Geleceğin aktivizmi: Öngörülemeyenlerin başkaldırısı

Sosyal medya düzenlemesi gündemde ama konuşulan özgürlüklerimizi kısıtlayan, yaşam alanımızı daraltan algoritmalar değil. Sosyal medya hayatlarımızı esir alırken, teknoloji ve veri savaşları yaşanırken, bireye ve devlete ne düşüyor?

Üç ay önce sosyal medya platformu Reddit’in kullanıcılarından BangorLol rumuzlu bir kişi, TikTok hakkında süregelen bir tartışma başlığının altına bir yorum yazdı ve gündeme bomba gibi düştü.

Aslında son dönemde, çoğu genç internet kullanıcısının 15 saniyelik videolar paylaştığı TikTok zaten çok ilgi çekiyordu çünkü çok hızlı bir şekilde dünyanın en popüler ücretsiz iPhone uygulamaları arasına girmeyi başarmıştı. Türkiye’de de durum benzer; halen 30 milyon kişi bu uygulamayı halihazırda indirmiş durumda, 8 milyonu düzenli bir şekilde bu platforma içerikler üretiyor, geri kalan 22 milyon bu içeriğin izleyicisi olarak varlığını sürdürüyor.

Ancak Çin menşeili Tiktok hakkındaki yorumu bu denli yaygınlaştıran nokta, hem bu mecrada çalışanları bile şaşkınlığa uğratması hem de ABD ve Çin arasındaki teknoloji savaşları ile yakından ilgili olmasıydı.

Huawi ile başlayan TikTok ile süren teknoloji ve veri savaşı

BangorLol rumuzlu kullanıcı foruma yaptığı yorumda, TikTok’a tersine mühendislik uyguladığını iddia ediyor ve bu yolla Çin video paylaşım sosyal ağ markası hakkında ortaya çıkardığını söylediği bilgileri paylaşıyordu. Tabii bütün bunlar henüz sadece iddia olsa da Huawei ile başlayan ABD ve Çin arasındaki teknoloji savaşının şimdi de TikTok’a yayıldığı ihtimalini güçlendiriyor.

Nihai tespit için Kişisel Verileri Koruma Kanunu (KVK)K bu iddialar üzerine başlattığı incelemenin neticesini beklemek şart.

Aslında ABD’ye ait sosyal ağ markalarının sicilinin de bu konuda hayli kirli olduğunu hatırlamak gerekiyor. TikTok’la ilgili de pek çok iddia bugüne dek sıkça yazıldı. Bu iddialardan en yaygın olanına göre, TikTok telefonlarımız hakkında her türlü bilgiyi topluyor; konum bilgimizi paylaşmayı reddetsek bile konum bilgimizi, tüm donanım bilgilerimizi ve kopyaladıklarımızın bilgisini alıyor; aktif olarak kullandığımız tüm uygulamaları ve geçmişte indirip sonra sildiğimiz tüm uygulamaları da kayıt altına alıyor; uygulama bağlandığı Wi-Fi ağa dair IP adresleri ve Wi-Fi bilgilerini de kaydediyor; telefonlarımızdaki fotoğraf galerilerinde yer alan tüm fotoğraf ve videolarımıza erişimin yanı sıra uygulamayı kullanmazken bile kamera ve mikrofonlarımıza erişim sağlıyordu. Hatta yine iddialara göre, farkında olmadan onayladığımız Zip dosyası indirme, açma ve çalıştırma yetkisi sayesinde telefonumuza gizli bir şekilde istediği içeriği yükleyebiliyordu.

Gizlilik ihlali mi istihbarat savaşı mı?

Bu detaylar bizim gibi veri odaklı uzmanları ve şirketleri bile şok edecek cinstendi ki bizler 2000’lerin veri devrimi yılları olduğunun ve veri ekonomisinin yükselişinin farkında olan, bu ekonominin yarattığı yeni iş tanımlarına vakıf insanlarız. Buna rağmen iddia edilenler doğruysa, biz bile bunu tanımlamakta çok zorlanırız çünkü bu seviyede bir bilgi biriktirme, gizlik ihlali olarak değil bir istihbarat ürünü olarak tanımlanır, olay ticari bir kaygının ötesine geçer ve mevzubahis olan şey devlet güvenliği olur.

Bu şüpheyi artıran örnekler de yaşandı. Donald Trump’ın ABD Başkanı olduğu seçimlerde, sosyal medyanın Amerikan demokrasisinin taşıyıcı kolonu olan seçimlerine müdahale edilip edilmediği belirsiz. Londra merkezli Cambridge Analytica adlı veri analiz şirketinin, Trump‘ın seçim kampanyasını desteklemek adına Facebook’tan 50 milyon ABD’li kullanıcının profiline ait verileri usulsüzce çektiği ve kendi özel algoritması (yazılımı) ile işlediği, bu sayede hem gizlilik ihlali yaptıkları hem de seçmeni manipüle edecek güç yarattıkları bilgisi hâlâ hafızalarda.

Verileriniz neden paha biçilmez?

Gizlilik ihlallerini anlamaya çalıştığımızda ilk gördüğümüz, bunun ticari bir konu olduğu. Bu veri toplayıcı yazılımlar bizi neden bu kadar tanımak istesinler sorusuyla başlayalım. Çok mu merak ediyorlar bizi? Hayatlarımız çok mu ilginç ki bizi tanımaya çalışsınlar?

Gerçekte olan şey, veri çağının bir öngörülebilirlik çağına dönüşmüş olmasıdır ve bu yeni sistemin istikrarlı çalışması için sistemi oluşturan değişkenlerden biri olan insanın da öngörülebilir hale gelmesi şarttır. Kaotik zamanlarda öngörülebilirlik değer kazanır. Ve kaos uzun yıllardır dünyanın tek değişmeyeni. Peki, bu yazılımlar insanları nasıl öngörülebilir hale getiriyorlar? Önce bıraktığınız dijital izleri takip ederek, yeterli bir bilgi seviyesine ulaştıktan sonra ise tüketiciyi yönlendirerek.

Bu algoritmalar bireyin demografik özelliklerden (yaş, cinsiyet vb.) psikolojik (bireyin algı, tutum ve davranışlarına) ve sosyal faktörlere (hayat tarzı, kültür, aile ilişkileri, arkadaşlar, iş çevresi) kadar geniş bir spektrumda bilgi topluyor.

Peki ne zaman tam olarak öngörülebilir hale geliriz? Bu takip hangi seviyeye kadar devam eder?

Özgürlükleri kısıtlayan, yaşam alanını daraltan algoritmalar

Aslında bu yazılımlar bu seviyeye ulaşırken bir beyin kusurundan yararlanırlar.

İnsan kendisi gibi düşünenlerle bir araya geldiğinde mutlu olur. Bu kusurlu bir düşünme şeklidir ancak beynimiz bu kusurdan maalesef çok hoşlanır. Ve insan kendine benzerlerle mutlu olunca daha çok tüketir.

Bu algoritmalar önce izleri üzerinden bireyi tanır sonra da sadece hoşlanacağı içerikleri göstermeye başlar. Artık birey özgür değildir. Neyi ve kimi görmesi gerektiğine, yani sosyal medyada hayatına giren içeriğe karar veren bir sosyal medya gardiyanı devrededir. Bu gardiyan zaman geçtikçe içerikler üzerinde daha büyük oranda kontrol kurar ve bireyin yaşam alanını daraltır. Aslında artık bireyin bir yaşam alanı da yoktur, birey sadece kendi sesine benzer sesleri duyduğu bir odada sıkışmış kalmıştır. Burada sadece onun hoşlanacağı düşünülen içerikler vardır. Bu odaya yankı odası ismi verilir.

Bu kavramı ilk olarak geleneksel medya için iletişim alanında çalışan akademisyenler Prof. Kathleen Hall Jamieson ve Joseph N. Cappella kullanmıştır. Jamieson ve Cappella’ya göre yankı odası (echo chamber) “hem mesajların kendi içinde iletilirken büyütüldüğü hem de mesajların çürütülmeden korunduğu yalıtılmış bir ortamı tanımlamaktadırlar.”

İşte bireylerin sosyal medya odası da tam bu şekilde yalıtılmıştır. Bireyin hiçbir fikrinin çürütülmediği, kendisinin bir normallik standardı olduğu küçücük bir dünya.

Daha çok tıklama, daha çok iz, daha çok tüketim

Bu denli yalıtılmış bir odadaki birey, gerçeklerden kopuk bir rüya aleminde yaşamaya hazırdır. Bu rüya daha çok tıklatır, daha çok tıklamak daha çok iz bırakmak demektir, daha çok iz ise daha çok tüketim anlamına gelir. Konunun ticari tarafının nihai amacı da budur. Daha çok tüketim, daha çok tüketici.

Peki bu konunun kontrolden çıktığı bir dünyaya giderken çözümü nerede arayacağız?

Öncelikle bu olgunun adını koymamız lazım. Nedir bu?

Yankı odaları ve insan hakları ihlalleri

Yalıtılmış bir odaya tıkılmış olmak çok net bir şekilde insan hakları ihlalidir. Bunun başka bir tanımı veya adı olamaz. Bunu insan haklarının ihlali olarak kabul edince de doğru çözüme ulaşmak için konuya yine insan hakları sınırları içerisinde bakmak zorundayız. Bir insan hakları ihlaline çözümü başka insan haklarını ihlal ederek getiremezsiniz.

Öncelikle konunun çözümü için “bireylerin biliyoruz ama umursamıyoruz” dinamiğini değiştirecek adımlara ihtiyaç var. Yani mesele, “öngörülmek istemeyenlerin” başkaldırısını gerektiriyor.

Yeni aktivizmin buradan yola çıkıp bireyleri organize etmesi, bu devasa şirketlere ve algoritmalarının çalışma şekline başkaldırması gerekir. Başkaldırı organik ve sivil olmalıdır. Çözüm için akademi, sivil toplum kuruluşları (STK), şirketler, uluslararası kurumlar ve kamu arasında daha güçlü bir iş birliğine ihtiyaç vardır. Amaç veri ihlallerinin “Greenpeace”’ini oluşturmaktır. Bu, göz korkutucu gibi görünse de imkânsız değildir. İnsanlar makineye kaptırdıklarını geri istemeyi bilmek zorundadır.

Devletler ne yapabilir?

İnsanlar ve algoritmaların her zamankinden daha yakın bir ilişkide yaşamaya mahkûm olduğu bir dünyadayız. İki taraf için de mutlu bir evlilik yapmak için veri biliminin taşıdığı etik ve yasal sonuçları ele almak tabii ki devletlerin sorumluluğundadır.

Ancak bu meseleyi çözüme ulaştırmak için yasaklar çare olamaz. Çünkü bu platformlar sadece bireylerin sosyalleşme alanları değil, yeni ekonominin şirketleri de bu platformlar üzerinden büyüyor. Ülkemizin genç girişimci ekosisteminin çok büyük kısmı bu dijital dünyanın içinde yaşıyor, her yasak ülkenin girişimcisini de sakatlayıp tüm ekosistemi yıkıyor.

Yani burada söz konusu olan sadece insan hakları değil, aynı zamanda girişimcinin girişim yapma özgürlüğü. Son yıllarda teknoloji girişimcilerimizi sıklıkla Avrupa ülkelerine kaybettiğimiz göz önünde bulundurursak herhangi bir yasaklamanın onları yine nereye yönlendireceği de aşikardır. Bir Suriyeli göçmeni sınırlarından geçirmemek için ordularını sınırlarına yığan bu ülkeler, genç teknolojik beyinlerimiz söz konusu olunca kapılarını sonuna kadar açıyor. Sansür, yasak çözüm değil, olamaz.

Devlet, konuya düzenleyici olarak yaklaşmak zorundadır. Amaç, bireyi korumak olmalıdır. Devlet bunu dünyadaki paydaşları ile tam koordinasyon içinde yapmalıdır. Avrupa Birliği’nin Algoritmalar ve İnsan Hakları yayınlarında olduğu gibi, Türkiye de bu büyük resmin parçası haline gelmelidir. Devlet aktörlerimiz de diğer hükümetlerle, parlamentolarla, dünya kolluk kuvvetleri ile, özel şirketlerle, uluslararası kuruluşlarla güçlü bir iş birliğine girmek zorundadır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Temmuz 2020’de yayımlanmıştır.

Akan Abdula
Akan Abdula
Akan Abdula - 2001 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme bölümünden mezun oldu. 2001 – 2003 yılları arasında Case Western Reserve University Weatherhead School of Management’tan “MBA in Marketing” alanında yüksek lisans derecesini aldı. 2005 – 2009 yılları arasında Millward Brown araştırma direktörü olarak, Türkiye’nin en büyük reklam takip çalışmalarını başlattı ve yönetti. 2009 – 2012 Grey İstanbul reklam ajansında Strateji ve Planlama direktörlüğü ve Grey Group Worldwide global strateji konseyi üyeliği yaptı. Global konseyi yöneten 12 stratejistten biriydi. Reklam Özdenetim Kurulu üyeliği yaptı. Türkiye’nin en iyi ürün lansmanı ve en etkili sosyal sorumluluk kampanyaları için olmak üzere 2 kere altın Effie Ödülü’ne layık görüldü. 2012’de Grey’den ayrılarak FutureBright ve Davranış Enstitüsü’nü kurdu. 2016 yılında ZMET Institute’u kurdu ve Olson Zaltman & Associates’in dokuzuncu küresel ortağı oldu.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Geleceğin aktivizmi: Öngörülemeyenlerin başkaldırısı

Sosyal medya düzenlemesi gündemde ama konuşulan özgürlüklerimizi kısıtlayan, yaşam alanımızı daraltan algoritmalar değil. Sosyal medya hayatlarımızı esir alırken, teknoloji ve veri savaşları yaşanırken, bireye ve devlete ne düşüyor?

Üç ay önce sosyal medya platformu Reddit’in kullanıcılarından BangorLol rumuzlu bir kişi, TikTok hakkında süregelen bir tartışma başlığının altına bir yorum yazdı ve gündeme bomba gibi düştü.

Aslında son dönemde, çoğu genç internet kullanıcısının 15 saniyelik videolar paylaştığı TikTok zaten çok ilgi çekiyordu çünkü çok hızlı bir şekilde dünyanın en popüler ücretsiz iPhone uygulamaları arasına girmeyi başarmıştı. Türkiye’de de durum benzer; halen 30 milyon kişi bu uygulamayı halihazırda indirmiş durumda, 8 milyonu düzenli bir şekilde bu platforma içerikler üretiyor, geri kalan 22 milyon bu içeriğin izleyicisi olarak varlığını sürdürüyor.

Ancak Çin menşeili Tiktok hakkındaki yorumu bu denli yaygınlaştıran nokta, hem bu mecrada çalışanları bile şaşkınlığa uğratması hem de ABD ve Çin arasındaki teknoloji savaşları ile yakından ilgili olmasıydı.

Huawi ile başlayan TikTok ile süren teknoloji ve veri savaşı

BangorLol rumuzlu kullanıcı foruma yaptığı yorumda, TikTok’a tersine mühendislik uyguladığını iddia ediyor ve bu yolla Çin video paylaşım sosyal ağ markası hakkında ortaya çıkardığını söylediği bilgileri paylaşıyordu. Tabii bütün bunlar henüz sadece iddia olsa da Huawei ile başlayan ABD ve Çin arasındaki teknoloji savaşının şimdi de TikTok’a yayıldığı ihtimalini güçlendiriyor.

Nihai tespit için Kişisel Verileri Koruma Kanunu (KVK)K bu iddialar üzerine başlattığı incelemenin neticesini beklemek şart.

Aslında ABD’ye ait sosyal ağ markalarının sicilinin de bu konuda hayli kirli olduğunu hatırlamak gerekiyor. TikTok’la ilgili de pek çok iddia bugüne dek sıkça yazıldı. Bu iddialardan en yaygın olanına göre, TikTok telefonlarımız hakkında her türlü bilgiyi topluyor; konum bilgimizi paylaşmayı reddetsek bile konum bilgimizi, tüm donanım bilgilerimizi ve kopyaladıklarımızın bilgisini alıyor; aktif olarak kullandığımız tüm uygulamaları ve geçmişte indirip sonra sildiğimiz tüm uygulamaları da kayıt altına alıyor; uygulama bağlandığı Wi-Fi ağa dair IP adresleri ve Wi-Fi bilgilerini de kaydediyor; telefonlarımızdaki fotoğraf galerilerinde yer alan tüm fotoğraf ve videolarımıza erişimin yanı sıra uygulamayı kullanmazken bile kamera ve mikrofonlarımıza erişim sağlıyordu. Hatta yine iddialara göre, farkında olmadan onayladığımız Zip dosyası indirme, açma ve çalıştırma yetkisi sayesinde telefonumuza gizli bir şekilde istediği içeriği yükleyebiliyordu.

Gizlilik ihlali mi istihbarat savaşı mı?

Bu detaylar bizim gibi veri odaklı uzmanları ve şirketleri bile şok edecek cinstendi ki bizler 2000’lerin veri devrimi yılları olduğunun ve veri ekonomisinin yükselişinin farkında olan, bu ekonominin yarattığı yeni iş tanımlarına vakıf insanlarız. Buna rağmen iddia edilenler doğruysa, biz bile bunu tanımlamakta çok zorlanırız çünkü bu seviyede bir bilgi biriktirme, gizlik ihlali olarak değil bir istihbarat ürünü olarak tanımlanır, olay ticari bir kaygının ötesine geçer ve mevzubahis olan şey devlet güvenliği olur.

Bu şüpheyi artıran örnekler de yaşandı. Donald Trump’ın ABD Başkanı olduğu seçimlerde, sosyal medyanın Amerikan demokrasisinin taşıyıcı kolonu olan seçimlerine müdahale edilip edilmediği belirsiz. Londra merkezli Cambridge Analytica adlı veri analiz şirketinin, Trump‘ın seçim kampanyasını desteklemek adına Facebook’tan 50 milyon ABD’li kullanıcının profiline ait verileri usulsüzce çektiği ve kendi özel algoritması (yazılımı) ile işlediği, bu sayede hem gizlilik ihlali yaptıkları hem de seçmeni manipüle edecek güç yarattıkları bilgisi hâlâ hafızalarda.

Verileriniz neden paha biçilmez?

Gizlilik ihlallerini anlamaya çalıştığımızda ilk gördüğümüz, bunun ticari bir konu olduğu. Bu veri toplayıcı yazılımlar bizi neden bu kadar tanımak istesinler sorusuyla başlayalım. Çok mu merak ediyorlar bizi? Hayatlarımız çok mu ilginç ki bizi tanımaya çalışsınlar?

Gerçekte olan şey, veri çağının bir öngörülebilirlik çağına dönüşmüş olmasıdır ve bu yeni sistemin istikrarlı çalışması için sistemi oluşturan değişkenlerden biri olan insanın da öngörülebilir hale gelmesi şarttır. Kaotik zamanlarda öngörülebilirlik değer kazanır. Ve kaos uzun yıllardır dünyanın tek değişmeyeni. Peki, bu yazılımlar insanları nasıl öngörülebilir hale getiriyorlar? Önce bıraktığınız dijital izleri takip ederek, yeterli bir bilgi seviyesine ulaştıktan sonra ise tüketiciyi yönlendirerek.

Bu algoritmalar bireyin demografik özelliklerden (yaş, cinsiyet vb.) psikolojik (bireyin algı, tutum ve davranışlarına) ve sosyal faktörlere (hayat tarzı, kültür, aile ilişkileri, arkadaşlar, iş çevresi) kadar geniş bir spektrumda bilgi topluyor.

Peki ne zaman tam olarak öngörülebilir hale geliriz? Bu takip hangi seviyeye kadar devam eder?

Özgürlükleri kısıtlayan, yaşam alanını daraltan algoritmalar

Aslında bu yazılımlar bu seviyeye ulaşırken bir beyin kusurundan yararlanırlar.

İnsan kendisi gibi düşünenlerle bir araya geldiğinde mutlu olur. Bu kusurlu bir düşünme şeklidir ancak beynimiz bu kusurdan maalesef çok hoşlanır. Ve insan kendine benzerlerle mutlu olunca daha çok tüketir.

Bu algoritmalar önce izleri üzerinden bireyi tanır sonra da sadece hoşlanacağı içerikleri göstermeye başlar. Artık birey özgür değildir. Neyi ve kimi görmesi gerektiğine, yani sosyal medyada hayatına giren içeriğe karar veren bir sosyal medya gardiyanı devrededir. Bu gardiyan zaman geçtikçe içerikler üzerinde daha büyük oranda kontrol kurar ve bireyin yaşam alanını daraltır. Aslında artık bireyin bir yaşam alanı da yoktur, birey sadece kendi sesine benzer sesleri duyduğu bir odada sıkışmış kalmıştır. Burada sadece onun hoşlanacağı düşünülen içerikler vardır. Bu odaya yankı odası ismi verilir.

Bu kavramı ilk olarak geleneksel medya için iletişim alanında çalışan akademisyenler Prof. Kathleen Hall Jamieson ve Joseph N. Cappella kullanmıştır. Jamieson ve Cappella’ya göre yankı odası (echo chamber) “hem mesajların kendi içinde iletilirken büyütüldüğü hem de mesajların çürütülmeden korunduğu yalıtılmış bir ortamı tanımlamaktadırlar.”

İşte bireylerin sosyal medya odası da tam bu şekilde yalıtılmıştır. Bireyin hiçbir fikrinin çürütülmediği, kendisinin bir normallik standardı olduğu küçücük bir dünya.

Daha çok tıklama, daha çok iz, daha çok tüketim

Bu denli yalıtılmış bir odadaki birey, gerçeklerden kopuk bir rüya aleminde yaşamaya hazırdır. Bu rüya daha çok tıklatır, daha çok tıklamak daha çok iz bırakmak demektir, daha çok iz ise daha çok tüketim anlamına gelir. Konunun ticari tarafının nihai amacı da budur. Daha çok tüketim, daha çok tüketici.

Peki bu konunun kontrolden çıktığı bir dünyaya giderken çözümü nerede arayacağız?

Öncelikle bu olgunun adını koymamız lazım. Nedir bu?

Yankı odaları ve insan hakları ihlalleri

Yalıtılmış bir odaya tıkılmış olmak çok net bir şekilde insan hakları ihlalidir. Bunun başka bir tanımı veya adı olamaz. Bunu insan haklarının ihlali olarak kabul edince de doğru çözüme ulaşmak için konuya yine insan hakları sınırları içerisinde bakmak zorundayız. Bir insan hakları ihlaline çözümü başka insan haklarını ihlal ederek getiremezsiniz.

Öncelikle konunun çözümü için “bireylerin biliyoruz ama umursamıyoruz” dinamiğini değiştirecek adımlara ihtiyaç var. Yani mesele, “öngörülmek istemeyenlerin” başkaldırısını gerektiriyor.

Yeni aktivizmin buradan yola çıkıp bireyleri organize etmesi, bu devasa şirketlere ve algoritmalarının çalışma şekline başkaldırması gerekir. Başkaldırı organik ve sivil olmalıdır. Çözüm için akademi, sivil toplum kuruluşları (STK), şirketler, uluslararası kurumlar ve kamu arasında daha güçlü bir iş birliğine ihtiyaç vardır. Amaç veri ihlallerinin “Greenpeace”’ini oluşturmaktır. Bu, göz korkutucu gibi görünse de imkânsız değildir. İnsanlar makineye kaptırdıklarını geri istemeyi bilmek zorundadır.

Devletler ne yapabilir?

İnsanlar ve algoritmaların her zamankinden daha yakın bir ilişkide yaşamaya mahkûm olduğu bir dünyadayız. İki taraf için de mutlu bir evlilik yapmak için veri biliminin taşıdığı etik ve yasal sonuçları ele almak tabii ki devletlerin sorumluluğundadır.

Ancak bu meseleyi çözüme ulaştırmak için yasaklar çare olamaz. Çünkü bu platformlar sadece bireylerin sosyalleşme alanları değil, yeni ekonominin şirketleri de bu platformlar üzerinden büyüyor. Ülkemizin genç girişimci ekosisteminin çok büyük kısmı bu dijital dünyanın içinde yaşıyor, her yasak ülkenin girişimcisini de sakatlayıp tüm ekosistemi yıkıyor.

Yani burada söz konusu olan sadece insan hakları değil, aynı zamanda girişimcinin girişim yapma özgürlüğü. Son yıllarda teknoloji girişimcilerimizi sıklıkla Avrupa ülkelerine kaybettiğimiz göz önünde bulundurursak herhangi bir yasaklamanın onları yine nereye yönlendireceği de aşikardır. Bir Suriyeli göçmeni sınırlarından geçirmemek için ordularını sınırlarına yığan bu ülkeler, genç teknolojik beyinlerimiz söz konusu olunca kapılarını sonuna kadar açıyor. Sansür, yasak çözüm değil, olamaz.

Devlet, konuya düzenleyici olarak yaklaşmak zorundadır. Amaç, bireyi korumak olmalıdır. Devlet bunu dünyadaki paydaşları ile tam koordinasyon içinde yapmalıdır. Avrupa Birliği’nin Algoritmalar ve İnsan Hakları yayınlarında olduğu gibi, Türkiye de bu büyük resmin parçası haline gelmelidir. Devlet aktörlerimiz de diğer hükümetlerle, parlamentolarla, dünya kolluk kuvvetleri ile, özel şirketlerle, uluslararası kuruluşlarla güçlü bir iş birliğine girmek zorundadır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Temmuz 2020’de yayımlanmıştır.

Akan Abdula
Akan Abdula
Akan Abdula - 2001 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme bölümünden mezun oldu. 2001 – 2003 yılları arasında Case Western Reserve University Weatherhead School of Management’tan “MBA in Marketing” alanında yüksek lisans derecesini aldı. 2005 – 2009 yılları arasında Millward Brown araştırma direktörü olarak, Türkiye’nin en büyük reklam takip çalışmalarını başlattı ve yönetti. 2009 – 2012 Grey İstanbul reklam ajansında Strateji ve Planlama direktörlüğü ve Grey Group Worldwide global strateji konseyi üyeliği yaptı. Global konseyi yöneten 12 stratejistten biriydi. Reklam Özdenetim Kurulu üyeliği yaptı. Türkiye’nin en iyi ürün lansmanı ve en etkili sosyal sorumluluk kampanyaları için olmak üzere 2 kere altın Effie Ödülü’ne layık görüldü. 2012’de Grey’den ayrılarak FutureBright ve Davranış Enstitüsü’nü kurdu. 2016 yılında ZMET Institute’u kurdu ve Olson Zaltman & Associates’in dokuzuncu küresel ortağı oldu.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x