall (İnsan Sürüsü: Toplumlarımız Nasıl Doğar, Gelişir ve yok olur) kitabının yazarı Mark W. Moffett da Nautilus internet sitesinde yayımlanan yazısında aynı sorudan yola çıkarak kimlikleri, toplumsal aidiyeti, farklılıkları; bireysel, toplumsal ve ulusa dair sınırları sorguluyor.

Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:

“1 Ocak 2021’de, Brexit olarak adlandırılan durumun oylanmasından beş yıl sonra, bu kararın öncesi ve sonrasında bazılarında 100 binden fazla ateşli katılımcının yer aldığı sayısız yürüyüşün ardından Büyük Britanya, Avrupa Birliği ile neredeyse yarım asırdır sürdürdüğü bağlarını resmi olarak kopardı. Köşe yazarı Owen Jones, The Guardian’daki yazısında bu kararın ‘topyekûn bir kültür savaşını’ kışkırttığını söylüyordu.

2016’da yapılan oylamada İngiliz halkının çoğunluğu ısrarla ülkelerinin kendi başına kalması, daha geniş bir toplumlar grubunun parçası olmaması yönünde karar verdi. Oylama, Avrupa uluslarının, kendi toplumlarının önemini aşan ya da ortadan kaldıran bir kimliği kabul ederek sınırlarını gevşetmesi eğiliminin aksini gösteriyordu. Toplumların sayısı bir yüzyıldan diğerine azalırken, kültürün uluslararası hale gelmesinin (Star Wars ya da Mercedes-Benz’i düşünün) ve bağlantıların (Twitter’ın Estonya’nın bir köyünü Afganistan’ın bir köyüne bağlaması gibi) Berlin Duvarı tipi bir sınır çöküşünün habercisi olduğu savını ciddiye alabiliriz. (…)

Büyük Britanya ve Avrupa’nın nihai ilişkisi ne olursa olsun, mevcut ayrılık, ulusal kimliğin insan psikolojisiyle nasıl iç içe geçtiğinin altını çiziyor.

Etnolinguistik avcı-toplayıcı gruplardan kabilelere, beyliklere ve devletlere dönüşen toplumlar üzerine hem psikoloji literatürü hem de antropolojik araştırmalar incelendiğinde, evrensel bir toplumun ulaşılamaz olduğu görülüyor.

Bugün dünyanın dört bir yanındaki insanlar Starbucks, KFC ve Coca-Cola tüketiyor olabilir. İtalyan operasının, Fransız modasının ve İran halılarının keyfini sürebilirler. Ancak bunlar ne kadar egzotik etkiye sahip olursa olsunlar ya da hangi yurtdışı bağlantıları kurarlarsa kursunlar, uluslar ortadan kaybolmaz. Vatandaşlarının kendilerine olan ateşli bağlılığını muhafaza ederler. (…)

Sınırların ortadan kalkması takdire şayan olsa da insan zihninin işleyişi hakkında bildiklerimiz bunun gerçekçi bir vizyon olmadığını gösteriyor.

Uluslararası ittifaklarla kurulamayan bağlar

Tarih boyunca insanlık, çok sayıda toplumu bir araya getiren şemsiye örgütleri başarıyla kurdu. Ancak bu tür grupların toplumla kurulan bağların yerini almayı başaramadığı kanıtlandı. (…) İttifakların insanların toplumlarına olan bağlarının yerini almadaki başarısızlığı evrensel olarak geçerli. Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi hükümetlerarası kuruluşlar, onları üyeleri karşısında gerçek kılan bileşenlerden yoksun olduklarından birinci derecede duygusal bağlılığımızı kazanamıyorlar.”

Yazar, AB’nin toplumsal entegrasyon için tasarlanmış en iddialı girişim olabileceğini ancak çok az üyenin AB’yi kendi ülkelerine duydukları sadakate layık bir oluşum olarak gördüklerini belirtiyor:

“Bunun da bazı nedenleri var. Öncelikle, AB’nin sınırları belirsiz, devletlerin girişi ve çıkışıyla değişir. Ayrıca, üyelerinin Orta Çağ’dan gelen bir çatışma geçmişi var, komünist ve kapitalist kültürler arasında Doğu’dan Batı’ya bir bölünme söz konusu. Hepsinden öte, AB’nin ne büyük bir kuruluş hikâyesi ne de saygıdeğer sembolleri veya gelenekleri var. Kimsenin kendi ülkesi için olduğu gibi Avrupa için savaşıp ölmesi de pek mümkün görünmüyor. (…)

2016’daki Brexit oylamasının analizi, kendilerini en güçlü şekilde İngiliz olarak tanımlayanların AB’de kalmaya karşı çıktıklarını gösteriyor. Oy kullananlar, başta ekonomik ve barışı koruma aracı olarak düşünülen şeyi, kimliklerine bir tehdit olarak algılamıştı. Brexit’in sonuçları çoğunlukla ticari olacak ve ticaretin önündeki çok sayıda engeli harekete geçirecek.

İronik olarak Britanya’nın AB ile ilişkileri, öz kimliği stres altındayken sona erdi. Kuzey İrlanda ve İskoçya Birleşik Krallık’tan ayrılmayı giderek daha fazla istiyor. Öte yandan Britanya’nın kaybı, güçlükler karşısında bir grup insanın bir araya gelmesi gibi üye ülkelerin AB ile bağlarını canlandırdı. Ancak bu, AB içindeki bölünmelerin yok olacağı anlamına gelmiyor.

AB’yi bir arada tutan, finansal ve güvenlikle ilgili meselelerdir. Aynı şey, sürekli incelemeye tabi olan İsviçre için de söylenebilir. Zira dört dil ve halkının karmaşık bölgeciliğinin de gösterdiği gibi, ülkenin millet olma durumu 26 yerel topluluk veya kanton arasındaki ayrıntılı bir sosyal ve siyasi ittifaka dayanır. (…) Siyaset bilimci Antoine Chollet, ‘Her kantonun kendi tarihi, anayasası ve bayrağı, hatta bazılarının marşı vardır. İsviçre vatandaşlığı oy kullanabilen bir kişiyi ifade eder, daha fazlasını değil’ diyor. İsviçre konfederasyonunun oluşumu, kantonlar arasında eşitlik duygusunu muhafaza etmek için geçmişe dair hesapların yeniden yazılmasını gerektirdi. Bu da çıkarlarını çok daha büyük ve güçlü komşu ülkelerle müzakere etmek zorunda kaldıkları yüzyıllar boyunca hayatta kalmalarına izin verdi.

Ortak düşmana karşı birleşmek

AB ve İsviçre, yabancılardan gelecek tehlikelere karşı koyma ihtiyacı sayesinde bozulmadan kalmış bölgesel oluşumlardır. Bu, her ikisine de makul bir başarı şansı tanıyan motive edici bir faktördür. (…) Bu birliği sağlamanın olası bir yolu, insanların kimin yabancı olduğuna dair algısını değiştirmek olabilir. ABD’nin eski başkanlarından Ronald Reagan (1981 – 1989) BM’ye hitaben yaptığı bir konuşmada, ‘Bu dünyanın dışından gelen bir uzaylı tehdidiyle karşı karşıya kalırsak, dünya çapındaki farklılıklarımızın ne kadar çabuk ortadan kalkacağını düşünüyorum zaman zaman’ demişti. Nitekim Dünyalar Savaşı gibi bilim kurgu masalları, ortak bir düşmana karşı hareket geçen insanlığı tasvir eder. (…)

Peki, insanlar kimliklerini ‘işaretleyen’ özelliklerden vazgeçerse ya da bu tür etiketler üzerinden (dil, kıyafet, jestler ya da dini inançlar) birbirlerini kategorize etme dürtüsünü bir kenara bırakırsa ne olur?

Böyle bir dünyada algılayacağımız tek sağlam farklılık, gruplar arasında değil, bireyler arasında olacaktır. Bu koşullar altında milletlerimizin tamamen parçalanacağı varsayılıyor, ancak onların yerine neyin geçeceğini tahmin etmek zor. Belki de bağlarımız mahallelerde ya da en iyi tanıdıklarımız etrafında bütünleşecek ve küresel nüfus milyonlarca mikro ulusa bölünecektir. Şempanzeler ve diğer pek çok omurgalı gibi, her bireyin kelimenin tam anlamıyla kendi toplumundaki herkesi hatırlamak zorunda olduğu insan öncesi atalarımızın toplumlarına dönüşü öngörebiliriz.

Ya da farklılıklarımızı ya da farklılıklar hakkında yargıya varma eğilimimizi bir kenara bırakarak zıt bit sonuca varabilir, toplumları tamamen tasfiye edebilir miyiz? Uluslararası seyahatler ve Facebook arkadaşlıkları üzerinden kurulan ağların ayrım gözetmeksizin bizi birbirine bağlamasıyla, bazılarının arzuladığı gibi bütün erkek, kadın ve çocukları kapsayan tüm insanlığı ilgilendiren zor bulunur bir birliği gerçekten güvence altına alabilir miyiz?

İnsanın toplumlarımızla, etnik kökenlerimizle ve diğer gruplarla özdeşleşmek için belirli özelliklere veya ‘işaretlere’ bel bağlaması durumu, insanlığın geçmişine kadar uzanabilir, ancak bunu izleyen sonuç her zaman arzu edilmez. Neyse ki zekâmız, bize biyolojimizden ve tarihimizden kurtulma şansı veriyor. Değişiklikler, kimliklerimizin sınırlarını nasıl çizdiğimizle ilgiliyse, herhangi bir değişiklik son derece zahmetli olacak ve eğitimden fazlasını gerektirecektir. Etnik ve toplumsal işaretlerden kurtulmak başta kulağa hoş gelse de bu hareket şüphesiz insanların değer verdiği şeylerin çoğunun kaybı anlamına gelecektir. İşaretlerimiz iki ucu keskin birer kılıçtır. Bir yandan bizden farklı olanları göz ardı etmemize neden olurken, bir yandan da tıpkı denizaşırı seyahat ederken Amerikalı arkadaşımızla sohbet etmekten zevk almamız gibi, beklentilerimize uyan yabancılardan oluşan bir birlik ruhunu da beraberinde getirirler.

Farklılıklarımızı terk etmek, sonsuz arzulara darbe indirecektir. İnsanlar üyeliklerini önemser ve çok azı onlardan vazgeçmek ister. Onlardan öylece kurtulamayız. Psikoloji alanında yapılan araştırmalar, sosyal gruplarımızın en köklü olanlarına verdiğimiz karşılıkların ve onları tanımlayan özelliklerin, göz açıp kapamaktan daha hızlı gerçekleştiğini ve istem dışı olduğunu gösteriyor. Hiç şüphe yok ki kitleleri hipnotize eden bir hipnozcu mevcut farklılıklarımızı unutmamızı sağlasaydı, baş tacı edeceğimiz yeni farklılıkları keşfetmek veya icat etmek için mücadele verirdik. (…)

Şu anda sahip olduğumuz zihinlerle, insanlıkla özdeşleşmenin yeterli olup olmadığı veya toplumların var olmasının gerekip gerekmediği sorusu, insanların duygusal sağlıkları ve yaşayabilirlikleri için bir toplumun parçası olup olmadıklarıyla ilgilidir. Milliyetçilik üzerine önde gelen düşünürlerden Ernest Gellner, ‘Bir insanın burnu ve iki kulağı olması gerektiği gibi bir milliyeti de olmalıdır’ diye yazmıştı. Yanlışlıkla da olsa, insanın bir ulusun parçası olma ihtiyacının modern zamanların icadından başka bir şey olmadığını iddia eden Gellner, ifadesinin ne kadar doğru olduğunu asla kavrayamadı. Zihin, kendi yarattığımız bir ‘bize karşı onlar’ evreninde gelişti. Bu psikolojik gökkubbeden çıkan toplumlar insanlara her zaman güvenli bir anlam ve onay duygusu veren referans noktaları oldu.

Sosyal marjinalleşme dinsel fanatizmden daha etkilidir

Bir kişiye ülkesi olmadığını söylemek, zihinsel işlev bozukluğu, travma veya trajediyi akla getirir. Belirli bir grup kimliği olmadan insanlar kendilerini ötekileştirilmiş, köksüz ve başıboş hissederler ki bu tehlikeli bir durumdur.” (…)

Moffett, sosyal marjinalleşmenin, dinsel fanatizmden daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu, zira bunun, birçok teröristin kültürel ana akımın dışında bırakıldıktan sonra neden aşırılığa yöneldiğini açıkladığını söylüyor:

“Toplumsal anlamda mülksüzleştirilenlerde boşluğu radikal görüşler doldurur. (…) Tüm kanıtlar toplumların insani bir evrensel olduğuna işaret ediyor. Atalarımız basit adımlarla herkesin diğer tüm üyeleri tanıdığı toplumlardan, kimliklerimize işaret eden göstergelerle birbirinden ayrı düşen toplumlara doğru evrimleşti. (…) Bu, hiçbir zaman orijinal, ‘otantik’ bir insan toplumunun olmadığı, tüm insanların ufuk çizgisinin ötesine geçen açık bir sosyal ilişkiler ağında yaşadığı bir zamanın bulunmadığı anlamına gelir. Bir toplum içinde (aslında birden fazla toplumda) yer almak, türümüzün inançtan veya evlilik bağından daha vazgeçilmez ve kadim bir niteliğidir, çünkü biz insan olmadan önceki şeylerin yolu bu olmuştur.

Farklılıkların kabulü

Elbette toplumların sayısı uzun tarihimiz boyunca kademeli olarak azaldı. Ancak bu, grup kimliklerinin barışçıl şekilde birleşmesiyle değil büyük ölçüde savaşlar ve tahakküm sonucunda gerçekleşti. Bu birleşmelerle ortaya çıkan toplumlar, nüfuslarının çeşitliliğine rağmen halen birbirlerinden farklılaşıyor.

Bu toplumların zıt, aslında sürekli değişen kimlikleri ve dünya görüşleri göz önüne alındığında, kozmopolit düşünürlerin ve diğer pek çoğunun farklı kültürlerin haklarına ve ihtiyaçlarına karşılıklı saygı duyma yönündeki övgüye değer amaçları her zaman zahmetli ve değişken bir hedef olacaktır. Ancak zorlukların farkına varmak, sadece günümüzün fevri dünyasını anlamlandırmamıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda göç gibi tartışmalı konuların ve hepimizin karşı karşıya olduğu ilk gerçek küresel krizler olan çevresel kayıplar, türlerin yok oluşu ve iklim değişikliğinin üstesinden gelmemizde bize rehberlik edecektir.

(…) Toplumlar ve bizi ayıran farklılıklar, zihnimizde insanlar arasındaki sınırları ve dünya üzerindeki fiziki sınırları belirlemek üzere var olmaya devam edecekler. Yine de daha barışçıl ve adil bir dünyayı hedefleyebiliriz. Bu da farklılıklarımızı kabul etmekle başlar.”

Bu yazı ilk kez 22 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Evrensel bir toplum neden mümkün değildir?

İnsanlar, büyük bir şemsiye altında ulus, etnik köken, dil gibi toplumsal aidiyetlerini unutarak yaşayabilir mi? Psikoloji ve antropoloji bu konuda neler söylüyor? Bir hipnozcu mevcut farklılıklarımızı unutmamızı sağlasaydı ne yapardık?

İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) ile bağlarını koparması, akıllara bir kez daha “evrensel bir toplum mümkün değil mi?” sorusunu getirdi. Aslında uzun yıllardır uluslararası ittifaklarda görülen çatlaklar bu soruya bir nebze de olsa yanıt veriyordu. The Human Swarm: How Our Societies Arise, Thrive, & Fall (İnsan Sürüsü: Toplumlarımız Nasıl Doğar, Gelişir ve yok olur) kitabının yazarı Mark W. Moffett da Nautilus internet sitesinde yayımlanan yazısında aynı sorudan yola çıkarak kimlikleri, toplumsal aidiyeti, farklılıkları; bireysel, toplumsal ve ulusa dair sınırları sorguluyor.

Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:

“1 Ocak 2021’de, Brexit olarak adlandırılan durumun oylanmasından beş yıl sonra, bu kararın öncesi ve sonrasında bazılarında 100 binden fazla ateşli katılımcının yer aldığı sayısız yürüyüşün ardından Büyük Britanya, Avrupa Birliği ile neredeyse yarım asırdır sürdürdüğü bağlarını resmi olarak kopardı. Köşe yazarı Owen Jones, The Guardian’daki yazısında bu kararın ‘topyekûn bir kültür savaşını’ kışkırttığını söylüyordu.

2016’da yapılan oylamada İngiliz halkının çoğunluğu ısrarla ülkelerinin kendi başına kalması, daha geniş bir toplumlar grubunun parçası olmaması yönünde karar verdi. Oylama, Avrupa uluslarının, kendi toplumlarının önemini aşan ya da ortadan kaldıran bir kimliği kabul ederek sınırlarını gevşetmesi eğiliminin aksini gösteriyordu. Toplumların sayısı bir yüzyıldan diğerine azalırken, kültürün uluslararası hale gelmesinin (Star Wars ya da Mercedes-Benz’i düşünün) ve bağlantıların (Twitter’ın Estonya’nın bir köyünü Afganistan’ın bir köyüne bağlaması gibi) Berlin Duvarı tipi bir sınır çöküşünün habercisi olduğu savını ciddiye alabiliriz. (…)

Büyük Britanya ve Avrupa’nın nihai ilişkisi ne olursa olsun, mevcut ayrılık, ulusal kimliğin insan psikolojisiyle nasıl iç içe geçtiğinin altını çiziyor.

Etnolinguistik avcı-toplayıcı gruplardan kabilelere, beyliklere ve devletlere dönüşen toplumlar üzerine hem psikoloji literatürü hem de antropolojik araştırmalar incelendiğinde, evrensel bir toplumun ulaşılamaz olduğu görülüyor.

Bugün dünyanın dört bir yanındaki insanlar Starbucks, KFC ve Coca-Cola tüketiyor olabilir. İtalyan operasının, Fransız modasının ve İran halılarının keyfini sürebilirler. Ancak bunlar ne kadar egzotik etkiye sahip olursa olsunlar ya da hangi yurtdışı bağlantıları kurarlarsa kursunlar, uluslar ortadan kaybolmaz. Vatandaşlarının kendilerine olan ateşli bağlılığını muhafaza ederler. (…)

Sınırların ortadan kalkması takdire şayan olsa da insan zihninin işleyişi hakkında bildiklerimiz bunun gerçekçi bir vizyon olmadığını gösteriyor.

Uluslararası ittifaklarla kurulamayan bağlar

Tarih boyunca insanlık, çok sayıda toplumu bir araya getiren şemsiye örgütleri başarıyla kurdu. Ancak bu tür grupların toplumla kurulan bağların yerini almayı başaramadığı kanıtlandı. (…) İttifakların insanların toplumlarına olan bağlarının yerini almadaki başarısızlığı evrensel olarak geçerli. Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi hükümetlerarası kuruluşlar, onları üyeleri karşısında gerçek kılan bileşenlerden yoksun olduklarından birinci derecede duygusal bağlılığımızı kazanamıyorlar.”

Yazar, AB’nin toplumsal entegrasyon için tasarlanmış en iddialı girişim olabileceğini ancak çok az üyenin AB’yi kendi ülkelerine duydukları sadakate layık bir oluşum olarak gördüklerini belirtiyor:

“Bunun da bazı nedenleri var. Öncelikle, AB’nin sınırları belirsiz, devletlerin girişi ve çıkışıyla değişir. Ayrıca, üyelerinin Orta Çağ’dan gelen bir çatışma geçmişi var, komünist ve kapitalist kültürler arasında Doğu’dan Batı’ya bir bölünme söz konusu. Hepsinden öte, AB’nin ne büyük bir kuruluş hikâyesi ne de saygıdeğer sembolleri veya gelenekleri var. Kimsenin kendi ülkesi için olduğu gibi Avrupa için savaşıp ölmesi de pek mümkün görünmüyor. (…)

2016’daki Brexit oylamasının analizi, kendilerini en güçlü şekilde İngiliz olarak tanımlayanların AB’de kalmaya karşı çıktıklarını gösteriyor. Oy kullananlar, başta ekonomik ve barışı koruma aracı olarak düşünülen şeyi, kimliklerine bir tehdit olarak algılamıştı. Brexit’in sonuçları çoğunlukla ticari olacak ve ticaretin önündeki çok sayıda engeli harekete geçirecek.

İronik olarak Britanya’nın AB ile ilişkileri, öz kimliği stres altındayken sona erdi. Kuzey İrlanda ve İskoçya Birleşik Krallık’tan ayrılmayı giderek daha fazla istiyor. Öte yandan Britanya’nın kaybı, güçlükler karşısında bir grup insanın bir araya gelmesi gibi üye ülkelerin AB ile bağlarını canlandırdı. Ancak bu, AB içindeki bölünmelerin yok olacağı anlamına gelmiyor.

AB’yi bir arada tutan, finansal ve güvenlikle ilgili meselelerdir. Aynı şey, sürekli incelemeye tabi olan İsviçre için de söylenebilir. Zira dört dil ve halkının karmaşık bölgeciliğinin de gösterdiği gibi, ülkenin millet olma durumu 26 yerel topluluk veya kanton arasındaki ayrıntılı bir sosyal ve siyasi ittifaka dayanır. (…) Siyaset bilimci Antoine Chollet, ‘Her kantonun kendi tarihi, anayasası ve bayrağı, hatta bazılarının marşı vardır. İsviçre vatandaşlığı oy kullanabilen bir kişiyi ifade eder, daha fazlasını değil’ diyor. İsviçre konfederasyonunun oluşumu, kantonlar arasında eşitlik duygusunu muhafaza etmek için geçmişe dair hesapların yeniden yazılmasını gerektirdi. Bu da çıkarlarını çok daha büyük ve güçlü komşu ülkelerle müzakere etmek zorunda kaldıkları yüzyıllar boyunca hayatta kalmalarına izin verdi.

Ortak düşmana karşı birleşmek

AB ve İsviçre, yabancılardan gelecek tehlikelere karşı koyma ihtiyacı sayesinde bozulmadan kalmış bölgesel oluşumlardır. Bu, her ikisine de makul bir başarı şansı tanıyan motive edici bir faktördür. (…) Bu birliği sağlamanın olası bir yolu, insanların kimin yabancı olduğuna dair algısını değiştirmek olabilir. ABD’nin eski başkanlarından Ronald Reagan (1981 – 1989) BM’ye hitaben yaptığı bir konuşmada, ‘Bu dünyanın dışından gelen bir uzaylı tehdidiyle karşı karşıya kalırsak, dünya çapındaki farklılıklarımızın ne kadar çabuk ortadan kalkacağını düşünüyorum zaman zaman’ demişti. Nitekim Dünyalar Savaşı gibi bilim kurgu masalları, ortak bir düşmana karşı hareket geçen insanlığı tasvir eder. (…)

Peki, insanlar kimliklerini ‘işaretleyen’ özelliklerden vazgeçerse ya da bu tür etiketler üzerinden (dil, kıyafet, jestler ya da dini inançlar) birbirlerini kategorize etme dürtüsünü bir kenara bırakırsa ne olur?

Böyle bir dünyada algılayacağımız tek sağlam farklılık, gruplar arasında değil, bireyler arasında olacaktır. Bu koşullar altında milletlerimizin tamamen parçalanacağı varsayılıyor, ancak onların yerine neyin geçeceğini tahmin etmek zor. Belki de bağlarımız mahallelerde ya da en iyi tanıdıklarımız etrafında bütünleşecek ve küresel nüfus milyonlarca mikro ulusa bölünecektir. Şempanzeler ve diğer pek çok omurgalı gibi, her bireyin kelimenin tam anlamıyla kendi toplumundaki herkesi hatırlamak zorunda olduğu insan öncesi atalarımızın toplumlarına dönüşü öngörebiliriz.

Ya da farklılıklarımızı ya da farklılıklar hakkında yargıya varma eğilimimizi bir kenara bırakarak zıt bit sonuca varabilir, toplumları tamamen tasfiye edebilir miyiz? Uluslararası seyahatler ve Facebook arkadaşlıkları üzerinden kurulan ağların ayrım gözetmeksizin bizi birbirine bağlamasıyla, bazılarının arzuladığı gibi bütün erkek, kadın ve çocukları kapsayan tüm insanlığı ilgilendiren zor bulunur bir birliği gerçekten güvence altına alabilir miyiz?

İnsanın toplumlarımızla, etnik kökenlerimizle ve diğer gruplarla özdeşleşmek için belirli özelliklere veya ‘işaretlere’ bel bağlaması durumu, insanlığın geçmişine kadar uzanabilir, ancak bunu izleyen sonuç her zaman arzu edilmez. Neyse ki zekâmız, bize biyolojimizden ve tarihimizden kurtulma şansı veriyor. Değişiklikler, kimliklerimizin sınırlarını nasıl çizdiğimizle ilgiliyse, herhangi bir değişiklik son derece zahmetli olacak ve eğitimden fazlasını gerektirecektir. Etnik ve toplumsal işaretlerden kurtulmak başta kulağa hoş gelse de bu hareket şüphesiz insanların değer verdiği şeylerin çoğunun kaybı anlamına gelecektir. İşaretlerimiz iki ucu keskin birer kılıçtır. Bir yandan bizden farklı olanları göz ardı etmemize neden olurken, bir yandan da tıpkı denizaşırı seyahat ederken Amerikalı arkadaşımızla sohbet etmekten zevk almamız gibi, beklentilerimize uyan yabancılardan oluşan bir birlik ruhunu da beraberinde getirirler.

Farklılıklarımızı terk etmek, sonsuz arzulara darbe indirecektir. İnsanlar üyeliklerini önemser ve çok azı onlardan vazgeçmek ister. Onlardan öylece kurtulamayız. Psikoloji alanında yapılan araştırmalar, sosyal gruplarımızın en köklü olanlarına verdiğimiz karşılıkların ve onları tanımlayan özelliklerin, göz açıp kapamaktan daha hızlı gerçekleştiğini ve istem dışı olduğunu gösteriyor. Hiç şüphe yok ki kitleleri hipnotize eden bir hipnozcu mevcut farklılıklarımızı unutmamızı sağlasaydı, baş tacı edeceğimiz yeni farklılıkları keşfetmek veya icat etmek için mücadele verirdik. (…)

Şu anda sahip olduğumuz zihinlerle, insanlıkla özdeşleşmenin yeterli olup olmadığı veya toplumların var olmasının gerekip gerekmediği sorusu, insanların duygusal sağlıkları ve yaşayabilirlikleri için bir toplumun parçası olup olmadıklarıyla ilgilidir. Milliyetçilik üzerine önde gelen düşünürlerden Ernest Gellner, ‘Bir insanın burnu ve iki kulağı olması gerektiği gibi bir milliyeti de olmalıdır’ diye yazmıştı. Yanlışlıkla da olsa, insanın bir ulusun parçası olma ihtiyacının modern zamanların icadından başka bir şey olmadığını iddia eden Gellner, ifadesinin ne kadar doğru olduğunu asla kavrayamadı. Zihin, kendi yarattığımız bir ‘bize karşı onlar’ evreninde gelişti. Bu psikolojik gökkubbeden çıkan toplumlar insanlara her zaman güvenli bir anlam ve onay duygusu veren referans noktaları oldu.

Sosyal marjinalleşme dinsel fanatizmden daha etkilidir

Bir kişiye ülkesi olmadığını söylemek, zihinsel işlev bozukluğu, travma veya trajediyi akla getirir. Belirli bir grup kimliği olmadan insanlar kendilerini ötekileştirilmiş, köksüz ve başıboş hissederler ki bu tehlikeli bir durumdur.” (…)

Moffett, sosyal marjinalleşmenin, dinsel fanatizmden daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu, zira bunun, birçok teröristin kültürel ana akımın dışında bırakıldıktan sonra neden aşırılığa yöneldiğini açıkladığını söylüyor:

“Toplumsal anlamda mülksüzleştirilenlerde boşluğu radikal görüşler doldurur. (…) Tüm kanıtlar toplumların insani bir evrensel olduğuna işaret ediyor. Atalarımız basit adımlarla herkesin diğer tüm üyeleri tanıdığı toplumlardan, kimliklerimize işaret eden göstergelerle birbirinden ayrı düşen toplumlara doğru evrimleşti. (…) Bu, hiçbir zaman orijinal, ‘otantik’ bir insan toplumunun olmadığı, tüm insanların ufuk çizgisinin ötesine geçen açık bir sosyal ilişkiler ağında yaşadığı bir zamanın bulunmadığı anlamına gelir. Bir toplum içinde (aslında birden fazla toplumda) yer almak, türümüzün inançtan veya evlilik bağından daha vazgeçilmez ve kadim bir niteliğidir, çünkü biz insan olmadan önceki şeylerin yolu bu olmuştur.

Farklılıkların kabulü

Elbette toplumların sayısı uzun tarihimiz boyunca kademeli olarak azaldı. Ancak bu, grup kimliklerinin barışçıl şekilde birleşmesiyle değil büyük ölçüde savaşlar ve tahakküm sonucunda gerçekleşti. Bu birleşmelerle ortaya çıkan toplumlar, nüfuslarının çeşitliliğine rağmen halen birbirlerinden farklılaşıyor.

Bu toplumların zıt, aslında sürekli değişen kimlikleri ve dünya görüşleri göz önüne alındığında, kozmopolit düşünürlerin ve diğer pek çoğunun farklı kültürlerin haklarına ve ihtiyaçlarına karşılıklı saygı duyma yönündeki övgüye değer amaçları her zaman zahmetli ve değişken bir hedef olacaktır. Ancak zorlukların farkına varmak, sadece günümüzün fevri dünyasını anlamlandırmamıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda göç gibi tartışmalı konuların ve hepimizin karşı karşıya olduğu ilk gerçek küresel krizler olan çevresel kayıplar, türlerin yok oluşu ve iklim değişikliğinin üstesinden gelmemizde bize rehberlik edecektir.

(…) Toplumlar ve bizi ayıran farklılıklar, zihnimizde insanlar arasındaki sınırları ve dünya üzerindeki fiziki sınırları belirlemek üzere var olmaya devam edecekler. Yine de daha barışçıl ve adil bir dünyayı hedefleyebiliriz. Bu da farklılıklarımızı kabul etmekle başlar.”

Bu yazı ilk kez 22 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.

 

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x