COVID-19 salgınıyla hızlı bir şekilde değişime uğrayan ve esnek hale gelen çalışma biçimleri, haftalık çalışma saatleriyle ilgili tartışmaları yeniden gündeme getirdi. Fransa’da bulunan ESCP İşletme Okulu’ndan Yaëlle Amsallem ve Emmanuelle Léon, The Conversation internet sitesinde yayımlanan yazılarında, haftada dört gün çalışmanın artılarını ve eksilerini örneklerle açıklıyor.
Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“Çalışma saatlerinin azaltılması bir ilerleme işareti midir? 19’uncu yüzyıldan bu yana gelişmiş ülkelerde işte geçirilen saat sayısı giderek azalıyor.
Haftada dört gün çalışma, 90’lı yıllarda daha eşit bir iş bölümüne yönelik siyasi ve ekonomik bir talep olarak ortaya çıktı. Buradaki fikir, daha fazla insanın istihdama erişebilmesi için çalışılan saat sayısını azaltmaktı. 1993 yılında Fransız iktisatçı Pierre Larrouturou tarafından geliştirilen yaklaşım, 1996 yılında çalışma saatlerinin düzenlenmesine ilişkin de Robien Yasası’yla test edildi. Fransa’da, çokuluslu gıda ürünleri firması Danone’nin CEO’su Antoine Riboud gibi iş dünyası liderleri, işe alımları artırmanın bir yolu olarak bu fikri savundu. Ancak yasa, 2000’li yılların başında haftada 35 saatlik çalışmayı getiren iş gücü reformu ile yürürlükten kaldırıldı. Almanya’da ise Volkswagen, 1994’te 30 bin işi kurtarmak için haftada dört günü benimsedi, ancak 2006’da bundan vazgeçti.
COVID krizi ve kapanmalar, tartışmayı yeniden gündeme getirdi. Evden çalışmanın yaygınlaşması, yeni teknolojilerin kullanımı ve esnekliğin artması çalışma şeklimizi kökten değiştirdi. Bu dönem aynı zamanda çalışanların daha iyi bir iş-yaşam dengesi arzusunu da artırdı. Nitekim İngiliz çalışanların yüzde 56’sı daha fazla boş zaman karşılığında daha az para kazanmayı kabul ediyor.”
Yazarlar, bu hususların haftada dört güne ilişkin tartışmayı yeniden alevlendirdiğini belirtiyor: “Asya ve Okyanusya’daki ülkeler, çalışanlarını yeniden işe dahil etmek için iş güçlerini organize etmenin yollarını arıyor. Yeni Zelanda’da hükümet, üretkenliği artırmak ve iş-yaşam dengesini iyileştirmek için salgının sonunda haftada dört gün uygulamasını hayata geçirdi. Japonya’da Hitachi ve Microsoft da dahil olmak üzere birçok şirket de bu kervana katıldı. Aşırı çalışma kültürüyle mücadele aracı olarak hayata geçirilen bu tedbir, aynı zamanda verimliliği önemli ölçüde artırma fırsatı da sunuyor (Microsoft örneğinde yüzde 40).
Avrupa’da, başta Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere İngiltere, Almanya, İspanya, Portekiz ve Fransa da bu yoldan gidiyor.
Söz konusu reform, her biri farklı zorlukları barındıran şekillerde hayata geçirilebilir.
Haftada dört gün mü, dört güne sıkıştırılmış bir hafta mı?
İlk yaklaşım en popüler olanı: Dört güne yoğunlaşan çalışma saatlerinin değişmemesi. Bu modeli Belçika ve Kuzey ülkeleri uyguluyor. 2022 sonbaharında Belçika, dört günlük haftaya dair bir yasayı kabul etti: Çalışanlar, haftalık çalışma süreleri aynı kaldığı için maaşlarında herhangi bir kesinti olmadan dört gün çalışabileceklerdi. İtalya’da Intesa Sanpaolo bankası da aynısını yapıyor. Fransa’da, Mart 2023’te Urssaf Picardie çalışanlarına böyle teklif yapılsa da sonuç hüsran oldu. Nedeni: Ebeveynlik. Zira uzun günler ebeveynlerin çocuklarını okula götürüp getirmelerine olanak tanımıyordu.
Yaklaşım, çalışma saatlerinde herhangi bir azalmanın olmadığı zamansal esnekliğin yeni bir biçimi. İktisatçı Éric Heyer’in işaret ettiği gibi: ‘Çalışma süresini kısaltan “dört günlük” hafta ile çalışma süresini haftanın “dört gününe” sıkıştıran haftayı birbiriyle karıştırmamalıyız.’
O halde mesele, yoğunlaşmanın bir sonucu olarak işin kalitesinin düşmemesi için farklı şekilde çalışmak.
Daha az ve daha iyi çalışmak
İkinci yaklaşım, gerçek anlamda dört günlük hafta (32 saatlik hafta) idealidir; yani artan üretkenlik sayesinde daha kısa çalışma saatleri. Bu yöntem Güney Avrupa’da (İspanya, Portekiz) uygulandı.
Formül, verimsiz zamanı tanımlayıp azaltarak, belirli süreçleri, özellikle raporlama ve toplantılara katılımı düzene koyarak iş verimliliğini sürdürme fikrine dayanıyor. Evet, daha az çalışma, ama her şeyden önce daha iyi çalışma. (…)
Yaklaşım, Amerikalı yazar Jeremy Rifkin’in 1995 tarihli The End of Work (İşin Sonu) adlı kitabının yayımlanmasından bu yana yinelenen bir tema olan, teknolojinin her türlü üretkenlik kaybını telafi edeceği fikrinde temelleniyor. Üretken yapay zekâ, kavramı yeniden ön plana çıkardı. Hatta Bill Gates’e göre haftaa üç gün bile çok uzakta değil.
Endüstriyel dünyanın yükselişe geçmesinden bu yana kuruluşlar sürekli olarak çalışma süresini optimize etmeye çalıştı. Bu, uzun yıllar boyunca üretim hattıyla paralel ilerledi. Çalışma süresi ve işte geçirilen süre tamamen eşanlamlıydı. Bugünse çalışmak için ofise gitmemize gerek yok: İş, kişisel alanlarımıza taşındı. Çalışma süresi ofiste geçirilen zamandan kopuk hale geldi. Haftada dört günün amacı, çalışmayı mekândan ziyade zamana göre çerçevelemek.
Düşünce kuruluşu Fondation Jean-Jaurès uzmanlarından Sarah Proust şöyle açıklıyor: ‘Burada söz konusu olan, toplumda çalışmaya vermeyi düşündüğümüz yer değil, çalışmanın organizasyonu ve dağıtımıdır.’”
Yeni paradigma
Yazarlar, ‘saat hacmine odaklanmak yerine işin doğasından bahsetmemiz gerekmez’ mi diye soruyor: “Ekonomist Timothée Parrique’in ifadesiyle, dört günlük hafta gibi fikirlerle çalışma hayatının geleceğini tahmin etmeyi bırakıp, geleceğin çalışma biçimini icat etmeye başlamamız gerekiyor. Zira giderek artan sayıda araştırma, işteki anlam kaybını, gazeteci Jean-Laurent Cassely’nin kitabının başlığını kullanırsak, ‘saçma işlerin’ yükselişini vurguluyor (…)
Ne yazık ki çalışma saatlerini yeniden düzenlemek, kişinin iş gücüne yeniden katılması için yeterli olmayacaktır. Psikolog Frederick Irving Herzberg’in açıkladığı gibi, çalışma süresi her şeyden önce bir ‘hijyen faktörüdür’. Yöneticilerin umduğu motivasyonu sağlayamaz. Yalnızca çalışanların memnuniyetsizliğini azaltabilir. Üst düzey yöneticilerin, kişisel tatmin ve memnuniyet kaynağı olarak, yapılan işe, çalışanların özerkliğine değer vermek veya görevleri daha ilginç hale getirmek gibi gerçek ‘motivasyon faktörlerini’ etkinleştirmeleri gerekir.
Belki de Ernest Callenbach’ın üç Batı Yakası eyaletinin ekolojik bir yaşam tarzı kurmak için ABD’den ayrıldığını tasavvur eden 1975 tarihli Ecotopia: The Notebooks and Reports of William Weston (Ekotopya: William Weston’ın Defterleri ve Raporları) adlı kitabına benzer yeni çalışma ütopyaları yaratmamız gerekiyor. Callenbach, kitapta insanların haftada yalnızca 22 saat çalıştığı yeni bir toplum modeli hayal ediyor. Bu ütopya, mevcut saatlerin büyük bir kısmının sosyal, politik, kültürel ve çevresel faaliyetlere ayrıldığı ekonomileri tasvir ediyor. Ekotopya, bireysel başarıdan önce kişisel ve kolektif tatmini savunuyor: İşletmeler kendi kendini yönetir, toplu taşıma ücretsizdir, eğitim ve sağlık herkes için erişilebilirdir, cezai şiddet yoktur, evrensel gelir yürürlüktedir, geri dönüşüm ve küçülme kuraldır.
Callenbach, yalnızca çevre açısından değil, aynı zamanda her bireyin kişisel dengesi açısından da daha iyi olduğuna inandığı bir dünyaya dair fikir vermek istemişti. Her zamankinden daha uzun yaşadığımız ve iş, hayatımızda daha az yer kapladığı için aslında yeni bir çalışma biçimi değil, yeni bir yaşam biçimi hayal etmemiz gerekiyor.”
Bu yazı ilk kez 7 Mart 2024’te yayımlanmıştır.