Güvenlik bir ahlak meselesi midir?

Hemen her gün şiddet olaylarına şahit oluyoruz. Bu tekinsiz atmosfer, psikolojimizi ve kolektif yaşamımızı nasıl etkiliyor? Artan şiddete karşı birey ve toplum olarak bizler ne yapabiliriz? Ahlak bu işin neresinde? Rabia Yavuz yazdı.

Geçtiğimiz günlerde Kocaeli’nin Gebze ilçesinde, yanında çocuklarıyla beraber dar bir ara sokaktan geçerken bir baba, hızla geçen cip sürücüsüyle karşı karşıya kaldı. Cipten inen sürücü hatasını kabullenmek yerine, çocuklarının yanında babaya tokat attı. Bu, yalnızca bir öfke patlaması mıdır yoksa sokaklarda güvenlik duygusunun çöküşüne tanıklık etmek mi? Ne yazık ki bu örnek tekil bir olay değil. Ankara’da Strazburg Caddesi’nde karşıya geçmeye çalışan kadın yayanın ise araçtan inen iki kişi tarafından dövüldüğünü öğrendik. Buna benzer birçok şiddet haberine tanıklık ediyoruz. Artık güvenlik meselesi sadece haber bültenlerinin konusu değil, gündelik hayatımızın da tam ortasında.

Hepimiz sokaklarda güvende olup olmadığımızı içten içe sorguluyoruz. Bir anda alevlenen bir tartışma ya da hız yapan bir sürücünün utanç duymayan öfkesi, şehirlerimizi yaşam alanlarımız olmaktan çıkarıp, psikolojik sağlığımızı tehdit eden bir gerilim kaynağı hâline getirmiş durumda.

Böylesi sahneler yalnızca bir olay değil de aynı zamanda bir toplumsal ruh hâlinin yansıdığı bir ayna mıdır acaba? Eğer öyleyse, güvenlik kaybı yalnızca hukukun değil, ahlakın ve psikolojinin de alanına giriyor demektir.

Bu tekinsiz atmosfer, bireyin psikolojisini ve dolaylı olarak kolektif yaşamımızı nasıl etkiliyor?

Maslow’un basamağından günümüz sokaklarına

Psikoloji literatüründe Abraham Maslow da dahil olmak üzere düşünürlerin büyük kısmı güvenliği insanın ihtiyaçlarının en temel basamağı olarak işaretler. Karnımız doyduktan hemen sonra aradığımız şey, kendimizi güvende hissetmektir. Güvende olduğundan emin olan bireylerden oluşan insanlar güvenli bir toplum oluşturabilir. Güvenliğin olmadığı bir toplumsal zeminde emniyet duygusu ve toplumsal dayanışma erozyona uğrayacaktır. Bir mahallede huzursuzluk varsa bu hem bireysel düzlemde psikolojik sağlığımızı hem de toplumsal düzlemde öteki ile olan ilişkimizi zedeler. Güvenlik kaybı, yaşam isteği ve umudunun önüne duvarlar örer. O yüzden sokaktaki her şiddet içeren eylem yalnızca yaşayanı değil, hepimizi etkiler. Güven veren komşu ile tehdit içeren yabancı, emniyet hissi kaybolduğunda birbirine karışır. İnsanlar sokağa çıkarken omuzlarını dik tutmak yerine tedirgin bakışlarla yürümeye başlar. Birbirimize sahip çıkmak yerine birbirimizden korkar hâle geliriz.

Sosyolog Kai Erikson, sadece bireylerin değil toplulukların da travmatize olabileceğini söyler. Haberlerin eşliğinde gündemlerimize düşen her tekil olay, yalnızca mağdur edileni değil, tanık olan ve haberdar olan herkesi etkiler. Kocaeli’nde yaşanan olayda bir baba tokatlanırken, en büyük yarayı aslında çocuk alır. O an, yalnızca babasının değil, toplumun da korunmadığını öğrenir. Bu tür olaylar aktarılarak büyüyen bir güvenlik kırılmasına dönüşür. Bu nedenle kamusal alanda alınan yaralar bireysel olmaktan çıkar, kuşaktan kuşağa taşınabilecek bir güvenlik kırılmasına dönüşür. Bireyin korunamadığı bir toplum, yalnızca bireylerin değil, kolektif yaşamın da kırılganlığını ortaya koyar.

Filozof Byung-Chul Han, şiddetin artık yalnızca kanlı çatışmalarla değil, gündelik hayatta mikro saldırılarla da gündemimize girdiğini söyler. Market sırasında gösterilen sabırsızlıklar, sokaklarda birbirimize yönelttiğimiz horlayıcı bakışlar, küçültücü bir söz, trafikte patlayan bir öfke… Bu şiddet biçimleri, fark edilmedikçe içimizde birikir ve toplumsal bağları çözer. Bunlar sürekliliğiyle görünmez hâle gelen şiddetin parçalarıdır. Üstelik görünmez olan, çoğu zaman daha büyük yıkımlara neden olur. Takibi olmayan her şiddet olayı sürekli içimizde taşınır. Modern yaşamın çözülen bağlarının gölgesinde insanlar yalnızlaşır, komşuluk bağları çözülür, herkes birbirine şüpheyle bakar hâle gelir. Ne yazık ki, bu senaryo büyük şehirlerde yaşayanlar olarak çoğumuza yabancı gelmiyor. Bir mahallede yaşanan bir olay bile, tüm şehirde hatta ülke çapında genişleyen kaygılara dönüşebiliyor.

“Ben ne yapabilirim?”

Gebze’de yaşanan olaya benzer sokaklarımızda yaşanan diğer şiddet olayları toplumsal ilişkilerimize yeniden bakmamıza neden oluyor. İnsanların birbirini nasıl gördüğüyle, birbirini nasıl konumlandırdığıyla ilgili bir ahlak meselesidir gündemimizde olan. Güvenlik, hukukun yanında ahlaki ve ilişkisel bir zemine dayanır. Oysa iki insanın karşılaşması diyalog ihtiyacımızı karşılayan bir ilişki için vardır. Diyalog çöktüğünde geriye kalan güvensizlik olacaktır. Çocuklar da bu indirgenmenin tanıklarıdır. Hatta okullardaki zorbalık örneklerinin arttığı dikkate alındığı sadece tanıkları değil, fail ve mağdurlarıdır da ayrıca. Bir toplumda güvenlik kayboluyorsa, bu yalnızca yasaların uygulanmamasından değil, insanların birbirine bakışının nesneleşmesinden kaynaklanır.

Ahlaki zemin insan ilişkilerinden çekildiğinde sokaklar yalnızca mekân olmaktan çıkar; birbirimiz için tehdit içerdiğimiz bir meydana dönüşür. Toplumsal boyutta yaşadığımız güvenlik krizini düşünürken Avusturyalı psikiyatr Viktor Frankl’ın görüşleri bize bir çerçeve sunabilir. Frankl, toplama kampı deneyimlerinden damıttığı bir içgörüyle, insanın yaşamında anlam bulmaya yönelik iradesinin insanın en temel motivasyonu olduğunu söyler. Onun bakışıyla toplumsal güvenlik krizlerini değerlendirdiğimizde meselenin yalnızca fiziksel güvenlik kaybına değil, varoluşsal bir sarsıntıya gebe olduğunu da fark ederiz.

Frankl, insanın her durumda hatta en zor koşullarda bile kendi tavrını seçme özgürlüğüne sahip olduğunu vurgular. “İnsandan her şey alınabilir; ama tek bir şey asla alınamaz: Koşullar ne olursa olsun, kendi tavrını seçme özgürlüğü” der. Sokakta tanık olduğumuz şiddet sahneleri, sadece bedensel bir tehdit değil, aynı zamanda bu özgürlüğün de sorgulandığı anlardır. Çünkü birey, kendini çaresiz, edilgen, korunmasız hissettiğinde, seçme özgürlüğü de yara alır. Özgürlüğün başat ilkesi sorumluluğun modern şehir hayatında artan güvensizlikle birleştiğinde varoluşsal bir kriz üretmesi mümkün.

Frankl’a göre insan en ağır koşullarda bile anlam bulabilir; acı çektiği için değil, acıya verdiği yanıt sayesinde insan kalır. Güvenlik krizleriyle sarsılan bir toplumun da benzer biçimde kendi yanıtını üretmesi sayesinde toplum kalması mümkün olur. Bu yanıt, ya korku ve paranoyayı besleyerek daha fazla şiddet üretmek ya da kolektif bir sorumluluk duygusuna evrilerek toplumsal dayanışmayı güçlendirmektir. Hangisini seçeceğimiz ise sadece birey olarak kendimizi değil, yaşadığımız toplumu da dönüştürecektir. Zira Frankl, bireysel özgürlüğü sorumlulukla birlikte düşündüğünü “Özgürlük, sorumluluktan ayrı düşünülemez” diyerek kayda geçirir. Eğer her birey, yaşanan güvenlik krizlerinde yalnızca mağdur pozisyonuna sıkışırsa bireyliğini de yitirmeye başlar. Özgür insan kendi tavrını seçerken, “Ben ne yapabilirim?” sorusunu da sorarsa anlam yeniden inşa edilebilir.

Ahlakın ölçüsü nedir?

İşte, ahlak anlayışı burada devreye girer. Bir toplumun ahlakı üyelerinin birbirine gösterdiği asgari özenle ölçülür. Eğer bu özen kaybolursa, hukuk ya da emniyet güçleri tek başına güvenliği tesis edemez. Çünkü şiddetin karşısında en büyük direniş, yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda sorumluluk, özgürlük ve vicdan gibi erdemlerle oluşur.

Şiddetin karşısında yalnızca mağduriyetimizi değil, ahlaki tavrımızı da hatırlamalıyız. Sokaklardaki emniyet ve özgürlük, sorumlulukla tamamlanır. Örneğin, tanık olunan bir şiddet olayında insanlar sessiz kalmak yerine dayanışmayı tercih ettiğinde, güvenlik yalnızca kolluk kuvvetlerinin değil, toplumun ortak yükümlülüğü hâline gelir. Belki de bu sayede ahlak bireysel travmayı kolektif iyileşmeye dönüştürebilir.

Kaybettiğimiz güveni inşa edeceğimiz erdem: nezaket

Ahlak yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal bir ufuk olarak da kurulmalıdır: Daha güvenli sokaklar, daha adil bir düzen, çocukların korkmadan büyüyebileceği bir mahalle. İnsan, bu hedeflere doğru hareket ettikçe yaşadığı kaygı anlam kazanır, dayanma gücü artar.

Güvenlik, yalnızca polisin ya da devletin temin etmesi gereken bir dış düzen değil; aynı zamanda birbirimize duyduğumuz sorumlulukla ayakta duran bir iç iklimdir. Bu iklim kaybolduğunda, şehir bir mekân, yaşam alanı olmaktan çıkıp, ruhumuzu tehdit eden bir gerilim kaynağına dönüşür.

Güvenlik krizleri, modern toplumların yalnızca hukuki ya da siyasi değil, aynı zamanda varoluşsal yaralarıdır. İnsan kendini güvensiz hissettiğinde, yalnızca bedeni değil, ruhu da tehdit altındadır. Frankl’ın yaklaşımı bu yarayı iyileştirmek için güçlü bir reçete sunar: Acının içinde bile bir anlam vardır. Özgürlük, tavırda saklıdır ve her özgürlük, sorumlulukla tamamlanır. Dolayısıyla, bugün sokaklarımızda tanık olduğumuz şiddet manzaraları karşısında en insanca tutum, içsel tavrımızı bilinçle seçmek ve bu tavrı toplumsal dayanışmaya dönüştürmektir. Güvenlik sorunlarıyla örülü bir dünyada, bu yanıtı vermek belki de insan kalabilmenin kolay olmayan bir yolu.

Bugün güvenlik meselesini konuşurken çoğu zaman kolluk kuvvetlerini, yasaları, cezaları gündeme alıyoruz. Bunlar elbette gereklidir. Ama ahlak olmadan hukuk yetmez. Çünkü güvenlik yalnızca kanun maddeleriyle değil, birbirimize karşı hissettiğimiz sorumlulukla da inşa edilir. Bir yabancıya selam vermek, sırada beklerken sabırlı olmak, trafikte öfkemizi yönetmek… Bunlar küçük gibi görünen ama toplumsal güvenlik zincirinin halkalarını oluşturan davranışlardır.

Elbette, insan olmanın zaafları inkâr edilemez. Güvenliği tehdit eden şiddetin faili de, mağduru da insandır. Hepimiz öfkeye kapılabilir, korkabilir, bencilleşebiliriz. Sadece zaaflarımızdan çizilen bir tablo karamsar görünecektir zira resmin sadece bir kısmına ışık tutmaktadır. Ama insan kalmayı seçebilmek bu zaafların ötesine geçebilmektedir. Güvenlik yalnızca bir hak değil, aynı zamanda sorumluluk bilincinin ördüğü bir erdemdir. Benim güven almak kadar güven de verebilmem gerekir. Güvenlik meselesi de tam burada bir ahlak sınavına dönüşür: Zaaflarımızın esiri mi olacağız, yoksa onları aşacak erdemleri mi inşa edeceğiz?

Güvenlik, başkalarının bize sunduğu bir lütuf değil, birlikte taşıdığımız bir erdemdir. Polislerin, mahkemelerin, yasaların yanında hepimize düşen küçük ama vazgeçilmez bir sorumluluk vardır: Nezaketi kaybetmemek, ihtimamı elden bırakmamak, birbirimizi tehdit değil, emanet olarak görmek.

Evet, şiddet olayları artıyor. Haber bültenleri her gün yeni bir örnek taşıyor hayatımıza. Ama güvenliği yalnızca devletin ya da polisin sağlayacağı bir olgu olarak görürsek, asıl sorumluluğumuzu gözden kaçırırız. Çünkü güvenlik, aynı zamanda bir ahlak meselesidir.

Bugün kendimize yeni bir soru sorabiliriz: Şiddetin içinde kaybolacak mıyız, yoksa ona verdiğimiz yanıtla insan kalmayı başaracak mıyız? Cevap, hepimizin omuzlarında: Daha fazla korku mu, yoksa daha fazla dayanışma mı? Daha fazla öfke mi, yoksa daha fazla nezaket mi? Güvenlik, işte bu seçimlerin toplamıdır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 7 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Rabia Yavuz
Rabia Yavuz
Rabia Yavuz - Uzman Klinik Psikolog. Lisans derecesini Psikoloji-Sosyoloji İngilizce tam burslu ve onur derecesi ile İstanbul Şehir Üniversitesi’nden aldı. Ayrıca lisans eğitimi sırasında The University of Sheffield, Utrecht Üniversitesi, LSE ve Harvard Üniversitesi’nde de eğitim aldı. Eğitim hayatı boyunca İstanbul Şehir Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Utrecht Üniversitesi, London School of Economics and Political Science ve The University of Sheffield gibi üniversitelerde travma, ön yargı, göç, travmaya müdahale, sosyal psikoloji ve sosyal politikalar alanında araştırma asistanlığı yaptı. Boston’da HSRI enstitüsünde koordinatörlük ve araştırma gibi alanlarda görev aldı. Stajını Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde gerçekleştirdi. Yüksek lisans eğitimini klinik psikoloji alanında Marmara Üniversitesi’nde aldı. Klinik yüksek lisans eğitimi sırasında Şema Terapi ve Diyalektik Davranışçı Terapi eğitimi aldı. Prof. Gonca Soygüt Pekak, Dr. İrem Akduman ve psikoterapist Elit Bilge Bıyıkoğlu’nun süpervizyonunda klinik yüksek lisans eğitimi süpervizyon sürecini tamamladı. Ayrıca Doç. Dr. Önder Kavakçı’dan Travma eğitimi ve süpervizyonu alıyor. Mesleğini Prof. Dr. Psikiyatrist Kemal Sayar’ın süpervizyonluğunda yapıyor. Ayrıca online terapi hizmeti vermekteyim. Depresyondan travmaya kadar birçok alanda çalışıyorum. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde ağırlıklı olarak psikoloji alanına dair çeviri ve yazıları yayınlanıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Güvenlik bir ahlak meselesi midir?

Hemen her gün şiddet olaylarına şahit oluyoruz. Bu tekinsiz atmosfer, psikolojimizi ve kolektif yaşamımızı nasıl etkiliyor? Artan şiddete karşı birey ve toplum olarak bizler ne yapabiliriz? Ahlak bu işin neresinde? Rabia Yavuz yazdı.

Geçtiğimiz günlerde Kocaeli’nin Gebze ilçesinde, yanında çocuklarıyla beraber dar bir ara sokaktan geçerken bir baba, hızla geçen cip sürücüsüyle karşı karşıya kaldı. Cipten inen sürücü hatasını kabullenmek yerine, çocuklarının yanında babaya tokat attı. Bu, yalnızca bir öfke patlaması mıdır yoksa sokaklarda güvenlik duygusunun çöküşüne tanıklık etmek mi? Ne yazık ki bu örnek tekil bir olay değil. Ankara’da Strazburg Caddesi’nde karşıya geçmeye çalışan kadın yayanın ise araçtan inen iki kişi tarafından dövüldüğünü öğrendik. Buna benzer birçok şiddet haberine tanıklık ediyoruz. Artık güvenlik meselesi sadece haber bültenlerinin konusu değil, gündelik hayatımızın da tam ortasında.

Hepimiz sokaklarda güvende olup olmadığımızı içten içe sorguluyoruz. Bir anda alevlenen bir tartışma ya da hız yapan bir sürücünün utanç duymayan öfkesi, şehirlerimizi yaşam alanlarımız olmaktan çıkarıp, psikolojik sağlığımızı tehdit eden bir gerilim kaynağı hâline getirmiş durumda.

Böylesi sahneler yalnızca bir olay değil de aynı zamanda bir toplumsal ruh hâlinin yansıdığı bir ayna mıdır acaba? Eğer öyleyse, güvenlik kaybı yalnızca hukukun değil, ahlakın ve psikolojinin de alanına giriyor demektir.

Bu tekinsiz atmosfer, bireyin psikolojisini ve dolaylı olarak kolektif yaşamımızı nasıl etkiliyor?

Maslow’un basamağından günümüz sokaklarına

Psikoloji literatüründe Abraham Maslow da dahil olmak üzere düşünürlerin büyük kısmı güvenliği insanın ihtiyaçlarının en temel basamağı olarak işaretler. Karnımız doyduktan hemen sonra aradığımız şey, kendimizi güvende hissetmektir. Güvende olduğundan emin olan bireylerden oluşan insanlar güvenli bir toplum oluşturabilir. Güvenliğin olmadığı bir toplumsal zeminde emniyet duygusu ve toplumsal dayanışma erozyona uğrayacaktır. Bir mahallede huzursuzluk varsa bu hem bireysel düzlemde psikolojik sağlığımızı hem de toplumsal düzlemde öteki ile olan ilişkimizi zedeler. Güvenlik kaybı, yaşam isteği ve umudunun önüne duvarlar örer. O yüzden sokaktaki her şiddet içeren eylem yalnızca yaşayanı değil, hepimizi etkiler. Güven veren komşu ile tehdit içeren yabancı, emniyet hissi kaybolduğunda birbirine karışır. İnsanlar sokağa çıkarken omuzlarını dik tutmak yerine tedirgin bakışlarla yürümeye başlar. Birbirimize sahip çıkmak yerine birbirimizden korkar hâle geliriz.

Sosyolog Kai Erikson, sadece bireylerin değil toplulukların da travmatize olabileceğini söyler. Haberlerin eşliğinde gündemlerimize düşen her tekil olay, yalnızca mağdur edileni değil, tanık olan ve haberdar olan herkesi etkiler. Kocaeli’nde yaşanan olayda bir baba tokatlanırken, en büyük yarayı aslında çocuk alır. O an, yalnızca babasının değil, toplumun da korunmadığını öğrenir. Bu tür olaylar aktarılarak büyüyen bir güvenlik kırılmasına dönüşür. Bu nedenle kamusal alanda alınan yaralar bireysel olmaktan çıkar, kuşaktan kuşağa taşınabilecek bir güvenlik kırılmasına dönüşür. Bireyin korunamadığı bir toplum, yalnızca bireylerin değil, kolektif yaşamın da kırılganlığını ortaya koyar.

Filozof Byung-Chul Han, şiddetin artık yalnızca kanlı çatışmalarla değil, gündelik hayatta mikro saldırılarla da gündemimize girdiğini söyler. Market sırasında gösterilen sabırsızlıklar, sokaklarda birbirimize yönelttiğimiz horlayıcı bakışlar, küçültücü bir söz, trafikte patlayan bir öfke… Bu şiddet biçimleri, fark edilmedikçe içimizde birikir ve toplumsal bağları çözer. Bunlar sürekliliğiyle görünmez hâle gelen şiddetin parçalarıdır. Üstelik görünmez olan, çoğu zaman daha büyük yıkımlara neden olur. Takibi olmayan her şiddet olayı sürekli içimizde taşınır. Modern yaşamın çözülen bağlarının gölgesinde insanlar yalnızlaşır, komşuluk bağları çözülür, herkes birbirine şüpheyle bakar hâle gelir. Ne yazık ki, bu senaryo büyük şehirlerde yaşayanlar olarak çoğumuza yabancı gelmiyor. Bir mahallede yaşanan bir olay bile, tüm şehirde hatta ülke çapında genişleyen kaygılara dönüşebiliyor.

“Ben ne yapabilirim?”

Gebze’de yaşanan olaya benzer sokaklarımızda yaşanan diğer şiddet olayları toplumsal ilişkilerimize yeniden bakmamıza neden oluyor. İnsanların birbirini nasıl gördüğüyle, birbirini nasıl konumlandırdığıyla ilgili bir ahlak meselesidir gündemimizde olan. Güvenlik, hukukun yanında ahlaki ve ilişkisel bir zemine dayanır. Oysa iki insanın karşılaşması diyalog ihtiyacımızı karşılayan bir ilişki için vardır. Diyalog çöktüğünde geriye kalan güvensizlik olacaktır. Çocuklar da bu indirgenmenin tanıklarıdır. Hatta okullardaki zorbalık örneklerinin arttığı dikkate alındığı sadece tanıkları değil, fail ve mağdurlarıdır da ayrıca. Bir toplumda güvenlik kayboluyorsa, bu yalnızca yasaların uygulanmamasından değil, insanların birbirine bakışının nesneleşmesinden kaynaklanır.

Ahlaki zemin insan ilişkilerinden çekildiğinde sokaklar yalnızca mekân olmaktan çıkar; birbirimiz için tehdit içerdiğimiz bir meydana dönüşür. Toplumsal boyutta yaşadığımız güvenlik krizini düşünürken Avusturyalı psikiyatr Viktor Frankl’ın görüşleri bize bir çerçeve sunabilir. Frankl, toplama kampı deneyimlerinden damıttığı bir içgörüyle, insanın yaşamında anlam bulmaya yönelik iradesinin insanın en temel motivasyonu olduğunu söyler. Onun bakışıyla toplumsal güvenlik krizlerini değerlendirdiğimizde meselenin yalnızca fiziksel güvenlik kaybına değil, varoluşsal bir sarsıntıya gebe olduğunu da fark ederiz.

Frankl, insanın her durumda hatta en zor koşullarda bile kendi tavrını seçme özgürlüğüne sahip olduğunu vurgular. “İnsandan her şey alınabilir; ama tek bir şey asla alınamaz: Koşullar ne olursa olsun, kendi tavrını seçme özgürlüğü” der. Sokakta tanık olduğumuz şiddet sahneleri, sadece bedensel bir tehdit değil, aynı zamanda bu özgürlüğün de sorgulandığı anlardır. Çünkü birey, kendini çaresiz, edilgen, korunmasız hissettiğinde, seçme özgürlüğü de yara alır. Özgürlüğün başat ilkesi sorumluluğun modern şehir hayatında artan güvensizlikle birleştiğinde varoluşsal bir kriz üretmesi mümkün.

Frankl’a göre insan en ağır koşullarda bile anlam bulabilir; acı çektiği için değil, acıya verdiği yanıt sayesinde insan kalır. Güvenlik krizleriyle sarsılan bir toplumun da benzer biçimde kendi yanıtını üretmesi sayesinde toplum kalması mümkün olur. Bu yanıt, ya korku ve paranoyayı besleyerek daha fazla şiddet üretmek ya da kolektif bir sorumluluk duygusuna evrilerek toplumsal dayanışmayı güçlendirmektir. Hangisini seçeceğimiz ise sadece birey olarak kendimizi değil, yaşadığımız toplumu da dönüştürecektir. Zira Frankl, bireysel özgürlüğü sorumlulukla birlikte düşündüğünü “Özgürlük, sorumluluktan ayrı düşünülemez” diyerek kayda geçirir. Eğer her birey, yaşanan güvenlik krizlerinde yalnızca mağdur pozisyonuna sıkışırsa bireyliğini de yitirmeye başlar. Özgür insan kendi tavrını seçerken, “Ben ne yapabilirim?” sorusunu da sorarsa anlam yeniden inşa edilebilir.

Ahlakın ölçüsü nedir?

İşte, ahlak anlayışı burada devreye girer. Bir toplumun ahlakı üyelerinin birbirine gösterdiği asgari özenle ölçülür. Eğer bu özen kaybolursa, hukuk ya da emniyet güçleri tek başına güvenliği tesis edemez. Çünkü şiddetin karşısında en büyük direniş, yalnızca yasalarla değil, aynı zamanda sorumluluk, özgürlük ve vicdan gibi erdemlerle oluşur.

Şiddetin karşısında yalnızca mağduriyetimizi değil, ahlaki tavrımızı da hatırlamalıyız. Sokaklardaki emniyet ve özgürlük, sorumlulukla tamamlanır. Örneğin, tanık olunan bir şiddet olayında insanlar sessiz kalmak yerine dayanışmayı tercih ettiğinde, güvenlik yalnızca kolluk kuvvetlerinin değil, toplumun ortak yükümlülüğü hâline gelir. Belki de bu sayede ahlak bireysel travmayı kolektif iyileşmeye dönüştürebilir.

Kaybettiğimiz güveni inşa edeceğimiz erdem: nezaket

Ahlak yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal bir ufuk olarak da kurulmalıdır: Daha güvenli sokaklar, daha adil bir düzen, çocukların korkmadan büyüyebileceği bir mahalle. İnsan, bu hedeflere doğru hareket ettikçe yaşadığı kaygı anlam kazanır, dayanma gücü artar.

Güvenlik, yalnızca polisin ya da devletin temin etmesi gereken bir dış düzen değil; aynı zamanda birbirimize duyduğumuz sorumlulukla ayakta duran bir iç iklimdir. Bu iklim kaybolduğunda, şehir bir mekân, yaşam alanı olmaktan çıkıp, ruhumuzu tehdit eden bir gerilim kaynağına dönüşür.

Güvenlik krizleri, modern toplumların yalnızca hukuki ya da siyasi değil, aynı zamanda varoluşsal yaralarıdır. İnsan kendini güvensiz hissettiğinde, yalnızca bedeni değil, ruhu da tehdit altındadır. Frankl’ın yaklaşımı bu yarayı iyileştirmek için güçlü bir reçete sunar: Acının içinde bile bir anlam vardır. Özgürlük, tavırda saklıdır ve her özgürlük, sorumlulukla tamamlanır. Dolayısıyla, bugün sokaklarımızda tanık olduğumuz şiddet manzaraları karşısında en insanca tutum, içsel tavrımızı bilinçle seçmek ve bu tavrı toplumsal dayanışmaya dönüştürmektir. Güvenlik sorunlarıyla örülü bir dünyada, bu yanıtı vermek belki de insan kalabilmenin kolay olmayan bir yolu.

Bugün güvenlik meselesini konuşurken çoğu zaman kolluk kuvvetlerini, yasaları, cezaları gündeme alıyoruz. Bunlar elbette gereklidir. Ama ahlak olmadan hukuk yetmez. Çünkü güvenlik yalnızca kanun maddeleriyle değil, birbirimize karşı hissettiğimiz sorumlulukla da inşa edilir. Bir yabancıya selam vermek, sırada beklerken sabırlı olmak, trafikte öfkemizi yönetmek… Bunlar küçük gibi görünen ama toplumsal güvenlik zincirinin halkalarını oluşturan davranışlardır.

Elbette, insan olmanın zaafları inkâr edilemez. Güvenliği tehdit eden şiddetin faili de, mağduru da insandır. Hepimiz öfkeye kapılabilir, korkabilir, bencilleşebiliriz. Sadece zaaflarımızdan çizilen bir tablo karamsar görünecektir zira resmin sadece bir kısmına ışık tutmaktadır. Ama insan kalmayı seçebilmek bu zaafların ötesine geçebilmektedir. Güvenlik yalnızca bir hak değil, aynı zamanda sorumluluk bilincinin ördüğü bir erdemdir. Benim güven almak kadar güven de verebilmem gerekir. Güvenlik meselesi de tam burada bir ahlak sınavına dönüşür: Zaaflarımızın esiri mi olacağız, yoksa onları aşacak erdemleri mi inşa edeceğiz?

Güvenlik, başkalarının bize sunduğu bir lütuf değil, birlikte taşıdığımız bir erdemdir. Polislerin, mahkemelerin, yasaların yanında hepimize düşen küçük ama vazgeçilmez bir sorumluluk vardır: Nezaketi kaybetmemek, ihtimamı elden bırakmamak, birbirimizi tehdit değil, emanet olarak görmek.

Evet, şiddet olayları artıyor. Haber bültenleri her gün yeni bir örnek taşıyor hayatımıza. Ama güvenliği yalnızca devletin ya da polisin sağlayacağı bir olgu olarak görürsek, asıl sorumluluğumuzu gözden kaçırırız. Çünkü güvenlik, aynı zamanda bir ahlak meselesidir.

Bugün kendimize yeni bir soru sorabiliriz: Şiddetin içinde kaybolacak mıyız, yoksa ona verdiğimiz yanıtla insan kalmayı başaracak mıyız? Cevap, hepimizin omuzlarında: Daha fazla korku mu, yoksa daha fazla dayanışma mı? Daha fazla öfke mi, yoksa daha fazla nezaket mi? Güvenlik, işte bu seçimlerin toplamıdır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 7 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Rabia Yavuz
Rabia Yavuz
Rabia Yavuz - Uzman Klinik Psikolog. Lisans derecesini Psikoloji-Sosyoloji İngilizce tam burslu ve onur derecesi ile İstanbul Şehir Üniversitesi’nden aldı. Ayrıca lisans eğitimi sırasında The University of Sheffield, Utrecht Üniversitesi, LSE ve Harvard Üniversitesi’nde de eğitim aldı. Eğitim hayatı boyunca İstanbul Şehir Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Utrecht Üniversitesi, London School of Economics and Political Science ve The University of Sheffield gibi üniversitelerde travma, ön yargı, göç, travmaya müdahale, sosyal psikoloji ve sosyal politikalar alanında araştırma asistanlığı yaptı. Boston’da HSRI enstitüsünde koordinatörlük ve araştırma gibi alanlarda görev aldı. Stajını Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde gerçekleştirdi. Yüksek lisans eğitimini klinik psikoloji alanında Marmara Üniversitesi’nde aldı. Klinik yüksek lisans eğitimi sırasında Şema Terapi ve Diyalektik Davranışçı Terapi eğitimi aldı. Prof. Gonca Soygüt Pekak, Dr. İrem Akduman ve psikoterapist Elit Bilge Bıyıkoğlu’nun süpervizyonunda klinik yüksek lisans eğitimi süpervizyon sürecini tamamladı. Ayrıca Doç. Dr. Önder Kavakçı’dan Travma eğitimi ve süpervizyonu alıyor. Mesleğini Prof. Dr. Psikiyatrist Kemal Sayar’ın süpervizyonluğunda yapıyor. Ayrıca online terapi hizmeti vermekteyim. Depresyondan travmaya kadar birçok alanda çalışıyorum. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde ağırlıklı olarak psikoloji alanına dair çeviri ve yazıları yayınlanıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x