Hangi merhamet?

Merhamet öyle bir terim ki, içini Batı ayrı, Doğu ayrı dolduruyor. Bazen ‘acıma’ ile karıştırılıyor. Bir de bu halkaya ‘kalp’i ekleyince manzara büsbütün değişiyor. Peki, kalp ile merhamet arasında nasıl bir bağ var? Sahi, merhametten maraz doğar mı? Saygı olmadan merhamet olabilir mi? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Konuşmaya başlayınca çoğumuz yaşadığımız dünyanın ne kadar çok merhamete ihtiyacı olduğundan bahsediyoruz. Çok yerinde bir tavır ve ifade, ancak merhamet konusunda zihinlerimizin biraz daha berraklaşmasına ihtiyacı var.

Merhamet, çok önemli bir erdem, ama genellikle yanlış anlaşılıyor ve en çok da acıma ile karıştırılıyor. Popüler kültürde bu algılama biçimi, hayli yaygın. “Acıma” ise karşımızdakine ilişkin olumsuz bir hissiyatı da aynı zamanda içerdiğinden kastımız tam olarak anlaşılamıyor, hatta yanlış anlaşılıyor. Mesela “benden nefret et, ama bana acıma!” sözünde olduğu gibi, acımanın bir insana karşı duyulabilecek en berbat his olduğu intibasını uyandıran ifadeler dolanıyor ortalıkta…

Popüler kültür dilimizde merhameti, acıma ile karıştıran bir başka misal de “merhametten maraz doğar” deyişimiz. Sonucunda maraz doğacaksa niye merhamet iyi bir şey olsun, diye düşünmeden edemiyoruz. Ben kendi adıma merhametten asla maraz doğmayacağı; doğmuşsa bile, bu bizim gösterdiğimiz merhametten değil, marazi şahsın kişiliğindeki merhametsizliktendir, diye düşünüyorum.

İnsan ilişkilerinde ölümcül bir narsistik rekabetin geçerli olduğunu anlatmaya çalışan dilimizdeki bu tür merhamete olumsuz bakışların, oldukça yeni ve Batı etkilenmeli olduğu kanaatindeyim. Görebildiğim kadarıyla, geleneksel duygu tarihimizde, acıma, incitmeme, şefkat, yardımseverlik, hepsi de aynı hissiyat manzumesinin içinde ve genel “merhamet” kavramının şemsiyesi altında yer alıyorlar ve aralarındaki ayrımlar üzerinde pek durulmadığı gibi bu kavram hiç olumsuz bir nitelik taşımıyor. Oysa Batı düşüncesi, hem bunları sürekli parçalara ayırıyor, indirgiyor hem de hiçbir zaman harmonik biçimde idrak edemiyor, birbirine karıştırıp duruyor. Aralarındaki ayrımları anlayabilmek için durmadan didikliyor.

Arendt: “Acıma soyuttur, boş boğazdır…”

Batılı düşünürler, acıma (commiseratio), şefkat (misericordia) ve merhamet (compassion) arasındaki farklara ilişkin bize tuhaf gelecek öyle çok şey yazmışlar ki… Nietzsche, bu kavramların hiçbirine yüz vermez, hatta merhametten tiksinmemizi isterken, çağdaşlardan Vladimir Jankelevitch, sevgi varken merhamete lüzum yok fikrinde:

“Merhamet, tepkili ya da ikincil bir insan sevgisidir, sevmek için, ötekinin ıstırabına ihtiyaç duyar, sakatın koltuk değneklerine, onun sefaletinin seyrine bağımlıdır. Acıma her zaman mutsuzluğun ardından gelir. Acıma, hemcinsini acınacak durumdaysa sever, merhamet ise mutsuz olduğunda ona sempati duyar! Evrensel insan sevgisi ise kendiliğindendir… Hemcinsimiz mutsuz değilse bile sevilebilir ve sevilmelidir…” diyor.

Elbette Schopenhauer gibi merhameti ahlaklılığın kökeni, en yetkin ve devindirici gücü olarak gören de var; Hannah Arendt gibi “acıma”ya olumsuz bakan Batı külliyatına karşı söz söyleyebilmek için merhameti ondan ayırmaya çalışan. Arendt, acıma ve merhamet arasındaki farkı şöyle anlatmaya çalışıyor: “Merhamet acımanın tersine tikeli kavrayabilir, geneli bilemez, tek bir insanın ıstırabına odaklanır, somuttur. Oysa acıma soyuttur, globalleştirir, boş boğazdır, o yüzden merhametin yumuşaklığı karşısında şiddetlidir ve hatta acımasızdır…”

Sponville: “Saygı olmadan merhamet olamaz”

Andre-Comte Sponville de Arendt’e katılıyor, acıma duyan insanın kibrine, kendini üstün görme hissine dikkat çekiyor. Oysa “hayran olunan şeye de mahkûm edilen şeye de merhamet duyulabilir… Acıma, yukarıdan aşağıya hissedilir. Merhamet ise, tersine, yatay bir duygudur: Ancak eşitler arasında anlam taşır, daha doğrusu ıstırap çekenle, onun yanında ve bundan böyle aynı düzlemde, onun ıstırabını paylaşan arasında bu eşitliği gerçekleştirir. Bu anlamda bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet olamaz” diyerek ayrımı belirginleştiriyor. Ayrıca merhametin onları içermekle birlikte alçak gönüllülük göstermekle, hayır işleri ve yardımseverlikle aynı şey olmadığının altını çiziyor.

Merhametin bir duygu olduğu doğrudur. Duygu olması, siparişle, emirle yapılmasının imkânsız olduğu anlamına gelir. Ama insanın duygularını merhametli olmak için eğitmesi mümkün. Zaten bu imkân dolayısıyladır ki, merhamet doğuştan var olan duygusal bir potansiyel olmaktan erdem haline yükseliyor. Bu gelişimsel özelliği nedeniyle Rousseau, merhameti diğer erdemlerin kaynaklandığı esas erdem olarak görüyor… “Merhamet, birinden diğerine, duygusal düzeyden etik düzeye, hissedilen şeyden istenen şeye, olunan şeyden olunması gereken şeye geçmeyi sağlayandır… Merhamet bizi yalnızca tüm insanlığa değil, tüm canlılara ya da en azından acı çekenlere açan tek erdemdir. Merhamete dayalı ve merhametten beslenen bilgelik, bilgeliklerin en evrenseli ve en gereklisidir.” Böyle söyleyen Sponville, merhameti bu yönüyle sevgiye benzetiyor, lakin tercihini sevgiden değil merhametten, Hıristiyanlıktan değil Budizm’den yana koyuyor. “Gerçek bir insan sevgisine tanık olduğundan kim emin olabilir? Merhamete tanık olduğundan ise kim kuşku duyabilir?… İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha gerçekçidir. ‘Sev, sonra da ne istersen yap’- ya da merhamet göster ve yapman gerekeni yap” diyor.

Batı’daki merhamet tartışmalarından ve onları nakleden “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı Comte-Sponville’nin merhamet üzerine kendi görüşlerinden anladığımız şu ki, Müslüman dünyada ve Batı kültüründe merhamet ve sevgi yaklaşımları hayli farklı ve üzerine doktora tezi yazılabilecek kadar çetrefil ve karışık… Batı kültüründe ve Hıristiyanlıkta ana tema olan “evrensel sevgi” kavramına tavır almış ve merhametin erdemler içindeki temel konumunu doğru tespit edebilmiş olanların İslamiyet’i muhtemelen bilmemeleri veya hatalı bilmeleri ve sempatilerinin Budizm’e yönelmeleri ise şaşırtıcı ve üzücü.

Kalplerimiz ve merhamet

Uzunca bir zaman geleneksel dünyadaki “kalp” anlayışına neden bu kadar çok vurgu yapıldığı, “kalpleriyle akletmek” dendiğinde bunun basit bir tıbbi hata olmadığı ve aslında ne demek istendiği üzerine düşündükten sonra, kalbin insanı insan yapan etik, estetik değerlerin, hakikat arayışının, maneviyatın kaynağı anlamında kullanıldığı kanaatine vardım. Kalp üzerine düşüncelerim berraklaşırken merhametin ne demek olduğunu da daha iyi anladığımı sanıyorum. Kalp ve merhamet üzerine görüşlerimi “Kalpten: Varoluşsal Merkezimiz Kalp ve Temel Eylemi Merhamet”[1] kitabımda dile getirmeye çalıştım.

Kalbi insani varoluşun ayırt edici özelliği ve özü olarak görünce, insana ve topluma dair birçok konuyu anlamanın önünü açmış, dil ve anlamla ilgili zorlukların üstesinden gelmek için sağlam bir çıkış hattı oluşturmuş oluyorsunuz. Modern psikolojik bilimlerde “toplumsal davranış”, “süperego” ve “vicdan”; felsefe ve beşeri bilimlerde “öteki”, ilahiyatta “mutlak öteki” ve “kötülük problemi” (teodise) gibi başlıklar altında incelenmeye çalışılan alanı “kalp” kavramı sayesinde daha derinden ve sıkı şekilde ihata etme şansına kavuşuyorsunuz. Kalp, aynı zamanda bitmek bilmeyen “etik” ve “ahlak” tartışmalarını sona erdirici, onları birleştirici bir pota özelliği gösteriyor.

Bana göre geleneksel dünyada insani varoluşun ayırt edici özelliği ve özü olan kalp, insanı hem Yaratıcıya, ötelere, ölüm-sonrasına hem de âleme, tabiata, hayata, birbirimize hatta kendimize, beynimize, bedenimize bağlayan temel kavşak, yapıştırıcı, bir manevi ortam, bir aura manasında kullanılıyordu. Bağlılığın, sadakatin, samimiyetin, güvenin, öz-güvenin temelinde kalp vardı. Düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız kalbin süzgecinden geçerse ancak o zaman, algılamamız idrake, bilmemiz anlamaya, bilgimiz hikmete, aklımız külli akla ve irfana dönüşebiliyordu.

Kalp ile maneviyat

Kalp ve insani varoluştaki işlevleriyle ilgili bu kadar kendinden emin konuştuğuma bakmayın. Bu noktaya, böyle bir kavrayışa ancak son zamanlarda, 60 yaşımdan itibaren ulaştım diyebilirim. Öncesi, çok uzun, zorlu ve çetin bir yaşama mücadelesini, yaşantıyı ve düşünce boğuşmasını içeriyor; inişli çıkışlı, dolambaçlı, engebeli bir yolculuk gerektiriyordu. Kalp ile maneviyat arasındaki ilişkiyi, onun ahlakın, erdemlerin kaynağı olduğunu elbette çok uzun zamandır hissediyor, dağınık ve retorikle kaplanmış halde de olsa bundan hep bahsediyordum. Sanıyorum zihnimdeki esas dönüşüm, kalbin temel eyleminin ve erdemlerin anasının “merhamet” olduğunu idrak etmemle başladı.

Evet; kalp, anlatmaya çalıştığım tüm bu işlevleri ancak ve ancak erdemlerin anası olan merhametin kaynağı, membaı olmak hasebiyle başarabilirdi. Bedendeki kalp nasıl diğer hücre, doku ve organlara kan pompalıyor, onların var kalmasını sağlıyorsa varoluşumuzun özündeki manevi kalp de hayata merhamet yağdırıyor, beşeri insanlaştırıyordu. Kalbin maneviyatımıza, psikolojimize merhamet yağdıran bu niteliğini fark edince ahlakın olduğu kadar içimizdeki sevginin ve güzelliğin de neşvü nema bulduğu odak ve cevher olduğunu kavramak da güç olmuyordu. Yolculuğun her aşamasında düşüncelerimi yazıya döktüğüm için, yol boyunca kafamdan neler geçtiğini, yoldaki işaretleri oralarda görmek mümkün.  Şimdi izin verirseniz merhamet üzerinde durmak istiyorum. Merhameti ne kadar iyi anlarsak onun kalp ve diğer erdemlerle bağını daha berrak biçimde göreceğimizi düşünüyorum.

Psikolojide ve kültürümüzde merhamet

Son zamanlarda psikolojik bilimlerle ilgili akademik çalışmalarda eskisinden farklı ve öne çıkan bir anlayış ve kavram var mı diye sorarsanız, cevabım hazır: “Pozitif Psikoloji”… Pozitif Psikoloji anlayışı ve bu anlayıştan kaynaklanan yeni kavramlar, araştırmalarda bariz biçimde öne çıkmış durumda. Psikolojik bilimler, önceleri psikanalizin karamsar ve olumsuz insan anlayışının da etkisiyle daha çok başarısızlık, patoloji, tükenmişlik ve çaresizlik gibi insan davranışının karanlık yönlerini araştırıyordu. İlk kez 1999 yılında Martin Seligman, bu gidişe itiraz etti. Psikolojik araştırma ve incelemelerin insanları nasıl daha normal, daha mutlu, daha başarılı ve daha iyi olabileceklerini öğretmek için kullanılması gerektiğini vurgulayarak “pozitif psikoloji” kavramını ileri sürdü. İnsanlarda neyin yanlış olduğuna değil, neyin doğru olduğuna ve bunun nasıl geliştirilebileceğine odaklanılması gerektiğini belirtti. Geçen kısa zaman süresi zarfında bu anlayış akademide hızla yayıldı. Pozitif Psikoloji, birey, grup ve kurumların işleyişi ve gelişimine katkıda bulunan süreç ve koşulların incelenmesi şeklinde tanımlanmaya başlandı.

“Pozitif psikoloji” ekolünden yana olanlar, bir süreden beri “merhamet” kavramının üzerinde duruyorlar. Merhametin, vicdanla, empati ve diğerkâmlıkla (alturizm) bağlantıları, ilk ne zaman ortaya çıktığı ve geliştiği, merhamet zaafının psikolojik sorunlarla bağlantıları araştırılıyor. Şimdiye kadar felsefe ve ilahiyata terk edilmiş olan merhamet kelimesinin psikolojik bilimler tarafından da araştırılması gerektiğini söylüyor, çalışmalar yapıyorlar. Merhametten konuşacağız derken birdenbire Pozitif Psikolojiden konuşmaya başlamamızın nedeni de bu çalışmalar…

Merhamet nedir?

Psikoloji alanındaki bu gelişmelerden memnunuz çok. Lakin merhametin kültürümüzü rengine boyayan dinimizdeki derin ve vazgeçilmez anlamının da bilinmesini isteriz. Zira ben Pozitif Psikolojinin dilimize “merhamet” diye tercüme edilen kavramının tam da bizim kültür havzamızdaki anlamına tam olarak karşılık geldiğinden emin olmadığımı belirtmeliyim. İngilizcede merhamet karşılığı olarak kullanılan “mercy” ve “pity” kelimeleri var ama onlar, daha ziyade acımak, kayırmak, sakınmak, korumak şefkat göstermek anlamına geliyor ki, bizdeki “merhamet”in anlamı bunlardan uzak. Merhamete en yakın düşen İngilizce sözcük, acıyı ortaklaşmak, acıyı birlikte yaşamak anlamında “compassion”. Bizim merhamet kavramımızın anlamı onu da aşıyor.

TDK sözlüğü, merhameti batılı karşılıklarına yakın şekilde tanımlıyor: “Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma”. Kubbealtı Lügati, biraz daha kadim manaya yaklaşıyor: “Herhangi bir canlının acısını, kederini, mutsuzluğunu yüreğinde hissedip üzüntü duyma ve ona karşı yardım hisleriyle dolma, acıma”…

Biraz daha ilerleyelim: Merhamet, Arapça “rḥm” kökünden gelen “raḥima” fiilinin mastarı olup Kur’an-ı Kerim’in hem anahtar hem kilit kavramı. Zaten Kur’an, “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” diye yani besmele ile başlıyor; biri müstesna her sure besmele ile açılıyor. “Rahman ve rahim olan Allah” kavramı o kadar önemli ki, münferit olarak besmele tefsir ve şerhleri yazılmış. Rahman da rahim de merhamet ile sıkı sıkıya bağlantılı olup Allah’ın sıfatları arasında yer alıyor. “Rahman”, zati sıfatlardan olup insan için kullanımı söz konusu değil ama aynı zamanda insan yavrusunun anne karnında yerleştiği, bakılıp büyütüldüğü yer manasına da gelen “rahim” sıfatının insanlara da geçtiği değerlendiriliyor.

Müslümanlarca her işin başı olarak görülen besmeleden hariç olarak merhamet, Kur’an’da birçok ayette de geçiyor. Mesela (Rum/ 21) de, “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılmasından söz ediliyor; (Beled/ 17) de, müminlerin birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye ettikleri; (Araf/ 151) de, Hz. Musa’nın Allah’a “Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın” dediği görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Müslümanlar, merhameti, kendilerine kul olma şerefini bahşetmiş Allah’taki en yüksek halinden insanların kalplerine doğru inen bir hususiyet olarak niteliyorlar ve içlerindeki merhamet hissiyatının asla Yaratıcı ile bağını koparmıyorlar.

Tüm bunları bir arada düşündüğümde ben, merhametin dilimizdeki en uygun anlamı, “kıyamamak” olması gerektiğini düşünüyorum. “Kıyamamak”, başta esirgemek, korumak, varlığını, acısını kalbinde hissetmek, onun için kaygılanmak, özen göstermek anlamları olmak üzere tüm diğer anlamları da içeriyor sanki… Merhameti, kıyamamak olarak anladığımızda, onun sevgiden de ötelere varan derin anlamını kolayca fark ediyor, birbirimize, canlılara, hayvanlara, bitkilere, tabiata karşı beslediğimiz, içimizden gelen derin hisleri daha iyi idrak edebiliyoruz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Kapı Yayınları, 2020.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Hangi merhamet?

Merhamet öyle bir terim ki, içini Batı ayrı, Doğu ayrı dolduruyor. Bazen ‘acıma’ ile karıştırılıyor. Bir de bu halkaya ‘kalp’i ekleyince manzara büsbütün değişiyor. Peki, kalp ile merhamet arasında nasıl bir bağ var? Sahi, merhametten maraz doğar mı? Saygı olmadan merhamet olabilir mi? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Konuşmaya başlayınca çoğumuz yaşadığımız dünyanın ne kadar çok merhamete ihtiyacı olduğundan bahsediyoruz. Çok yerinde bir tavır ve ifade, ancak merhamet konusunda zihinlerimizin biraz daha berraklaşmasına ihtiyacı var.

Merhamet, çok önemli bir erdem, ama genellikle yanlış anlaşılıyor ve en çok da acıma ile karıştırılıyor. Popüler kültürde bu algılama biçimi, hayli yaygın. “Acıma” ise karşımızdakine ilişkin olumsuz bir hissiyatı da aynı zamanda içerdiğinden kastımız tam olarak anlaşılamıyor, hatta yanlış anlaşılıyor. Mesela “benden nefret et, ama bana acıma!” sözünde olduğu gibi, acımanın bir insana karşı duyulabilecek en berbat his olduğu intibasını uyandıran ifadeler dolanıyor ortalıkta…

Popüler kültür dilimizde merhameti, acıma ile karıştıran bir başka misal de “merhametten maraz doğar” deyişimiz. Sonucunda maraz doğacaksa niye merhamet iyi bir şey olsun, diye düşünmeden edemiyoruz. Ben kendi adıma merhametten asla maraz doğmayacağı; doğmuşsa bile, bu bizim gösterdiğimiz merhametten değil, marazi şahsın kişiliğindeki merhametsizliktendir, diye düşünüyorum.

İnsan ilişkilerinde ölümcül bir narsistik rekabetin geçerli olduğunu anlatmaya çalışan dilimizdeki bu tür merhamete olumsuz bakışların, oldukça yeni ve Batı etkilenmeli olduğu kanaatindeyim. Görebildiğim kadarıyla, geleneksel duygu tarihimizde, acıma, incitmeme, şefkat, yardımseverlik, hepsi de aynı hissiyat manzumesinin içinde ve genel “merhamet” kavramının şemsiyesi altında yer alıyorlar ve aralarındaki ayrımlar üzerinde pek durulmadığı gibi bu kavram hiç olumsuz bir nitelik taşımıyor. Oysa Batı düşüncesi, hem bunları sürekli parçalara ayırıyor, indirgiyor hem de hiçbir zaman harmonik biçimde idrak edemiyor, birbirine karıştırıp duruyor. Aralarındaki ayrımları anlayabilmek için durmadan didikliyor.

Arendt: “Acıma soyuttur, boş boğazdır…”

Batılı düşünürler, acıma (commiseratio), şefkat (misericordia) ve merhamet (compassion) arasındaki farklara ilişkin bize tuhaf gelecek öyle çok şey yazmışlar ki… Nietzsche, bu kavramların hiçbirine yüz vermez, hatta merhametten tiksinmemizi isterken, çağdaşlardan Vladimir Jankelevitch, sevgi varken merhamete lüzum yok fikrinde:

“Merhamet, tepkili ya da ikincil bir insan sevgisidir, sevmek için, ötekinin ıstırabına ihtiyaç duyar, sakatın koltuk değneklerine, onun sefaletinin seyrine bağımlıdır. Acıma her zaman mutsuzluğun ardından gelir. Acıma, hemcinsini acınacak durumdaysa sever, merhamet ise mutsuz olduğunda ona sempati duyar! Evrensel insan sevgisi ise kendiliğindendir… Hemcinsimiz mutsuz değilse bile sevilebilir ve sevilmelidir…” diyor.

Elbette Schopenhauer gibi merhameti ahlaklılığın kökeni, en yetkin ve devindirici gücü olarak gören de var; Hannah Arendt gibi “acıma”ya olumsuz bakan Batı külliyatına karşı söz söyleyebilmek için merhameti ondan ayırmaya çalışan. Arendt, acıma ve merhamet arasındaki farkı şöyle anlatmaya çalışıyor: “Merhamet acımanın tersine tikeli kavrayabilir, geneli bilemez, tek bir insanın ıstırabına odaklanır, somuttur. Oysa acıma soyuttur, globalleştirir, boş boğazdır, o yüzden merhametin yumuşaklığı karşısında şiddetlidir ve hatta acımasızdır…”

Sponville: “Saygı olmadan merhamet olamaz”

Andre-Comte Sponville de Arendt’e katılıyor, acıma duyan insanın kibrine, kendini üstün görme hissine dikkat çekiyor. Oysa “hayran olunan şeye de mahkûm edilen şeye de merhamet duyulabilir… Acıma, yukarıdan aşağıya hissedilir. Merhamet ise, tersine, yatay bir duygudur: Ancak eşitler arasında anlam taşır, daha doğrusu ıstırap çekenle, onun yanında ve bundan böyle aynı düzlemde, onun ıstırabını paylaşan arasında bu eşitliği gerçekleştirir. Bu anlamda bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet olamaz” diyerek ayrımı belirginleştiriyor. Ayrıca merhametin onları içermekle birlikte alçak gönüllülük göstermekle, hayır işleri ve yardımseverlikle aynı şey olmadığının altını çiziyor.

Merhametin bir duygu olduğu doğrudur. Duygu olması, siparişle, emirle yapılmasının imkânsız olduğu anlamına gelir. Ama insanın duygularını merhametli olmak için eğitmesi mümkün. Zaten bu imkân dolayısıyladır ki, merhamet doğuştan var olan duygusal bir potansiyel olmaktan erdem haline yükseliyor. Bu gelişimsel özelliği nedeniyle Rousseau, merhameti diğer erdemlerin kaynaklandığı esas erdem olarak görüyor… “Merhamet, birinden diğerine, duygusal düzeyden etik düzeye, hissedilen şeyden istenen şeye, olunan şeyden olunması gereken şeye geçmeyi sağlayandır… Merhamet bizi yalnızca tüm insanlığa değil, tüm canlılara ya da en azından acı çekenlere açan tek erdemdir. Merhamete dayalı ve merhametten beslenen bilgelik, bilgeliklerin en evrenseli ve en gereklisidir.” Böyle söyleyen Sponville, merhameti bu yönüyle sevgiye benzetiyor, lakin tercihini sevgiden değil merhametten, Hıristiyanlıktan değil Budizm’den yana koyuyor. “Gerçek bir insan sevgisine tanık olduğundan kim emin olabilir? Merhamete tanık olduğundan ise kim kuşku duyabilir?… İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha gerçekçidir. ‘Sev, sonra da ne istersen yap’- ya da merhamet göster ve yapman gerekeni yap” diyor.

Batı’daki merhamet tartışmalarından ve onları nakleden “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı Comte-Sponville’nin merhamet üzerine kendi görüşlerinden anladığımız şu ki, Müslüman dünyada ve Batı kültüründe merhamet ve sevgi yaklaşımları hayli farklı ve üzerine doktora tezi yazılabilecek kadar çetrefil ve karışık… Batı kültüründe ve Hıristiyanlıkta ana tema olan “evrensel sevgi” kavramına tavır almış ve merhametin erdemler içindeki temel konumunu doğru tespit edebilmiş olanların İslamiyet’i muhtemelen bilmemeleri veya hatalı bilmeleri ve sempatilerinin Budizm’e yönelmeleri ise şaşırtıcı ve üzücü.

Kalplerimiz ve merhamet

Uzunca bir zaman geleneksel dünyadaki “kalp” anlayışına neden bu kadar çok vurgu yapıldığı, “kalpleriyle akletmek” dendiğinde bunun basit bir tıbbi hata olmadığı ve aslında ne demek istendiği üzerine düşündükten sonra, kalbin insanı insan yapan etik, estetik değerlerin, hakikat arayışının, maneviyatın kaynağı anlamında kullanıldığı kanaatine vardım. Kalp üzerine düşüncelerim berraklaşırken merhametin ne demek olduğunu da daha iyi anladığımı sanıyorum. Kalp ve merhamet üzerine görüşlerimi “Kalpten: Varoluşsal Merkezimiz Kalp ve Temel Eylemi Merhamet”[1] kitabımda dile getirmeye çalıştım.

Kalbi insani varoluşun ayırt edici özelliği ve özü olarak görünce, insana ve topluma dair birçok konuyu anlamanın önünü açmış, dil ve anlamla ilgili zorlukların üstesinden gelmek için sağlam bir çıkış hattı oluşturmuş oluyorsunuz. Modern psikolojik bilimlerde “toplumsal davranış”, “süperego” ve “vicdan”; felsefe ve beşeri bilimlerde “öteki”, ilahiyatta “mutlak öteki” ve “kötülük problemi” (teodise) gibi başlıklar altında incelenmeye çalışılan alanı “kalp” kavramı sayesinde daha derinden ve sıkı şekilde ihata etme şansına kavuşuyorsunuz. Kalp, aynı zamanda bitmek bilmeyen “etik” ve “ahlak” tartışmalarını sona erdirici, onları birleştirici bir pota özelliği gösteriyor.

Bana göre geleneksel dünyada insani varoluşun ayırt edici özelliği ve özü olan kalp, insanı hem Yaratıcıya, ötelere, ölüm-sonrasına hem de âleme, tabiata, hayata, birbirimize hatta kendimize, beynimize, bedenimize bağlayan temel kavşak, yapıştırıcı, bir manevi ortam, bir aura manasında kullanılıyordu. Bağlılığın, sadakatin, samimiyetin, güvenin, öz-güvenin temelinde kalp vardı. Düşüncelerimiz, duygularımız ve davranışlarımız kalbin süzgecinden geçerse ancak o zaman, algılamamız idrake, bilmemiz anlamaya, bilgimiz hikmete, aklımız külli akla ve irfana dönüşebiliyordu.

Kalp ile maneviyat

Kalp ve insani varoluştaki işlevleriyle ilgili bu kadar kendinden emin konuştuğuma bakmayın. Bu noktaya, böyle bir kavrayışa ancak son zamanlarda, 60 yaşımdan itibaren ulaştım diyebilirim. Öncesi, çok uzun, zorlu ve çetin bir yaşama mücadelesini, yaşantıyı ve düşünce boğuşmasını içeriyor; inişli çıkışlı, dolambaçlı, engebeli bir yolculuk gerektiriyordu. Kalp ile maneviyat arasındaki ilişkiyi, onun ahlakın, erdemlerin kaynağı olduğunu elbette çok uzun zamandır hissediyor, dağınık ve retorikle kaplanmış halde de olsa bundan hep bahsediyordum. Sanıyorum zihnimdeki esas dönüşüm, kalbin temel eyleminin ve erdemlerin anasının “merhamet” olduğunu idrak etmemle başladı.

Evet; kalp, anlatmaya çalıştığım tüm bu işlevleri ancak ve ancak erdemlerin anası olan merhametin kaynağı, membaı olmak hasebiyle başarabilirdi. Bedendeki kalp nasıl diğer hücre, doku ve organlara kan pompalıyor, onların var kalmasını sağlıyorsa varoluşumuzun özündeki manevi kalp de hayata merhamet yağdırıyor, beşeri insanlaştırıyordu. Kalbin maneviyatımıza, psikolojimize merhamet yağdıran bu niteliğini fark edince ahlakın olduğu kadar içimizdeki sevginin ve güzelliğin de neşvü nema bulduğu odak ve cevher olduğunu kavramak da güç olmuyordu. Yolculuğun her aşamasında düşüncelerimi yazıya döktüğüm için, yol boyunca kafamdan neler geçtiğini, yoldaki işaretleri oralarda görmek mümkün.  Şimdi izin verirseniz merhamet üzerinde durmak istiyorum. Merhameti ne kadar iyi anlarsak onun kalp ve diğer erdemlerle bağını daha berrak biçimde göreceğimizi düşünüyorum.

Psikolojide ve kültürümüzde merhamet

Son zamanlarda psikolojik bilimlerle ilgili akademik çalışmalarda eskisinden farklı ve öne çıkan bir anlayış ve kavram var mı diye sorarsanız, cevabım hazır: “Pozitif Psikoloji”… Pozitif Psikoloji anlayışı ve bu anlayıştan kaynaklanan yeni kavramlar, araştırmalarda bariz biçimde öne çıkmış durumda. Psikolojik bilimler, önceleri psikanalizin karamsar ve olumsuz insan anlayışının da etkisiyle daha çok başarısızlık, patoloji, tükenmişlik ve çaresizlik gibi insan davranışının karanlık yönlerini araştırıyordu. İlk kez 1999 yılında Martin Seligman, bu gidişe itiraz etti. Psikolojik araştırma ve incelemelerin insanları nasıl daha normal, daha mutlu, daha başarılı ve daha iyi olabileceklerini öğretmek için kullanılması gerektiğini vurgulayarak “pozitif psikoloji” kavramını ileri sürdü. İnsanlarda neyin yanlış olduğuna değil, neyin doğru olduğuna ve bunun nasıl geliştirilebileceğine odaklanılması gerektiğini belirtti. Geçen kısa zaman süresi zarfında bu anlayış akademide hızla yayıldı. Pozitif Psikoloji, birey, grup ve kurumların işleyişi ve gelişimine katkıda bulunan süreç ve koşulların incelenmesi şeklinde tanımlanmaya başlandı.

“Pozitif psikoloji” ekolünden yana olanlar, bir süreden beri “merhamet” kavramının üzerinde duruyorlar. Merhametin, vicdanla, empati ve diğerkâmlıkla (alturizm) bağlantıları, ilk ne zaman ortaya çıktığı ve geliştiği, merhamet zaafının psikolojik sorunlarla bağlantıları araştırılıyor. Şimdiye kadar felsefe ve ilahiyata terk edilmiş olan merhamet kelimesinin psikolojik bilimler tarafından da araştırılması gerektiğini söylüyor, çalışmalar yapıyorlar. Merhametten konuşacağız derken birdenbire Pozitif Psikolojiden konuşmaya başlamamızın nedeni de bu çalışmalar…

Merhamet nedir?

Psikoloji alanındaki bu gelişmelerden memnunuz çok. Lakin merhametin kültürümüzü rengine boyayan dinimizdeki derin ve vazgeçilmez anlamının da bilinmesini isteriz. Zira ben Pozitif Psikolojinin dilimize “merhamet” diye tercüme edilen kavramının tam da bizim kültür havzamızdaki anlamına tam olarak karşılık geldiğinden emin olmadığımı belirtmeliyim. İngilizcede merhamet karşılığı olarak kullanılan “mercy” ve “pity” kelimeleri var ama onlar, daha ziyade acımak, kayırmak, sakınmak, korumak şefkat göstermek anlamına geliyor ki, bizdeki “merhamet”in anlamı bunlardan uzak. Merhamete en yakın düşen İngilizce sözcük, acıyı ortaklaşmak, acıyı birlikte yaşamak anlamında “compassion”. Bizim merhamet kavramımızın anlamı onu da aşıyor.

TDK sözlüğü, merhameti batılı karşılıklarına yakın şekilde tanımlıyor: “Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma”. Kubbealtı Lügati, biraz daha kadim manaya yaklaşıyor: “Herhangi bir canlının acısını, kederini, mutsuzluğunu yüreğinde hissedip üzüntü duyma ve ona karşı yardım hisleriyle dolma, acıma”…

Biraz daha ilerleyelim: Merhamet, Arapça “rḥm” kökünden gelen “raḥima” fiilinin mastarı olup Kur’an-ı Kerim’in hem anahtar hem kilit kavramı. Zaten Kur’an, “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” diye yani besmele ile başlıyor; biri müstesna her sure besmele ile açılıyor. “Rahman ve rahim olan Allah” kavramı o kadar önemli ki, münferit olarak besmele tefsir ve şerhleri yazılmış. Rahman da rahim de merhamet ile sıkı sıkıya bağlantılı olup Allah’ın sıfatları arasında yer alıyor. “Rahman”, zati sıfatlardan olup insan için kullanımı söz konusu değil ama aynı zamanda insan yavrusunun anne karnında yerleştiği, bakılıp büyütüldüğü yer manasına da gelen “rahim” sıfatının insanlara da geçtiği değerlendiriliyor.

Müslümanlarca her işin başı olarak görülen besmeleden hariç olarak merhamet, Kur’an’da birçok ayette de geçiyor. Mesela (Rum/ 21) de, “Onda sükûn bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılmasından söz ediliyor; (Beled/ 17) de, müminlerin birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye ettikleri; (Araf/ 151) de, Hz. Musa’nın Allah’a “Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın” dediği görülüyor. Öyle anlaşılıyor ki, Müslümanlar, merhameti, kendilerine kul olma şerefini bahşetmiş Allah’taki en yüksek halinden insanların kalplerine doğru inen bir hususiyet olarak niteliyorlar ve içlerindeki merhamet hissiyatının asla Yaratıcı ile bağını koparmıyorlar.

Tüm bunları bir arada düşündüğümde ben, merhametin dilimizdeki en uygun anlamı, “kıyamamak” olması gerektiğini düşünüyorum. “Kıyamamak”, başta esirgemek, korumak, varlığını, acısını kalbinde hissetmek, onun için kaygılanmak, özen göstermek anlamları olmak üzere tüm diğer anlamları da içeriyor sanki… Merhameti, kıyamamak olarak anladığımızda, onun sevgiden de ötelere varan derin anlamını kolayca fark ediyor, birbirimize, canlılara, hayvanlara, bitkilere, tabiata karşı beslediğimiz, içimizden gelen derin hisleri daha iyi idrak edebiliyoruz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.

[1] Kapı Yayınları, 2020.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x