Yola bakın belki gelen babamdır.
Âşık Ruhanî (1931-2024)
Özel günlere mesafem öteden beri malum. Çoğu zaman kapitalist ekonominin can suyu gibi gördüğü bu günlerin, duygular üzerinden ticarî kurnazlıkları meşrulaştırdığına inanırım. Babalar Günü de bu sarmalın dışında değil elbette. Haziran’ın üçüncü pazarı babaya tahsis edilmiş bir gün; ama bu tahsis, çoğu zaman eğreti duruyor üzerinde. Oysa sevgi ve saygı öyle bir güne sığmaz — yedi gün yirmi dört saat, yılın her günü ihtiyaçtır.
Yine de hediyeleşmenin güzelliğini inkâr edecek değilim. Hele içtenlikle, vakti geldiğinde, gönül estiğinde olursa…
“Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?”
Hepimize sorulmuştur bu soru, değil mi? Başta “İkisini de,” diyerek sıyrılmak isteriz, ama ısrar artınca itiraf gelir: “Annemi.”
Hilmi Yavuz bu içten çekişmeye naif bir cümleyle arabuluculuk eder:
“Baba düzyazıdır; anne şiir!”1
Babaya sevgi, anne sevgisi kadar çok sık dillendirilen bir şey değildir. Baba, daha çok “saygı” sözcüğü ile ağırlığını hissettirir toplumsal yaşamda. Baba disiplin/kural, anne koruma/kalkan demektir sözlüklerde yazmasa da.
Babalar, çocukları karşısında sevgilerini pek belli etmezler; en azından anne kadar belli edemezler. Baba imgesi, kolay tanımlanamayan bir kişiliktir, Devlet Baba dâhil. Baba, nizamdır; önce ailede, sonra toplumda. Otorite ve güven abidesidir.
Baba olmak zahmetsiz, baba’lık “kor” zanaattır. Neden dünyanın en “kor” zanaatı olduğunu ancak, baba olunca anlarsınız! Ölçüyü Aziz Nesin koyar:
“Dünyaların en iyi babası benim babamdır.
Düşmandır düşüncelerimiz,
Dosttur ellerimiz.”2
Babaya mektuplar: Kafka’dan Atay’a
Franz Kafka, “Babama Mektup”ta, bir babanın bir yazarın hayatını nasıl şekillendirip etkilediğini ortaya koyar. Babasıyla sorunları olmasına rağmen yine de aralarında sadece ikisinin fark edebileceği merhamet ve sevgi yansımaları vardır. Babasının her şeye rağmen yıllarca kendisine baktığını düşünerek kendini borçlu hisseder ve borcunu ödemek için dışarıda çalışmak ister; babası birçok şeyde olduğu gibi buna izin vermez. Baba baskısından kurtulma isteği Kafka’yı evliliği kutsamaya kadar götürür: “Evlilik en geniş anlamda insanın bağımsızlığa ve özgürlüğe ulaşmasının güvencesidir.”3 Ne yazık ki, iki defa nişanlandığı kadınla babasının engellemesi yüzünden evlenemez.
Baba-oğul çatışması hem dünya hem de Türk edebiyatının başat konuları arasındadır. Kafka’daki çatışmaya, Oğuz Atay bir başka üslupla aynı adlı -“Babama Mektup”– öyküsüyle katılacaktır: “Galiba biz, babacığım birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik,”4 diyerek, babasının ölümünden iki yıl sonra.
Oğuldan babaya kuşaklar boyu süregelen değişmez yazgıdır bu. Pierre Pachet, “Babamın Özyaşamöyküsü”nde bu yazgıyı çözümler: “Bir yandan, ne yitirdiğimi bile bilmiyordum. Bana yakın, belki de en yakın olan birini yitirmiştim. Ancak babamın içimdeki kökleri öylesine derin ve anlaşılması güç idi ki, anestezi altında cerrahi operasyon geçirdikten sonra kendisine gelip yavaş yavaş acısını hissetmeye başlayan ve “gerçekte ne yitirdim?”, “hangi organımı aldılar?” sorularına çevresinde kimsenin yanıt vermediği bir kişi gibiydim.”5
Babalarla oğullar arasındaki çatışma aslında önce ile sonra arasındaki uyumsuzluktur; uygunsuzluk değil. Nâzım Hikmet şair inceliğiyle konuyu tatlıya bağlar:
“Yalnız senin elini öpmek için
eğilir başım.”6
Suskunluğun adı: Baba
Anneye göre daha az konuşur ya da hiç konuşmaz baba; hep içine atar, içinde biriktirir sevinci de hüznü de. En çok hüznü, acıyı, derdi, tasayı. Hasan Hüseyin Korkmazgil yaman tanığıdır bu gerçeğin:
“Gördüm babaların ağlamasını
Dalları düğüm düğüm
Gövdesi kahve falı
Bir zeytin ağacını köklemek var ya
Sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı
Kazma vurmak beş yüz yıllık meşeye
Acısını duymak var ya kopmanın
Babaların ağlaması işte o
Babaların ağlaması öyle zor.”7
Baba, geleneğin görgüyle incelmiş hâlidir. Cennet annelerin ayaklarının altındadır kabul; babaya paspas muamelesi niye? İskele babası… Şam babası… Babalık vs. “Baba” imgesi, iki binli yılların kavramları ve değerleri altüst eden kasırgasından nasibini almışsa; yine de batıdaki karşılığıyla “biyolojik baba” değildir bizim babalarımız. Çok klişe bir cümle vardır; ……… anlatılmaz yaşanır, diye. Noktalı yere en yakışan sözcük/deyim “baba’lık”tır. Babanın “istiap haddi” gökyüzü kadar sınırsızdır. Ek iş değildir baba’lık. Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük güven markasıdır “O”. Dünden bugüne çok şey değişti, yarın da değişecektir, fakat “Babasının oğlu” olmak, eşi benzeri yok bir güzellik olarak ilelebet yaşanacaktır.
“Babam her şeyi biliyor,” “Babam hiçbir şey bilmiyor,” “Keşke babam sağ olsaydı” gibi laf cambazlıklarına prim vermem. Ben babamdan öğrendim hayatı: Yanılmıyorsan orta bir ya da ikinci sınıftaydım. Cumartesi, yarım gün/resmî tatil uygulamasının başladığı yıl. Ve ilk cumartesi babam beni işe götürüyor. Babamın kot pantolon dikim atölyesi vardı; İzmir, Çankaya/Kale Arkası’nda. Cumartesi günleri yarım gün çalışılır, eve geliş öncesi Kemeraltı/Havra Sokağı’na giderdi, ben de yanındayım. Kot kumaşından diktiği, “içinde ne olduğunu göstermeyen” pazar çantası ile haftalık mutfak alışverişimizi yapardı. Filozofyayı mat eden, kulağıma küpe cümlesi eşliğinde: “İnsanın kendi açlığını gidermesi mutluluk, ailesinin açlığını gidermesi huzurdur.” Tüketim ahlakı ve adabı üzerine bundan daha ciddi eğitim olamaz. Can Yücel’e “Hayatta ben en çok babamı sevdim,”8 dedirten tablo.
Babam aklıma her düştüğünde, Ahmet Kaya şarkılarının hüznü ve Ebû Zer yalnızlığı gelip karşıma dikiliverir. Bir içli türkü, bir ağıt, bir mezarlıktan havalanan güvercin telaşı… Yanlış anlamayın, babam hayatta. Olanca yalnızlığı, yalınlığı, müdanasızlığı, varlığı ve en çok da yokluğuyla hayatta. Hayatı incitmeyen insanlardandır babalar. Tedarikçilikten işbirlikçiliğe geçemez babalar; o yolda yitip gitmektir kaderleri… Çocuklarını gördüğünde gözlerinin içi parlar; yüzünde, bir eser bırakmanın mahcup gülümsemesiyle çekilirler kocaman iç dünyalarına.
Tunç yüzlü sessizlik: Babayı anlamak
Kaçımız başardık baba dilini çözmeyi?
Babalarımızın yorgunluğundan, yalnızlıklarından, hoyratlıklarından, bakışlarından, ihmallerinden, acelelerinden yoğrulup geldik bugünlere. Nikos Kazancakis, babasını anlatırken “uzun saçlı ve tunç yüzlü, sessiz bir Helendi”9 der. Girit Osmanlı’dan Yunan’ın eline geçene kadar saçlarını kesmemiş inatçı bir Yunanlı. Başkalarının babalarını anlatırken ne çok kelam ediyoruz.
Oysa babamızdan söz açıldığında, sesimiz kesilir. Tunç yüz. Yumuşak yüz. Güleç yüz. Sert bakış. Mülayim bakış. Azalır sözlerimiz, sözcüklerimiz. O sırada fena hâlde içimiz baba dolar çünkü. Taşırmayız. Düşünün; babanıza temas ettiğiniz ilk an ya da babanızla sadece sizin birlikte geçirdiğiniz yoğun bir zaman dilimi gelir durur karşınıza. Hep giden, hep yalnız olan bir adam… Ve ben/siz serçe parmağından tutmuşuz. Evet, devin serçe parmağından tutmak, kendini masal ülkesinde bulmak… Biliyor musunuz, ben hâlâ oradayım.
Sonrası babayı dinlememe zamanlarıdır, kibirli yıllar… Baba-oğul çatışmalarına takılır kalır insan… Hepimiz babamız kadarız. Babalarından kaçanlar da babalarını kaçıranlar da eninde sonunda varıp babalarımızın postuna gireceğiz. Nafile! Kendini tanımakta güçlük çekenlere acizane tavsiyemdir; babanıza bakın! Babanıza bakın, kendinizi göreceksiniz.
Fındık kabuğunu doldurmayan mevzulardan baba-evlat kavgasıyla ömrümüzü telef etmek niye? Her kavgada “ah anam!” diyecek; babamız ise sıktığımız dişlerimiz arasında durup bizi bağışlayacaktır.
Fazıl Say’ın babasının cenazesinde çaldığı “Babam Ahmet Say” bestesi… Ya da Orhan Pamuk’un “Babamın Bavulu” Nobel konuşması… Birer hissiyat manzumesidir. Bir babanın evladıyla ilişkisi, nasıl olursa olsun dünyayla ilişkisinden pasajlar taşır. Evladı için bir oyun alanıdır varlık alanı olmaktan öte. Hayranlıkla, şükranla… “Babası kılıklı” olmak?
Babalar ölümü dengede tutar
Güzel sanatların en zor dalıdır baba’lık.
Baba uzak bir ülke, çorak bir kara parçası, soğuk bir iklim, kırık bir saz gibidir. Bir “yara”dır baba’lık müessesesi; erişilmez, günahkâr, kabahatli, zalim, zorba, olabildiğince yabanıl, yalnız, gururlu ya da zor baba figürleriyle. Her çocuğun ilk kahramanıdır babası, zamanla bunun yanlışlığını ve yalnızlığını hisseder. Hatta ondan kaçar, sakınır, çekinir, uzaklaşır, benzemekten imtina eder. Oysa tuhaftır, hepimiz babalarımıza benzeyen evlatlara (kız-oğul) dönüşürüz; nefretle, hasretle, tereddütle ve pişmanlıkla…
Bir çocuğun hayatında baba eksikliğinin telafisi yoktur; boşluk değil yarıktır. Savaş meydanında komutansız kalmaktır babasızlık!
Babanın ölümü, bir insanın dünyadan göçü değildir; duvarları soğutur. Âlemin ölümüdür evlat için: “Biz bir daha öyle mutlu bir aile olamadık hiç. Katıla katıla gülemedik, ağız dolusu sevinemedik. Babam bir kılçık gibi takıldı boğazımıza.”10 Güç simgesi olarak baba, ölümüyle çocuk nezdinde büyük bir yenilgi, içsel bir kasırgadır. Ortak paydada buluşur şairler. Erdem Beyazıt, “Babalar ölümü dengede tutar,”11 derken Cemal Süreya ve Nevzat Efraim yenilgiyi kabullenmiş midir?
“Sizin hiç babanız öldü mü
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar, aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.”12
“babam öldü
onu seçmişti Tanrı
benim de öldüğüm gün”13
“Babana benzeme,” der kimi anneler, bilinçaltının dışavurumudur bu. Ama babasına benzer oğullar. İlgisiz değil yorgundur babalar; o yorgunluk ki bir gülümsemeyle sona erer.
Ya kızlar?
Babalar ile kızları arası, özel bölgedir, “giril(e)mez.” Baba-oğul ilişkisinin bir rekabet alanı olduğu kadar özel.
İçim, içinde babamın olduğu çocukluğumla kıpır, kıpır.
Dışım, hayattaki ukalası olduğum tek başarımdır; babalıkta üçlük atmak.
Tüm babalara selâm olsun; “Mutluluğun Ressamı” Dianne Dengel’in tablolarındaki babalar gibi gülümseme hiç eksik olmasın yüzlerinden…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.
- Yavuz, Hilmi (2005), Bulanık Defterler, İstanbul: YKY Yayını.
- Nesin, Aziz (2007), Bütün Şiirleri-1, İstanbul: Nesin Yayını.
- Kafka, Franz (2019), Babaya Mektup (Çev. Cemal Ener), İstanbul: Can Yayını.
- Atay, Oğuz (2022), Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayını.
- Pachet, Pierre (2001) Babamın Özyaşamöyküsü (Çev. Nuri Samyeli), İstanbul: YKY Yayını.
- Nâzım Hikmet (2019), Bütün Şiirleri, İstanbul: YKY Yayını.
- Korkmazgil, Hasan Hüseyin (2022), Acılara Tutunmak, İstanbul: İş Kültür Yayını.
- Yücel, Can (2024) Bir Siyasinin Şiirleri, İstanbul: İş Kültür Yayını.
- Kazancakis, Nikos (1993) Kaptan Mihalis (Çev. Nevzat Hatko), İstanbul: Can Yayını.
- Özlüoğlu, Polat (2024), Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar, İstanbul: İthaki Yayını.
- Bayazıt, Erdem (2003), Şiirler, İstanbul: İz Yayını.
- Süreya, Cemal (2020), Sevda Sözleri, İstanbul: Can Yayını.
- Efrahim, Nevzat (2024), Gecenin Çanları, İstanbul: Ayrıntı Yayını.