Modern zamanlarda farklı uçlardan iki merak hayatlarımızda çok büyük yer edindi: Bilim ve teknolojiye duyulan büyük ilgi ve şans oyunları düşkünlüğü.
Şüphesiz toplumun çoğunluğu yine mutedil kaldı, orta yoldan gitmeyi tercih etti. Ama bir kısmımız akıl yoluyla bilime ve teknolojiye yüklenerek kesinlik ütopyasını gerçekleştirmeyi hayal etti, yani bilim ve teknoloji sayesinde her şeyin milimi milimine hesap edilebileceği, asla ihtimallere yer bırakmayan bir dünyanın mümkün olduğunu düşündüler. Onlara göre en küçük çatlak bile bilim ve teknoloji sayesinde doldurulacak müphemliğe, belirsizliğe asla fırsat verilmeyecekti. Diğer bir kısmımız bizi korse gibi sıkan aklın bu çerçevesini çocukluğundan beri sürdüregeldiği ‘oyun’ tecrübesine sarılarak aşmaya girişti. Birinci kısım, fanatizme; ikinci kısım ise oyun bağımlılığına, haydi doğrudan söyleyeyim kumarbazlığa meyyaldi. Bu yazıda daha ziyade bu ikinci kısımla ilgileneceğiz.
Kendini oyunun içine atarak şans oyunlarıyla bu bitimsiz döngüyü kırmaya kalkanlar, maalesef en nihayetinde oyunun da onlarla oynayacağını hesap edemediler, oyun müptelalığına, kumarbazlığa yakalandılar. Düçar olunan öyle bir rahatsızlıktı ki çırpındıkça daha çok batılıyor, battıkça daha çok kazanılacağına inanılıyordu.
Terbiye edebileceğimizi, hatta ettiğimizi sandığımız ‘şans’, bir türlü peşimizi bırakmıyor, insan zihninin bilişsel imkânlarıyla oluşturduğumuz yapay zekâlar bize bir yandan ‘dünyayı kontrol etme fırsatı’ gibi sunulurken bir yandan da karşımıza her seferinde şans oyunları çıkarıp duruyordu. Yetmiyor, yaşadığımız tüketim toplumu ve piyasalar da bizi bu kötü gidişten alıkoyacak yegâne gücümüz olan ahlâkî erdemlere savaş açınca, hayatımıza ilişkin vereceğimiz kararlar da bir şans oyuncusunun oyun oynama anındaki kararlarına benzemeye başlıyordu.
Nasıl bir kumar bağımlısı hayatı hakkında kontrole sahip değilse, tüketim toplumu da hayatlarımız, kararlarımız üzerinde kontrol sahibi olmamızı önlüyor. Artık sorumluluğunu alarak kendi kararlarını veren insanlar olmak yerine, tercihlerinde isabet edememiş kimseler, bir türlü şansın kendisine gülmediği varlıklar haline dönüyoruz. Hayallerimizi ekonomik fırsatları nasıl değerlendirip değerlendiremediğimiz belirliyor, düzgün araçlara yatırım yapıp çok fazla kazanacağımız günlere saklıyoruz mutlu olmayı. Şansımız yaver gidip yatırım yaptığımız araç kazandırdığında mutlu olmak yerine yine başa dönüyoruz, o kazandıklarımızı nereye yatıracağımızı araştırmaya koyuluyoruz.
Tüketim kültürü hayatımıza ne yapıyor?
Tüketim olgusu, modern hayatın her cephesine sirayet etmiş vaziyette. Bu, modernliği geçmiş toplumlardan ayıran temel özellik…
Tüketimi, malların, alınış ve kullanılış biçimlerini ve bu süreçte ortaya çıkan değerler sistemini de kapsayan bir olgu olarak tanımladığımızda, yaşadığımız toplumu daha iyi anlayabiliriz. Zaten antropologlar, kültür araştırmacıları ve birçok düşünür, tüketimi, statülerin, hiyerarşilerin, sembol ve göstergelerin kullanımına dayalı olarak ele alıyorlar.
Tüketim toplumunda metalaşma, bir heyula gibi her şeyin üzerine siniyor, maddi bir değere tekabül etmeyen birçok hizmeti, duyguyu, nesneyi, ilişkiyi piyasa şartlarına endeksliyor. Bu durum, kültüre de yansıyor, kültürel değerler, ürünler ve ihtiyaçlar da neredeyse tamamen pazar koşullarında şekilleniyor.
‘Evladiyelik’ mal yok artık, kapitalizmin yeni üretim stratejisi, epey bir zamandır beri “kullan-at”a dönüşmüş durumda… Bizi moda-reklam-pazarlama stratejilerinin piyonu yapmaktan öte bir anlam taşımıyor şu meşhur “özgürlük” nidaları…
Kapitalizmin hayatlarımızı belirlediği bir dünyada önümüzü bile göremiyor, nasıl hayatlar yaşadığımıza dönüp bakamıyoruz. Hakikatleri görmemek için ideolojik ve siyasi fanatizmden bir şal alıyoruz mesela üstümüze. Daha doğrusu aldığımızı sanıyoruz, üstümüze konulduğunu fark edemiyoruz. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde amaçlanın sadece “tüketim, daha çok tüketim” olduğunu, bunun arkasındaki kâr hırsı ve tamahkârlığı göremiyoruz.
Maneviyat bile duygusal bir tüketim nesnesine dönüşür mü?
Sadece bilinçli karar verdiğimiz ihtiyaçlarımız değil, bilinçdışındaki arzu akışımız da metalaşıyor. Neyi arzulamamız gerektiğini bile “onlar” belirliyor. Günümüz toplumu artık fabrikalardan, akıl hastanelerinden, hapishaneler, hastanelerden oluşan bir disiplin toplumu değil, bunların yerini fitness salonları, AVM’ler, gökdelenler, gen laboratuvarları aldı. İtaatkâr öznenin yerine performans öznesi geçti. Bencil, hiperaktif, telaşlı, sadece Tanrı’ya ve öte dünyaya değil, kendine de inancını yitirmiş, sağlığı ve bedenini ilah düzeyine getirmiş insanlar…
Tüketim toplumunda aşk, hakikat, emek, fedakârlık ve mahcubiyet değil, arzu ve tatmin öne çıkıyor. Tüketim, maddiyat anlamını aşıyor. Çocuk, hatta maneviyat bile duygusal bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Karşınızda sayısız tüketim nesnesi, arzunun tatminini amaçlarken aslında çanına ot tıkıyor. Fark edemiyoruz.
Tüketim çılgınlığı, maneviyatımızı etkiliyor en çok. Hırpaladığı, yıktığı erdemler kanaatkârlık, mütevazılık (sadelik), cömertlik ve en nihayetinde adalet… Haset, hırs, açgözlülük, tamahkârlık erdemlerin yerine iç-dünyamızı doldurunca, her şeye hakkı olduğuna inanan, minnetten habersiz, hep alacaklı insanlar sahne alıyor.
Seni “sen” yapan şey alışveriş olabilir mi?
Bunlarla kalınsa iyi, pek tabiî olarak kimlik inşası ve benlik algısında da tüketim ürünleri belirleyici ve hayatımızdaki seçimlerimizi yaptığımız kararların zeminini oluşturuyorlar. Metalar bizatihi benlik projeleri sunuyorlar, ona göre kültürel ve toplumsal değer kazanıyor, kazandırıyorlar. Oluşturulmuş benlik ve kimliğin sergilenmesi için de yine metalara başvuruluyor, böylece tüketim toplumu, aynı zamanda gösteri toplumu hâline geliyor.
Seçimlerimiz de bu süreçten payına düşeni alıyor. ‘Hayat tarzı’, 1960’lardan itibaren tüketim kültürü içerisinde bireyselliği, kendini ifade etmeyi, stil sahipliğini çağrıştıran bir kavrama dönüşmüş durumda.
Modernlik, geleneksel yapıyı çözdükçe ne yapacağını bilemeyen birey, pazardaki meta artışının sunduğu ya da mahkûm ettiği imkânlarla, kimlik eldesine girişmiş. Gerek hayatın kendisi, gerek bireyin kendi olma durumu ile alışveriş etkinlikleri arasında vazgeçilmez bir ilişki ortaya çıkmış. Artık bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zamanı kullanma şekli, yiyecek ve içecek tercihleri, ev, otomobil seçimleri, onun beğeni ve üslup duygusu bireyselliğinin, kimliğinin işaretleri olarak görülmeye, kimlik böyle inşa edilmeye başlanmış durumda…
Tüketim toplumunda dinî hayat
Küresel tüketim kalıplarının yönlendirdiği günümüz dünyasında, dinî hayat, artık diğer küresel hayat formlarıyla iç içe geçiyor, yer yer eriyor, ancak bir alt-kültür olarak varlığını sürdürebiliyor.
Dinlerin ve tüketim toplumunun anlam dünyaları farklı, aralarında temel kaynaklar açısından kaçınılmaz bir gerilim ve mücadele ortamı doğuyor ama sonuç olarak dinî hayat bile kapitalist tüketim toplumunun seçimlerimizi, hayat tercihlerimizi bir şans oyununa benzetmesi sürecinden payını alıyor. Özellikle İslâm dininin sahip olduğu muhteva itibariyle alt-kültür olarak konumlanmaya pek müsait olmaması, tüketim kodlarıyla işlenmiş bir toplumsal vasatta belli gerilimleri kaçınılmaz kılıyor. Ama bu doku farklılığına rağmen tüketim değerleri ve dinî değerler aynı toplum içerisinde yaşıyorlar, yaşamak durumunda kalıyorlar… Böyle bir ortamda bir yandan tüketim neredeyse kutsallaşırken bir yandan da kutsal olan tüketime dönüşüyor.
Tüketimin kutsallaşması derken kastımız, tüketim etkinliklerine ve araçlarına çok yüksek bir önem atfedilmesi, insanlara büyülü bir atmosferde hizmet sunulması. Aynı şekilde kutsalın tüketime dönüşmesiyle, dinî değerlerin, sembollerin içinin boşaltılıp tüketim mantığı içerisinde tekrar sunulmasını anlatmaya çalışıyoruz. Bir yandan dinî uyanış ve semboller yaygınlaşıyor bir yandan da bazılarının “dinselin burjuvalaşması” dedikleri durum ortaya çıkıyor. Bu ikisinin kesişim noktasında “İslâmî moda” denilen bir olgu, kitlelere açılıyor. Şüphesiz kendilerince İslâmî kabul edilebilirlik ölçüleri içinde İslâmî burjuvaziyi yeni tüketim ve tecrübe ve heyecanlarına davet ediyor.
Tüketim toplumun yaşayan dindar bir insanın hayatında ve düşünce dünyasında, ikisi arasındaki zıtlıklar, sanıldığı gibi basit değil, oldukça girift bir ilişki olarak ortaya çıkıyor. Kendilerini kulluk üzerinden tanımlamaya çalışan dindar insanlar, ister istemez diğer taraftan bilinçli veya bilinçsiz olarak markaların işaret değerlerini satın almak için yarışıyorlar… Maalesef benzeri tablolar, hac ve umre ibadetinin gerçekleştirilme süreçlerindeki gelişmeler ve yeni biçimler- de görülebiliyor; metalaşmanın ve tüketim toplumuna has alışkanlıklarının dinî değerlere yansıması burada bile ortaya çıkabiliyor.
Bolluk paradoksu: Tüketim toplumunda seçim şansının artması mutluluk getirir mi?
Kapitalist tüketim toplumunun seçimlerimizi bir şans oyunundaki oyuncunun hâline benzetmesiyle ilgili işe yarar bir kavrama geldi sıra…
Bu ara başlık Barry Schwartz’ın çok okunan kitabından alındı. Schwartz, günümüz insanının tüketim toplumundaki seçim şansının çoğalmasının neden mutluluğumuzu artırıcı bir etkisi olmadığını anlatmaya çalıştığı kitabında ilginç bir tespit yapıyor:
“Özgürlük, özsaygı, toplumsal katılım, devingenlik ve beslenme için çok gereklidir ama her seçim özgürlüğün önünü açmaz. Özellikle tüketim maddeleri ve hizmetlerinde artan seçenekler, söz konusu özgürlüğe çok az katkıda bulunur ya da hiç bulunmaz. Aksine, başka konulara ayırdığımızda daha mutlu olacağımız zamanımızı ve enerjimizi çalarak özgürlüğü azaltır… İddia ediyorum ki özgürlük kavramını doğrudan seçim özgürlüğüyle eşleştirip alternatifleri çoğaltarak özgürlüğü de çoğalttığımızı düşünmekle kendimize iyilik yapmış olmuyoruz. Bunun yerine, bizim için önem taşıyan konularla ilgili doğru seçimler yapmayı öğrenerek ve aynı zamanda önem taşımayan konular üzerinde fazla düşünme yükünden kendimizi kurtararak özgürleşebileceğimize inanıyorum.” (s.16)
Küçük kararların tiranlığı
Modern hayattaki seçim olgusunun önceki zamanlara göre büyük bir dönüşüm geçirdiğini düşünen Schwartz, “Hayatın birçok alanındaki seçenekler örtülü ve genellikle psikolojik olarak gerçek-dışı bir durumdan açık ve psikolojik olarak gerçek bir duruma geçti. Dolayısıyla, günümüzde insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun bir seçim yapma yükümlülüğüyle karşı karşıyayız; Fred Hirsch’in ‘küçük kararların tiranlığı’ dediği şeye kısılıp kalmış durumdayız…” diye yazıyor. Önceleri aklımıza bile getirmediğimiz, öylesine yaşayıp gittiğimiz hallerin, mesela giysilerimizin fevkalade uyumlu, kemerimizin, çorabımızın uygun olması ya da okuyacağımız kitabı hangi ortam ve formatta ve hatta hangi beden pozisyonunda okumamız gerektiği gibi başlıkların dahi artık çok mühim kararlar haline geldiğini anlatmaya çalışıyor.
Bir süpermarkette bizi bekleyen nesnelerden hangisini tercih etmemiz gerektiğiyle ilgili karar verme sürecinden başlayarak, hep en iyiyi, en mükemmeli arama çabasının mutsuzlukla biteceğini göstermeye çalışıyor. Zira birçok şey içinden birini seçmeye çalıştığımızda bunun sonu yoktur. İçlerinden birini seçmek zorunda kaldığımız nesneler resmigeçidi biteviye sürdüğünden en iyisi, en mükemmeli diye seçtiğimiz nesne karşısında eninde sonunda “keşke” diyeceğimiz, hayal kırıklığı içinde “kaçırdığımız fırsat”a yanıp yakılacağımız bir an gelecektir. Bu böyle sürüp gidecektir.
Modern insanın bolluk paradoksu, “ne güzel, ne çok tercih edebileceğim şey var…” diye başlayıp hayal kırıklığı ve depresyon ile döngünün bitişinin ve tekrar başlamasının hikâyesidir.
Barry Schwartz’ın kitabında anlatmaya çalıştığı tabloya baktıktan sonra ben onun gibi bu tabloyu psikolojideki “öğrenilmiş çaresizlik”e benzetmedim. Daha çok bizim kapitalist tüketim toplumunun seçimlerimizi bir şans oyunundaki oyuncunun hâline benzetmemizin geçerli olabileceğini düşündüm. Şans oyuncusunun rulet masası veya çarkıfelek ya da dönüp duran oyun karşısındaki hâliyle reklam ve pazarlama stratejileriyle, piyasa aktörlerinin portföy önerileri karşısındaki hâllerimiz benzeşmiyor mu sizce de? Her iki halde de, insan kontrolün hiçbir şekilde elinde olmadığı bir durumda ve kazanma peşinde…
Bu durumda tüketim toplumundaki ürün bolluğunun sadece piyasaları düzenlemediği ama aynı zamanda zihnimizdeki karar verme süreçlerini şans oyuncusunun zihin süreçlerine benzettiğini söyleyemez miyiz? Schwartz’ın âdeta bolluk içinde yokluk, varlık içinde hayal kırıklığı ve depresyon yaşadığımızı söylemesinin nedeni, giderek bir kumar bağımlısını andıran bu hâlet-i rûhiye döngüsüne girmemiz olamaz mı?
Kumar bağımlısı, gerçek hayattan koparak ve kendisini tamamen bu döngüye bırakan bir hezeyanvârî düşünce sistemiyle ayakta kalmaya çalışıyor. Peki, ya biz?
Bolluk paradoksundan çıkarak nasıl mutlu oluruz?
Schwartz, yaşadığımız bolluk paradoksundan çıkabilmek ve mutlu olabilmek için önerilerini şöyle sıralıyor:
- Seçim özgürlüğümüze gönüllü olarak belli sınırlamalar getirelim.
- En iyiyi aramaktansa “yeterince iyi”yi arayalım.
- Kararlarımızın sonuçlarıyla ilgili beklentilerimizi azaltalım.
- Kararlarımızı geri alınamaz biçimde vermeye çalışalım yani sebat edelim.
- Etrafımızdaki insanların ne yaptığıyla o kadar fazla ilgilenmeyelim.
Kendi adıma Schwartz’ın önerilerini işe yarar bulduğumu söyleyebilirim. Ama ufkumuzu daha da genişletmeli, teorik zeminimizi biraz daha sağlamlaştırmalı, erdemler üzerine daha çok kafa yormalı, zihin binamızın kavram tuğlalarını daha sıkı biçimde örmeliyiz.
Böyle bir dünyada bize verilen ömrü nasıl sürmemiz, yaşadığımız hengâmede bir şans oyuncusunun karar verme süreçlerinin her türlü seçime yaygınlaşması karşısında ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini biraz daha konuşmamız lazım.
(Bu yazının hazırlanmasında Kapı Yayınları arasından çıkan Hayat Oyunu: Şans, kader, kumar kitabımızdan yararlanılmıştır.)
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 17 Ekim 2023’te yayımlanmıştır.