Göçmen karşıtlığı, ırkçılık ve demokrasinin krizi

Irkçılık, yabancı düşmanlığı, aşırı sağ, popülizm tam olarak nedir, nerede birleşir? Bu siyasetleri ortaya çıkaran üç neden ne? Eskiden ayıplanarak, marjinalize edilmiş bu akımlar şimdi neden güç kazanıyor? Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu yazdı.

1940’lardan 2000’lere kadar ayıp olarak karşılanan ve siyasi hayatı zehirlediği düşünülen aşırı sağ siyasi söylemler bugün tüm dünyada normalleşiyor, ana akımlaşıyor. Oysa, bu tür söylemler iki dünya savaşı arasındaki dönemde “medeni” dünyanın göbeğinde yükselen faşizm travmasını anımsattıkları için siyasetin marjinal çeperlerine itilmişlerdi.

Fakat, geçtiğimiz 10 yılda ABD, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi dünyanın en fazla nüfusa sahip bazı ülkelerinde veya Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde aşırı sağ iktidarlar gördük. Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde ise aşırı sağ partiler ve liderler iktidar alternatifi haline geldiler. İlginç bir şekilde bu ülkelerde daha önceleri sol veya ilerici partileri destekleme eğilimi daha yaygın olan gençler ve alt gelir grupları sağ partilere oy vermeye başladılar.

Peki, ne oldu da aşırı sağ söylemler siyasette merkeze yerleşebildi? Bu soruya cevap vermek önemli. Ancak öncelikle konuyla ilgili birtakım kavramları net bir şekilde tanımlamakta yarar var.

Biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa

Irkçılık ile başlayalım. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada sığınmacı karşıtları #ırkçıyım etiketi ile gövde gösterisi yaptı. Yabancı düşmanlığını ırkçılık olarak nitelendirenlere yanıt olarak gururla “ne olmuş yani ırkçıysak?” dediler.

Oysa en uç örnekleri de dâhil olmak üzere Türk sağı, ırkçılık ile arasına mesafe koyagelmiştir. Tabii ki sosyal medyanın şehvetli ortamının etkisini yadsıyamayız. Ama bu kadar mesafeli durulan bir kavramın bu kadar rahatça kullanılması her halükârda ilginç.

Trump’ın eski başdanışmanı Steve Bannon da Fransa’daki göçmen karşıtı Front National partisinin 2018 kongresinde yaptığı konuşmada “Bırakın size ırkçı desinler. Bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın size yerelci desinler. Onu bir onur nişanesi olarak takın!” ifadelerini kullanmıştı.[efn_note]https://www.npr.org/sections/thetwo-way/2018/03/11/592702598/steve-bannon-takes-anti-establishment-message-overseas-let-them-call-you-racists[/efn_note]

Bu tür söylemlerin neden yükseldiğini aşağıda tartışacağım ama öncelikle nedir ırkçılık? Klasik anlamda ırkçılık, biyolojik ve genetik özelliklere göre insanların sınıflandırılması ve bazı ırkların diğerlerine göre üstün olduğunun savunulmasıdır. Bu tür ırkçılığın en bildik örneği Nazizm. Neyse ki Nazizmin yarattığı yaygın antipati sebebiyle biyolojik ırkçılık halen çok marjinal bir siyasi görüş olmaya devam ediyor. Fransa’da Marine Le Pen veya Hollanda’da Geert Wilders gibi aşırı sağcılar bu anlamda ırkçı olmadıklarını söyleyerek kendilerini eski aşırı sağcılardan farklı bir konuma yerleştirmeye özen gösteriyor.

Ancak biyolojik ırkçılık marjinal kalmaya devam ederken adına “kültürel ırkçılık” dediğimiz bir tür yaygınlaşıyor. Bazı insanları grup aidiyetleri üzerinden kültürel ve toplumsal olarak aşağıda görmeyi kültürel ırkçılık olarak tanımlayabiliriz. İnsanların üstünlüğünü ve düşüklüğünü genetik özelliklere göre değil kültürel özellikler, değerler ve hayat tarzlarına göre algılayan bu ırkçılık, biyolojik ırkçılık kadar sevimsiz görülmese de yarattığı toplumsal ve siyasi etkiler en az onun kadar zehirli. Her ikisi de bir toplumsal grubu dışlayan, o grubu kendisinin varlığına ve esenliğine tehdit olarak algılayan, onların temel haklardan mahrum edilmesini normal gören, hatta elimine edilmelerini savunan siyasi söylemler. Bu tür söylemlerin devlet eliyle sistematik olarak uygulandığı ideolojilere ise Nazizm veya faşizm diyoruz.

Göçmen karşıtlığı

Kültürel ırkçılığın bugün en yaygın şekilleri yabancı düşmanlığı (xenophobia), göçmen karşıtlığı ve İslamofobi olarak ortaya çıkıyor. Aslında bunların üçü de birbirine benzer söylemler. Aralarındaki en kapsayıcı olanı yabancı düşmanlığı olduğu için bu kavram üzerinden ilerlemekte fayda var.

Yabancı düşmanlığı, insanın yaşadığı mekâna sonradan gelenler hakkında duyduğu yoğun kuşku, hoşlanmama, nefret veya korku hissiyatı etrafında şekillenen tutum ve davranıştır.

Elbette ki dışarıdan gelene kuşkuyla bakmak doğal bir insan duygusudur. Ancak bunu öne sürerek yabancı düşmanlığını doğallaştırmak ve normalleştirmek büyük bir çarpıtma. Çünkü yabancı düşmanlığı, bir grubun fertlerinin tamamını şeytanlaştırarak ırkçılığa dönüşüyor, zayıf olanın sistematik olarak dışlanmasına, ayrımcılığa tabi tutulmasına ve en nihayetinde linç edilmesine kapı aralıyor. Öte yandan, göçmen ve sığınmacı karşıtlığı sadece yeni gelenleri değil ikinci ve üçüncü kuşak göçmenleri de kapsıyor. Buradan bakılınca da bu söylemlerin ırkçılık ile benzerliği daha net görülüyor.

Aşırı sağ ve popülizm

Son olarak “aşırı sağ” kavramına da bir açıklık kazandırmakta fayda var. Bugünlerde siyasi merkeze yerleşen aşırı sağın, öncülleri olan Nazizm ve faşizmden önemli bir nitelik farkına sahip olduğunun altını çizmek gerek: Faşizmin sistem karşıtlığı açık bir şekilde demokrasi düşmanı bir ideoloji olarak kendini konumlandırırken, bugünkü aşırı sağ partilerin sistem karşıtlığının hedefinde bir süreç olarak demokrasi değil liberal/anayasal demokrasi vardır.

Yani bugünün aşırı sağ partileri demokratik seçimleri meşruiyet zemini olarak kabul ederken hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, çoğulculuk, azınlık hakları ve iktidarın sınırlandırılması gibi değerleri küçümsüyorlar. İktidara geldiklerinde ise bu kurumları tedricen çökertiyorlar. Bu yönüyle aşırı sağ siyaset ile popülizm arasında bir benzerlik olduğu açık. “Milli irade” söylemi etrafında bir demokrasi anlayışına sahip olan popülist partiler, halkın taleplerinden ve gündeminden kopuk olarak gördükleri siyasi elitlere savaş açıyorlar. Elbette sadece kendilerinin “gerçek halkı” temsil ettiğini iddia ediyorlar. Popülistlerin kafasındaki bu homojen gerçek halk tarifine uymayanlar ise liberaller, “beşinci kol” unsurları, elitler gibi ifadelerle düşmanlaştırılıyor. Yani popülistler de tıpkı aşırı sağ partiler gibi çoğulculuk karşıtıdır ve iktidara geldiklerinde halk iradesini sınırlandırmak için tüm kurumlara düşmanca uygulamalara girişirler.

Şimdi baştaki sorumuza geri dönebiliriz: Nasıl oldu da aşırı sağ söylemler ve bu söylemleri kullanan popülist partiler siyasetin merkezine yerleşebildi? Üç sebebin öne çıktığı söylenebilir.

Ekonomik kötüleşme

Birincisi, alt ve orta sınıfların alım güçlerinin, hayat standartlarının, hayat memnuniyetlerinin ve gelecek beklentilerinin düşmesi, buna mukabil eşitsizliklerin artması.

OECD ülkelerinde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1970’lere kadar %4 civarında seyreden büyüme oranları son 20 yılda %2’lere düşmüştü. Eşitsizliği ölçen Gini katsayılarına bakıldığında endüstrileşmiş ülkelerde eşitsizlik ortalama 30’lu puanlardan 40’lara yükselirken, Türkiye’de ise 2007’de 38 olan katsayı 2015’te 43’ü gördü. 1980’lerden itibaren istihdamda endüstrinin payı azalırken, hizmet sektöründe istihdam hızlı bir şekilde arttı.[efn_note]Bu tür veriler için Dünya Bankası göstergelerine bakılabilir: https://data.worldbank.org/indicator[/efn_note] Öte yandan şirketler tam zamanlı istihdam yerine gittikçe parça başı iş veya proje bazlı çalışanları tercih ediyor, bu da “prekarya” denilen güvencesiz bir çalışan kesim oluşturuyor. Tam zamanlı çalışanlarda ise 1980’lerden itibaren zayıflatılan sendikalaşma sebebiyle çalışma ve emeklilik şartları gittikçe kötüleşti. Artık insanlar daha çok çalışma karşılığında daha az alım gücüne sahipler.

Bu gelişmelere paralel olarak geleceğe yönelik beklentiler de kötüleşiyor. Örneğin, PEW Araştırma’nın Bahar 2021 bulgularına göre araştırma yapılan ülkelerdeki insanların %64’ü çocuklarının sosyo-ekonomik durumlarının kendilerinden daha kötü olacağını düşünüyor.[efn_note]https://www.pewresearch.org/global/2021/07/21/economic-attitudes-improve-in-many-nations-even-as-pandemic-endures/[/efn_note]

Ekonomideki bu kötüleşmeleri kapitalizmin doğasına veya küreselleşmeye bağlayabilirsiniz. Ama sebep ne olursa olsun, bunlar sonuçta insanların kendilerini daha güvensiz hissetmelerine ve her şeye daha tepkisel bakmalarına sebep oluyor. Kısacası, tepkiselliği tetikleyen bu ekonomik kötüleşme aşırı sağ söylemlerin yükselmesinin zeminini kuruyor.

Temsil krizi

Buradan ikinci sebebe geçebiliriz: Ekonomik kötüleşme ile birlikte 1990’lardan itibaren insanların siyasetçilere, merkez partilere ve kurumlara olan güveni azaldı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi hayata yön veren merkez sağ ve merkez sol partilerin seçmen tabanları 2000’lerden itibaren buharlaştı. Buna mukabil, boşalan alanı merkez eğilimli yeni partilerden ziyade uç sağ, uç sol ve popülist partiler doldurdu. Bunun tipik örneğini kısa süre önce gerçekleşen Fransa seçimlerinde gördük. Merkez sağı ve solu çökerterek 2017’de başkan seçilen Macron’un 2022’deki seçimlerde en önemli rakipleri aşırı sağı temsilen Le Pen ve radikal solu temsilen Melenchon oldu. Her ne kadar Macron bu seçimi kazanmış olsa da gençler ve alt gelir grupları daha ziyade Le Pen ve Melenchon’u destekledi. Merkez sağ ve sol partilerin kurumsal olarak devam ettiği İngiltere ve ABD gibi ülkelerde ise popülist söylemler ve liderler partilere hâkim oldu. Tüm dünyada merkez partilere desteğin buharlaşmasına ek olarak, insanların demokrasiye olan desteğinde de belirgin azalmalar söz konusu. Bunun bulgularını Dünya Değerler Araştırması[efn_note]https://www.worldvaluessurvey.org/WVSOnline.jsp[/efn_note] verilerinde demokrasinin önemine verilen desteğin gittikçe azalmasında görmek mümkün.

Öte yandan, demokratik rejimlerde yaşayan insanların sadece demokrasiye değil parlamentoya, hükümete, siyasi partilere, mahkemelere ve medyaya olan güvenleri de azalıyor ve güçlü liderler tarafından yönetilme fikrine olan destek artıyor. Ancak yine aynı araştırmanın bulgularına göre insanlar bu güçlü liderin halk tarafından seçilmesi gerektiği fikrini de destekliyor. Bu da popülizmin küresel yükselişini kısmen açıklayan bir veri.

Bunlara ilaveten, yukarıda izah edilen ekonomik sebeplerle bağlantılı olarak 2008 finansal krizinden daha çok etkilenen ülkelerde demokrasiye ve kurumlara olan güvenin daha çok azaldığı da görülüyor.

Göçmenler ve sığınmacılar meselesi

Son olarak, gittikçe artan göçmen ve sığınmacı hareketliliklerinin etkisi telaffuz edilebilir. Ancak bu etkinin ilk iki faktör gibi yapısal sebepler olmaktan ziyade bu yapısal sebeplerin etkilerini arttıran bir katalizör işlevi gördüğü söylenebilir.

Siyasi arenada oluşan boşluğu dolduran aşırı sağ ve popülist partilerin en çok istismar ettikleri mesele, göçmen ve sığınmacı karşıtlığıdır. Göçmenlerin milli sınırları aşındırdığı ve otantik milli kimliği tehdit ettiği gibi söylemlerin aşırı sağ söylemlerle kolayca kaynaşması sürpriz değildir elbette. Buradaki temel tartışmalardan biri de şu: Bu söylemlerin yaygınlaşması bir arz mı yoksa talep meselesi mi? Yani bu söylemler aşırı sağ siyasetçiler tarafından mı empoze ediliyor, yoksa bu siyasetçiler sadece toplumdaki bir rahatsızlığın sözcülüğünü mü yapıyor?

Elbette ki sağ popülistler halkın sözcülüğünü yaptıklarını iddia ediyorlar. Yine de bunun basit bir sözcülük olmadığı açık. Sağ popülist liderler dezenformasyon ve abartı ile bu rahatsızlıkları yaygınlaştırıyor ve bunun üzerinden kolay bir siyasi kariyer devşiriyor.

Sonuçta 1980’lerden beri alt ve orta sınıfların sosyoekonomik şartlarının kötüleşmesi, merkez siyasi partilere verilen desteğin buharlaşması ve demokrasi de dâhil olmak üzere kurumlara olan güvenin zayıflaması, tepkisel siyasetlerin yükselmesinin zemini kurdu, , boşalan alana yerleşen sağ popülist liderler ise göçmen karşıtlığı ile yelkenlerini doldurarak ilerledi. Bu tür siyasetçilerin kullandığı abartılı dil ve gerçekçi olmayan çözüm önerileri toplumda nefreti körüklemek ve siyaseti zehirlemek dışında bir amaca daha hizmet ediyor: bu liderlere ucuz yoldan siyasi kariyer! Gerçekten de yaşadığımız krizlere gerçekçi çözüm önerileri sunacak sorumlu siyasetçilere çok ihtiyacımız var.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.

Edip Asaf Bekaroğlu
Edip Asaf Bekaroğlu
Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Doktorasını Bilkent Üniversitesi'nde Hollanda'daki göçmen azınlıklar ve çokkültürcülük tartışmaları üzerine yaptı. Bekaroğlu'nun çokkültürcülük, popülizm, sekülarizm, siyasi partiler ve seçimler alanlarında çalışmaları bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Göçmen karşıtlığı, ırkçılık ve demokrasinin krizi

Irkçılık, yabancı düşmanlığı, aşırı sağ, popülizm tam olarak nedir, nerede birleşir? Bu siyasetleri ortaya çıkaran üç neden ne? Eskiden ayıplanarak, marjinalize edilmiş bu akımlar şimdi neden güç kazanıyor? Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu yazdı.

1940’lardan 2000’lere kadar ayıp olarak karşılanan ve siyasi hayatı zehirlediği düşünülen aşırı sağ siyasi söylemler bugün tüm dünyada normalleşiyor, ana akımlaşıyor. Oysa, bu tür söylemler iki dünya savaşı arasındaki dönemde “medeni” dünyanın göbeğinde yükselen faşizm travmasını anımsattıkları için siyasetin marjinal çeperlerine itilmişlerdi.

Fakat, geçtiğimiz 10 yılda ABD, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi dünyanın en fazla nüfusa sahip bazı ülkelerinde veya Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde aşırı sağ iktidarlar gördük. Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde ise aşırı sağ partiler ve liderler iktidar alternatifi haline geldiler. İlginç bir şekilde bu ülkelerde daha önceleri sol veya ilerici partileri destekleme eğilimi daha yaygın olan gençler ve alt gelir grupları sağ partilere oy vermeye başladılar.

Peki, ne oldu da aşırı sağ söylemler siyasette merkeze yerleşebildi? Bu soruya cevap vermek önemli. Ancak öncelikle konuyla ilgili birtakım kavramları net bir şekilde tanımlamakta yarar var.

Biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa

Irkçılık ile başlayalım. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada sığınmacı karşıtları #ırkçıyım etiketi ile gövde gösterisi yaptı. Yabancı düşmanlığını ırkçılık olarak nitelendirenlere yanıt olarak gururla “ne olmuş yani ırkçıysak?” dediler.

Oysa en uç örnekleri de dâhil olmak üzere Türk sağı, ırkçılık ile arasına mesafe koyagelmiştir. Tabii ki sosyal medyanın şehvetli ortamının etkisini yadsıyamayız. Ama bu kadar mesafeli durulan bir kavramın bu kadar rahatça kullanılması her halükârda ilginç.

Trump’ın eski başdanışmanı Steve Bannon da Fransa’daki göçmen karşıtı Front National partisinin 2018 kongresinde yaptığı konuşmada “Bırakın size ırkçı desinler. Bırakın size yabancı düşmanı desinler. Bırakın size yerelci desinler. Onu bir onur nişanesi olarak takın!” ifadelerini kullanmıştı.[efn_note]https://www.npr.org/sections/thetwo-way/2018/03/11/592702598/steve-bannon-takes-anti-establishment-message-overseas-let-them-call-you-racists[/efn_note]

Bu tür söylemlerin neden yükseldiğini aşağıda tartışacağım ama öncelikle nedir ırkçılık? Klasik anlamda ırkçılık, biyolojik ve genetik özelliklere göre insanların sınıflandırılması ve bazı ırkların diğerlerine göre üstün olduğunun savunulmasıdır. Bu tür ırkçılığın en bildik örneği Nazizm. Neyse ki Nazizmin yarattığı yaygın antipati sebebiyle biyolojik ırkçılık halen çok marjinal bir siyasi görüş olmaya devam ediyor. Fransa’da Marine Le Pen veya Hollanda’da Geert Wilders gibi aşırı sağcılar bu anlamda ırkçı olmadıklarını söyleyerek kendilerini eski aşırı sağcılardan farklı bir konuma yerleştirmeye özen gösteriyor.

Ancak biyolojik ırkçılık marjinal kalmaya devam ederken adına “kültürel ırkçılık” dediğimiz bir tür yaygınlaşıyor. Bazı insanları grup aidiyetleri üzerinden kültürel ve toplumsal olarak aşağıda görmeyi kültürel ırkçılık olarak tanımlayabiliriz. İnsanların üstünlüğünü ve düşüklüğünü genetik özelliklere göre değil kültürel özellikler, değerler ve hayat tarzlarına göre algılayan bu ırkçılık, biyolojik ırkçılık kadar sevimsiz görülmese de yarattığı toplumsal ve siyasi etkiler en az onun kadar zehirli. Her ikisi de bir toplumsal grubu dışlayan, o grubu kendisinin varlığına ve esenliğine tehdit olarak algılayan, onların temel haklardan mahrum edilmesini normal gören, hatta elimine edilmelerini savunan siyasi söylemler. Bu tür söylemlerin devlet eliyle sistematik olarak uygulandığı ideolojilere ise Nazizm veya faşizm diyoruz.

Göçmen karşıtlığı

Kültürel ırkçılığın bugün en yaygın şekilleri yabancı düşmanlığı (xenophobia), göçmen karşıtlığı ve İslamofobi olarak ortaya çıkıyor. Aslında bunların üçü de birbirine benzer söylemler. Aralarındaki en kapsayıcı olanı yabancı düşmanlığı olduğu için bu kavram üzerinden ilerlemekte fayda var.

Yabancı düşmanlığı, insanın yaşadığı mekâna sonradan gelenler hakkında duyduğu yoğun kuşku, hoşlanmama, nefret veya korku hissiyatı etrafında şekillenen tutum ve davranıştır.

Elbette ki dışarıdan gelene kuşkuyla bakmak doğal bir insan duygusudur. Ancak bunu öne sürerek yabancı düşmanlığını doğallaştırmak ve normalleştirmek büyük bir çarpıtma. Çünkü yabancı düşmanlığı, bir grubun fertlerinin tamamını şeytanlaştırarak ırkçılığa dönüşüyor, zayıf olanın sistematik olarak dışlanmasına, ayrımcılığa tabi tutulmasına ve en nihayetinde linç edilmesine kapı aralıyor. Öte yandan, göçmen ve sığınmacı karşıtlığı sadece yeni gelenleri değil ikinci ve üçüncü kuşak göçmenleri de kapsıyor. Buradan bakılınca da bu söylemlerin ırkçılık ile benzerliği daha net görülüyor.

Aşırı sağ ve popülizm

Son olarak “aşırı sağ” kavramına da bir açıklık kazandırmakta fayda var. Bugünlerde siyasi merkeze yerleşen aşırı sağın, öncülleri olan Nazizm ve faşizmden önemli bir nitelik farkına sahip olduğunun altını çizmek gerek: Faşizmin sistem karşıtlığı açık bir şekilde demokrasi düşmanı bir ideoloji olarak kendini konumlandırırken, bugünkü aşırı sağ partilerin sistem karşıtlığının hedefinde bir süreç olarak demokrasi değil liberal/anayasal demokrasi vardır.

Yani bugünün aşırı sağ partileri demokratik seçimleri meşruiyet zemini olarak kabul ederken hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, çoğulculuk, azınlık hakları ve iktidarın sınırlandırılması gibi değerleri küçümsüyorlar. İktidara geldiklerinde ise bu kurumları tedricen çökertiyorlar. Bu yönüyle aşırı sağ siyaset ile popülizm arasında bir benzerlik olduğu açık. “Milli irade” söylemi etrafında bir demokrasi anlayışına sahip olan popülist partiler, halkın taleplerinden ve gündeminden kopuk olarak gördükleri siyasi elitlere savaş açıyorlar. Elbette sadece kendilerinin “gerçek halkı” temsil ettiğini iddia ediyorlar. Popülistlerin kafasındaki bu homojen gerçek halk tarifine uymayanlar ise liberaller, “beşinci kol” unsurları, elitler gibi ifadelerle düşmanlaştırılıyor. Yani popülistler de tıpkı aşırı sağ partiler gibi çoğulculuk karşıtıdır ve iktidara geldiklerinde halk iradesini sınırlandırmak için tüm kurumlara düşmanca uygulamalara girişirler.

Şimdi baştaki sorumuza geri dönebiliriz: Nasıl oldu da aşırı sağ söylemler ve bu söylemleri kullanan popülist partiler siyasetin merkezine yerleşebildi? Üç sebebin öne çıktığı söylenebilir.

Ekonomik kötüleşme

Birincisi, alt ve orta sınıfların alım güçlerinin, hayat standartlarının, hayat memnuniyetlerinin ve gelecek beklentilerinin düşmesi, buna mukabil eşitsizliklerin artması.

OECD ülkelerinde 2. Dünya Savaşı’ndan sonra 1970’lere kadar %4 civarında seyreden büyüme oranları son 20 yılda %2’lere düşmüştü. Eşitsizliği ölçen Gini katsayılarına bakıldığında endüstrileşmiş ülkelerde eşitsizlik ortalama 30’lu puanlardan 40’lara yükselirken, Türkiye’de ise 2007’de 38 olan katsayı 2015’te 43’ü gördü. 1980’lerden itibaren istihdamda endüstrinin payı azalırken, hizmet sektöründe istihdam hızlı bir şekilde arttı.[efn_note]Bu tür veriler için Dünya Bankası göstergelerine bakılabilir: https://data.worldbank.org/indicator[/efn_note] Öte yandan şirketler tam zamanlı istihdam yerine gittikçe parça başı iş veya proje bazlı çalışanları tercih ediyor, bu da “prekarya” denilen güvencesiz bir çalışan kesim oluşturuyor. Tam zamanlı çalışanlarda ise 1980’lerden itibaren zayıflatılan sendikalaşma sebebiyle çalışma ve emeklilik şartları gittikçe kötüleşti. Artık insanlar daha çok çalışma karşılığında daha az alım gücüne sahipler.

Bu gelişmelere paralel olarak geleceğe yönelik beklentiler de kötüleşiyor. Örneğin, PEW Araştırma’nın Bahar 2021 bulgularına göre araştırma yapılan ülkelerdeki insanların %64’ü çocuklarının sosyo-ekonomik durumlarının kendilerinden daha kötü olacağını düşünüyor.[efn_note]https://www.pewresearch.org/global/2021/07/21/economic-attitudes-improve-in-many-nations-even-as-pandemic-endures/[/efn_note]

Ekonomideki bu kötüleşmeleri kapitalizmin doğasına veya küreselleşmeye bağlayabilirsiniz. Ama sebep ne olursa olsun, bunlar sonuçta insanların kendilerini daha güvensiz hissetmelerine ve her şeye daha tepkisel bakmalarına sebep oluyor. Kısacası, tepkiselliği tetikleyen bu ekonomik kötüleşme aşırı sağ söylemlerin yükselmesinin zeminini kuruyor.

Temsil krizi

Buradan ikinci sebebe geçebiliriz: Ekonomik kötüleşme ile birlikte 1990’lardan itibaren insanların siyasetçilere, merkez partilere ve kurumlara olan güveni azaldı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi hayata yön veren merkez sağ ve merkez sol partilerin seçmen tabanları 2000’lerden itibaren buharlaştı. Buna mukabil, boşalan alanı merkez eğilimli yeni partilerden ziyade uç sağ, uç sol ve popülist partiler doldurdu. Bunun tipik örneğini kısa süre önce gerçekleşen Fransa seçimlerinde gördük. Merkez sağı ve solu çökerterek 2017’de başkan seçilen Macron’un 2022’deki seçimlerde en önemli rakipleri aşırı sağı temsilen Le Pen ve radikal solu temsilen Melenchon oldu. Her ne kadar Macron bu seçimi kazanmış olsa da gençler ve alt gelir grupları daha ziyade Le Pen ve Melenchon’u destekledi. Merkez sağ ve sol partilerin kurumsal olarak devam ettiği İngiltere ve ABD gibi ülkelerde ise popülist söylemler ve liderler partilere hâkim oldu. Tüm dünyada merkez partilere desteğin buharlaşmasına ek olarak, insanların demokrasiye olan desteğinde de belirgin azalmalar söz konusu. Bunun bulgularını Dünya Değerler Araştırması[efn_note]https://www.worldvaluessurvey.org/WVSOnline.jsp[/efn_note] verilerinde demokrasinin önemine verilen desteğin gittikçe azalmasında görmek mümkün.

Öte yandan, demokratik rejimlerde yaşayan insanların sadece demokrasiye değil parlamentoya, hükümete, siyasi partilere, mahkemelere ve medyaya olan güvenleri de azalıyor ve güçlü liderler tarafından yönetilme fikrine olan destek artıyor. Ancak yine aynı araştırmanın bulgularına göre insanlar bu güçlü liderin halk tarafından seçilmesi gerektiği fikrini de destekliyor. Bu da popülizmin küresel yükselişini kısmen açıklayan bir veri.

Bunlara ilaveten, yukarıda izah edilen ekonomik sebeplerle bağlantılı olarak 2008 finansal krizinden daha çok etkilenen ülkelerde demokrasiye ve kurumlara olan güvenin daha çok azaldığı da görülüyor.

Göçmenler ve sığınmacılar meselesi

Son olarak, gittikçe artan göçmen ve sığınmacı hareketliliklerinin etkisi telaffuz edilebilir. Ancak bu etkinin ilk iki faktör gibi yapısal sebepler olmaktan ziyade bu yapısal sebeplerin etkilerini arttıran bir katalizör işlevi gördüğü söylenebilir.

Siyasi arenada oluşan boşluğu dolduran aşırı sağ ve popülist partilerin en çok istismar ettikleri mesele, göçmen ve sığınmacı karşıtlığıdır. Göçmenlerin milli sınırları aşındırdığı ve otantik milli kimliği tehdit ettiği gibi söylemlerin aşırı sağ söylemlerle kolayca kaynaşması sürpriz değildir elbette. Buradaki temel tartışmalardan biri de şu: Bu söylemlerin yaygınlaşması bir arz mı yoksa talep meselesi mi? Yani bu söylemler aşırı sağ siyasetçiler tarafından mı empoze ediliyor, yoksa bu siyasetçiler sadece toplumdaki bir rahatsızlığın sözcülüğünü mü yapıyor?

Elbette ki sağ popülistler halkın sözcülüğünü yaptıklarını iddia ediyorlar. Yine de bunun basit bir sözcülük olmadığı açık. Sağ popülist liderler dezenformasyon ve abartı ile bu rahatsızlıkları yaygınlaştırıyor ve bunun üzerinden kolay bir siyasi kariyer devşiriyor.

Sonuçta 1980’lerden beri alt ve orta sınıfların sosyoekonomik şartlarının kötüleşmesi, merkez siyasi partilere verilen desteğin buharlaşması ve demokrasi de dâhil olmak üzere kurumlara olan güvenin zayıflaması, tepkisel siyasetlerin yükselmesinin zemini kurdu, , boşalan alana yerleşen sağ popülist liderler ise göçmen karşıtlığı ile yelkenlerini doldurarak ilerledi. Bu tür siyasetçilerin kullandığı abartılı dil ve gerçekçi olmayan çözüm önerileri toplumda nefreti körüklemek ve siyaseti zehirlemek dışında bir amaca daha hizmet ediyor: bu liderlere ucuz yoldan siyasi kariyer! Gerçekten de yaşadığımız krizlere gerçekçi çözüm önerileri sunacak sorumlu siyasetçilere çok ihtiyacımız var.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.

Edip Asaf Bekaroğlu
Edip Asaf Bekaroğlu
Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Doktorasını Bilkent Üniversitesi'nde Hollanda'daki göçmen azınlıklar ve çokkültürcülük tartışmaları üzerine yaptı. Bekaroğlu'nun çokkültürcülük, popülizm, sekülarizm, siyasi partiler ve seçimler alanlarında çalışmaları bulunuyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x