Adalet, sadece toplumsal düzenin sağlanması için gerekli bir kavram olmanın ötesinde, bireylerin psikolojik iyilik hali için de temel bir ihtiyaçtır. İnsanlar adil bir dünyada yaşadıklarına inandıklarında kendilerini daha güvende hisseder, yaşamın öngörülebilir olduğunu düşünerek kaygı seviyelerini düşürür ve böylece psikolojik dayanıklılıklarını korurlar.
Adaletin sağlanmaması, insanlar üzerinde derin psikolojik etkiler bırakabilir. Bu etkiler, bireylerin dünyayı nasıl algıladıkları, kendilerini nasıl hissettikleri ve toplumsal ilişkilerini nasıl kurdukları üzerinde uzun süreli olumsuz izler bırakabilir.
Adil dünya inancı nedir?
Adil dünya inancı, insanların yaşadıkları olayları anlamlandırmalarına ve hayatlarını düzenlemelerine yardımcı olan temel bir bilişsel çerçevedir. Bu kavram, sosyal psikolog Melvin J. Lerner tarafından 1960’lı yıllarda ortaya atılmıştır. Lerner’e göre insanlar, dünyayı adil bir yer olarak görmeye meyillidirler. Bu inanç, bireylerin yaşadıkları olayların bir sebebi olduğuna, iyi insanların ödüllendirileceğine ve kötü insanların cezalandırılacağına dair bir güven duymalarına yol açar. Ancak bu, her zaman gerçeklikle örtüşmez. Çünkü dünya sıklıkla adil değildir ve çoğu zaman haksızlıklar karşılıksız kalır. Buna rağmen, adil dünya inancı psikolojik bir ihtiyaç olarak varlığını sürdürmeye devam eder.
İnsanlar dünyada düzen ve anlam ararlar. Ve bu düzenin temel taşlarından biri de adalet duygusudur. Eğer insanlar, yaptıkları her şeyin şansa bağlı olduğunu düşünselerdi, motivasyonlarını ve hayata karşı dayanıklılıklarını kaybedebilirlerdi. Adil dünya inancı, bireylere eylemlerinin anlamlı olduğunu hissettirerek, çaba göstermeye devam etmeleri için bir teşvik mekanizması oluşturur. İnsanlar, karşılaştıkları haksızlıklarla başa çıkabilmek, zor zamanlarda dayanabilmek ve hayatlarını daha sağlıklı bir biçimde sürdürebilmek için geleceklerinin güvende olduğuna dair bir hisse ihtiyaç duyarlar. Bu nedenle, insanlar dünyayı adil bir yer olarak görmek isterler ve karşılarına çıkan olayları da bu inanca uygun şekilde yorumlamaya çalışırlar.
Bu temel varsayım, çocukluktan itibaren masallar, mitler, dini öğretiler ve kültürel anlatılar aracılığıyla pekiştirilir. Çoğu hikâyede iyiler kazanır, kötüler cezalandırılır ve bireyler, ‘hak edenin hak ettiğini bulacağı’ inancıyla yetiştirilir. Bu inanç psikolojik açıdan oldukça koruyucu bir işlev görür çünkü insanlara, çaba gösterdiklerinde karşılığını alacaklarına, hayatın adil işlediğine ve geleceğin kontrol edilebilir olduğuna dair bir güven duygusu kazandırır.
Adaletin sağlandığı bir dünyada, insanlar yaşadıkları zorlukları geçici ve ders verici deneyimler olarak kabul edebilirler. Aksi takdirde, yaşanan acıların rastgele ve anlamsız olduğunu düşünmek, insanları çeşitli ruhsal bozukluklara bile sürükleyebilir.
Adil dünya inancının psikolojik boyutu yalnızca bireysel değil, toplumsal süreçleri de kapsar. Günah keçisi mekanizması, toplumsal travmaların işlenme biçimlerinden biridir. İnsanlar, karmaşık ve zorlayıcı durumlarla başa çıkabilmek için suçluyu belirleme ihtiyacı hissederler. Ekonomik krizler, salgın hastalıklar ya da savaş gibi büyük ölçekli olaylar karşısında toplumlar, bazen belirli grupları ya da bireyleri suçlu ilan ederler. Bu durum, gerçekte sorunun kaynağını çözmekten ziyade, insanların belirsizlik ve güvensizlik duygularını azaltmalarına hizmet eder. Ancak bu süreç, çoğu zaman yeni mağduriyetler yaratır ve toplumsal çatışmaları derinleştirir.
Psikolojik travmalar ve adalet
Yaşadığımız bireysel ya da toplumsal travmalar, adil dünya inancımızı sarsar. Gerçekten dünyanın adil bir yer olmadığı gerçeğiyle yüzleşiriz. Bu sarsıcı deneyimlerden sonra, yaşamımıza devam edebilmek için bu inancı yeniden inşa etmemiz gerekir.
Psikolojik travmalar, insan eliyle gerçekleştirilen travmalar ve insan kontrolü dışındaki travmalar olarak ikiye ayrılır. İnsan eliyle gerçekleştirilen travmalar (savaşlar, şiddet, cinsel istismar, ihmaller sonucu ortaya çıkan olaylar gibi…) bireylerde daha derin bir psikolojik hasar bırakabilir. Çünkü bu tür travmalar, yalnızca bireyin fiziksel veya psikolojik bütünlüğünü tehdit etmekle kalmaz, aynı zamanda bir adalet ihtiyacı doğurur.
Doğal afetler gibi insanın doğrudan suçlanamayacağı travmalar karşısında insanlar, kader veya doğanın gücü gibi açıklamalara başvurabilirken, insan eliyle yapılan travmalarda mağdurlar adalet arayışı içine girerler.
Adaletin sağlandığı durumlarda, her şey yerli yerine oturur ve dünyadaki adaletin varlığına dair inancımız yeniden kurulur. Bu sayede yaşamımıza güven içerisinde devam edebiliriz. Ancak adaletin sağlanmadığı durumlar, bireylerin iç dengesini bozar. Özellikle travmatik olaylarda, mağdurların travmaları daha da derinleşir.
Örneğin, cinsel istismar mağdurlarının kendilerini suçlaması sık görülen bir durumdur. Mağdur, olayın tamamen rastlantısal olduğunu kabul ederse, dünyanın adil olduğu inancı sarsılır. Bunun yerine, başına geleni kendi hatasıyla açıklamak, gelecekte benzer bir durumdan kaçınabileceğine dair bir kontrol hissi yaratır. Oysa gerçek suçlu cezalandırıldığında da bu kontrol hissi sağlanabilir ve mağdurun iyileşme süreci desteklenir.
Benzer şekilde, toplumsal olaylarda da insanlar, adil dünya inançlarını korumak adına bazı çarpık düşünce kalıplarına yönelebilirler. Adaletin hızlıca sağlanmadığı durumlarda bazı savunma mekanizmaları devreye girer. Özellikle travmatik olaylarda mağdur suçlayıcılığı gibi psikolojik eğilimler tetiklenebilir.
‘Hak etme’ düşüncesi
Deprem veya sel felaketlerinden sonra, bazı insanlar, bunu o bölgedekilerin yaşam tarzına bağlayarak ilahi bir ceza olarak yorumlar. Bu yorumlama şekli, ‘ben onlar gibi değilim, bana bir şey olmaz’ düşüncesiyle bireye kontrol hissi kazandırır.
Bir kadın saldırıya uğradığında ‘o saatte dışarı çıkmasaydı, o kıyafeti giymeseydi’ gibi suçlayıcı söylemler de benzer bir savunma mekanizmasından ileri gelir. İnsanlar, mağduru suçlayarak dünyanın öngörülebilir bir yer olduğuna inanmayı sürdürmek isterler: Bu hataları yapmazsam, başıma böyle bir şey gelmez!
Kartalkaya’daki otel yangınında hayatını kaybedenlerin daha yüksek gelir grubundan olması, bazı kişiler tarafından yine bu felaketin hak edildiği şeklinde acımasızca yorumlar yapılmasına yol açmıştır. Bu yorumlar, öfke ve kıskançlığın rasyonelleştirilmesiyle ortaya çıkar elbette ama, zenginlik ile fakirlik arasındaki farkın adaletsiz bir şey olduğu algısından beslenir. Yine adaletin henüz sağlanmadığı durumlarda ise insanlar başkalarının acılarına empati göstermek yerine ‘hak etme’ düşüncesiyle güvence arar.
Bu çarpık düşünce biçimleri, cehaletten değil, adil dünya inancını sürdürme ihtiyacından kaynaklanır. Adil dünya inancı, insanların hayatlarını anlamlandırmalarına yardımcı olan güçlü bir psikolojik mekanizmadır. Ancak bu inanç, adaletin sağlanmadığı durumlarla sarsıldığında, mağduru suçlama, adaletsizliği görmezden gelme, empatiden uzaklaşma ve ‘herkes hak ettiğini bulur’ düşüncesiyle pasif kalma gibi olumsuz tutumlar ortaya çıkabilir.
Bu savunma mekanizmaları, çoğunlukla bireyi geçici olarak rahatlatırken, uzun vadede duygusal ve psikolojik zorluklar doğurabilir. Mağdur suçlama örneği, bu tür savunmaların bir yansımasıdır. İnsanlar, adaletin sağlanmadığı durumlarda, haksızlıklara karşı duydukları öfkeyi ve korkuyu kontrol edebilmek için başkalarını suçlama eğiliminde olabilirler. Bu, bireylerin kendilerini korumak için başvurdukları bir psikolojik strateji olabilir, ancak, uzun vadede toplumsal güvensizliği arttırarak, bireysel ve toplumsal düzeyde ciddi psikolojik hasarlara yol açabilir. Böylece bireyler travmatik semptomlar ve çeşitli psikolojik sorunlar geliştirebilir. Adalet, yalnızca bireysel psikolojimizi değil, toplumsal yapıyı da ayakta tutan bir olgudur.
Gerçek dünyada adaletin sağlanması tam da bu yüzden önemlidir. Kimin suçlu olduğuna dair bir boşluk kalmaması, yapılan her türlü haksızlığın, ihmalin hak ettiği cezayla karşılık bulacağına olan inanç, insanların güvenlik ihtiyacını sarsmayacağı için empatiden uzak, bu tür yanlış düşüncelerin üretilmesinin de önüne geçecektir.
Adalet, empati ve güven…
Adaletin varlığı, bireylerin yalnızca dünyayı daha güvenli ve yaşanabilir bir yer olarak algılamalarını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı da güçlendirir. İnsanlar, adaletin sağlandığını gördüklerinde birbirlerine karşı daha fazla empati geliştirir ve topluma güven duyarlar.
Adaletin sağlanması, mağdurların yalnızca haklarının iade edilmesi değil, aynı zamanda psikolojik açıdan iyileşmelerini destekleyen bir faktör olarak işler. İnsanlar, adaletin sağlandığını görerek, toplumda adaletsizliklere karşı daha güçlü bir duruş sergileyebilir ve bu da toplumsal huzuru pekiştirebilir.
Bu nedenle, bireylerin sağlıklı bir ruh hali içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için adaletin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde sağlanması kritik önem taşır. Adalet, yalnızca hukuki bir mesele değil, aynı zamanda bireyin kendini güvende hissetmesini sağlayan bir psikolojik temel ve toplumsal dayanışmayı mümkün kılan bir yapı taşıdır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 7 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.