Nasıl milletlerin tarihine bakılarak o millet hakkında bilgi ediniliyorsa, insanın da bir tarihi var. Hepimiz kendi bebeklik ve çocukluk tarihimizin içinden geçerek şimdiki günlerimize geliriz. Bu, şu anki davranışlarının kökenleri bebeklikte, çocuklukta atılır demektir. Şimdi hangi durumda ne yaptığımızın, nasıl davrandığımızın nedenlerini araştırmak için nasıl bir ailede yetiştirildiğimiz, bebek ve çocukluk döneminde bize nasıl davranıldığı gibi konuların aydınlatılması gerekir.
İnsan yavrusunun uzun bağımlılık serüveni
Bütün diğer canlıların yavruları neredeyse doğar doğmaz türlerindeki yetişkinlerin yaptıkları fonksiyonları saatler, günler içinde yerine getirebilirler. Örneğin, diğer memelilerin doğmaları ile yürümeleri arasında çok kısa bir zaman dilimi vardır. Fakat insan, yaradılışı gereği çok uzun bir bağımlılık dönemine ihtiyaç duyuyor ve ayakları üzerinde durabilmesi, kendisini toplumsal bir varlık olarak hissedebilmesi için ergenliğe kadar bağımlılık ihtiyacı devam ediyor.
Bebek, özellikle ilk bir yıl içinde ebeveynine mutlak bağımlı, diğer bir deyişle birisi ona süt vermezse, birisi onun bakımını birebir üstlenmezse veya onunla ilgilenmezse hayatta kalması mümkün değil. Bu fark, aynı zamanda insan olmanın temellerini oluşturuyor. Bu uzun bağımlılık döneminde, nasıl bir aile ortamında yetiştiğimiz, bize nasıl davranıldığı çok önemli… Kişiliğimizin ve psikolojik yapımızın inşası bu temel üzere atılıyor.
Takdir edersiniz ki, erken çocukluk yıllarına ilişkin araştırma yapmak, çocuğun psikolojisini ortaya koymaya çalışmak hayli müşkül bir konu. Konuşma, insanın en mucizevî yeteneği, insana ilişkin bilgilerimizi doğrudan doğruya ona sorarak öğreniyoruz. Ama bebek dilsizdir; konuşabilmesi, isteklerini ve hissettiklerini dile getirebilmesi hayli zaman alır. Şimdiki davranışlarımızın erken çocukluk yıllarındaki kökenlerini açığa çıkarmaya çalışanlar, hipotezlerini konuşamayan ve kendini anlatamayan bir varlığın yerine kendini koyarak, sergilediği davranışları gözlemleyerek geliştiriyorlar.
Haset ve şükranın izini sürmek: Melanie Klein’ın teorisi
Minnet hissiyatının kökenleri konusunda en gözde teorilerden bir tanesi Melanie Klein’a ait. Minnetin psikolojisini konuşurken o, tam da aradığımız kişidir. Meşhur kitabı Haset ve Şükran’a şu sözlerle başlıyor Klein:
“Yıllardır, hiç yabancısı olmadığımız iki tavrın, haset ve şükranın, en erken kaynaklarıyla ilgilenmekteyim. Bu çalışma içinde, hasedin, sevgi ve şükran duygularını daha başlangıç evresinde baltalayan çok güçlü bir etken olduğunu, çünkü ilk ilişkiyi, kişinin annesiyle ilişkisini etkilediğini gördüm. Bu ilişkinin bireyin bütün duygusal yaşamında oynadığı belirleyici rol birçok psikanalitik çalışmada ortaya konulmuştu.“
Bir çocuk psikanalisti olan Klein, dinlediği, incelediği aile ve çocuklarla ilgili gözlemlerini de işin içine katarak anne-bebek ilişkisini, doğum anından itibaren haset ve şükran açısından didiklemeye başlar. İnsan yavrusunda tıpkı haset gibi sevgi ve şükran için de bir temel olduğunu düşünür. Ama belki hep sorunlu çocuk ve ailelerle ilgilendiğinden olsa gerek çalışmalarında daha çok hasedin psikolojimiz üzerindeki bozucu etkisi üzerinde durur. (Bize göre Klein’daki bu “haset” vurgusunda, “kötülük problemi”ne Hıristiyan inancındaki, insanı daha baştan kötü ve günahkâr gören bakışın etkisi büyük. Her çocuğun İslam fıtratı üzerine dünyaya geldiğini söyleyen Müslüman anlayışında sevgi ve şükranın hasetten daha ön planda olması gerekir.)
Klein, hasedin kökenlerini bebeğin annesini ilk emme zamanına kadar geri götürüyor. İnsan yavrusunun doğduğundaki temel derdi hayatta kalmaktır, bunun için ise ihtiyacı olan tek şey, annesinin memesindeki süttür. Tüm enerjisini bu hayat damarına yapışmak için harcar, onu alabilmek için saldırır. Erişkin yaşamdaki öfkenin, tamahkârlığın, açgözlülüğün yani bütün olumsuz duyguların kökeninin bu ilksel (primordial) haset hissinde olduğunu söyler. Bebek, annesinin memesindeki sütü istiyor ve o olmadan var olamayacağını hissediyor; ona da bu yüzden haset ediyordur. Anne, ne yapıp edip çocuğundaki bu hasedi yatıştırmayı, sevgiyi ve minneti hâkim kılmayı başarmalıdır. İyi ama bunu nasıl yapacaktır? Annemizin yatıştırıcı gücünü nasıl kullandığı, bireysel tarihimizdeki ilk büyük meseledir.
Haset gibi yıkıcı bir kelimeyle bebek gibi neredeyse melek yerine koyduğumuz insan yavrusunu aynı cümle içinde telaffuz etmek bile insana tuhaf geliyor. Ama insan psikolojisinde hasedin kökenlerini aradığımızı unutmayalım. Hasedin izleri geriye doğru takip edildiğinde bebekliğe kadar gider diyor Klein. Bebeğin nasıl hırsla tüketmek istercesine emdiğini annelerin çok iyi bildiğini söylüyor. Yetişkin hayattaki tamahkârlığın, açgözlülüğün, karşısındakini acımasızca sömürmenin kökenlerini bebeğin bu tüketircesine emme davranışında arıyor.
Yeterince iyi annelik nedir?
Klein, hasede karşı mücadelenin anahtarının da anne-bebek ilişkisinde olduğu kanaatinde. Ona göre bebekteki hasedin tamiri için bir tek şeye ihtiyaç var; o da yeterince iyi annelik özellikleri gösteren anne ya da annenin yerine bakımı üstlenen kimse.
Anne, bebeğe karşı öyle samimi ve içten davranmalıdır ki, bebek, haset ettiği bu varlığın aslında onun iyiliğinden başka bir şey düşünmediğini anlayabilsin. Zaman zaman yemek yanıyor diye emzirmeyi geciktirse de, her an yanında olamasa, ağladığında hemen koşup yanına gelemese de kendisini çok sevdiğini, varlığını her şeyin üstünde tuttuğunu hissedebilsin. Ama annenin bunu yapması için kendisini parçalaması, bebeğin her istediğini yapması gerekmiyor. “Yeterince iyi annelik”, bebeğin her zaman ağzına memeyi dayamak, onun her istediğini yapmak değil. “Yeterince iyi annelik”, samimiyetle iyi anne olmaya çalışmaktan geçiyor. Eğer ağladığında, altı açılmadığında, süt gelmediğinde veya herhangi bir nedenle hayal kırıklığına uğradığında anneden aldığı iyi duygular, tüm bu olumsuz yaşantılarını onarabiliyorsa, işler yolundadır. Bebek, anneye güvenir, hatta kısa sürelerle de olsa ondan ayrı kalmaya katlanabilir. Anneyle bebeğin karşılıklı sevgi alışverişi ilişkinin özünü oluşturmaya başlar.
Sevgi nereden geliyor?
Erişkinler olarak sevgiyi hep içimizde, derin bir yerlerde tonlarca bulunan bir şeymiş gibi görürüz. Bu nedenle sevgi göster(e)meyenlere sanki elindeymiş de bize inat ortaya çıkarmıyormuş gibi davranır, kızarız. Oysa durum sanıldığından daha karmaşıktır.
Sevginin, sevme hissinin nereden geldiği, içimize nasıl yerleştiği, bilimsel olarak henüz bilinmediği gibi, öyle herkesin içinin aslında sevgi dolu olduğu ama bazılarının gösteremediği fikri de pek koftur. Evet, söylemesi zor ama bebeğin içinden nasıl sevginin serpilip geliştiğini açıklamak çok da kolay değil. Bazı psikoloji teorisyenleri, başlangıçta insan yavrusunda sevginin olmadığını, anne hasedi yatıştırmayı başardıkça, bu güven ortamında sevginin yeşermeye başladığını söylüyorlar. Bizim Klein’a göre ise sevgi de haset gibi temel, ilksel bir hissiyat. Bizce de Klein haklı. Bebeğin iç-dünyasında sadece haset yok, tam karşısında şükran, onun da temelinde sevgi bulunuyor.
Hasedin tamircisi sevgidir. “Yeterince iyi annelik”, bebekteki bu sevgi yatağını harekete geçirerek başarılı oluyor. Annenin, kendisine haset eden, sütünü sonuna kadar tüketmek için saldıran bebeğe şefkat göstermesi, onu sevgiyle yatıştırabilmesi gerekiyor. Bebek, annenin bu başarısı sayesinde sevgiyi, sevmeyi, sevilmeyi öğreniyor. Haset, bütün olumsuz duyguların, açgözlülüğün, tamahkârlığın ve azla yetinmeyişin de kaynağı. Yani aslında anne, “yeterince iyi annelik” yaptığında, hasedini tamir edebildiğinde, bebeğe açgözlülükten, tamahkârlıktan korunmasını da öğretmiş oluyor.
Haset mi, kıskançlık mı?
Minnete, şükrana giden yolları tanıyabilmek için bunca sözümüz. Ne yapıp edip sözü oraya doğru taşımak istiyoruz. Hazır buraya kadar gelmişken bir de şu çok karıştırdığımız haset ve kıskançlık farkına da değinelim.
Haset, iki kişi arasında, kıskançlık ise üç veya daha fazla kişi arasında ortaya çıkan his…
Bir kişinin karşısındaki insanın sahip olduğu şeyin ille kendisinde de olmasını istemesi, hasetle ilgili.
Hâlbuki kıskançlıkta başkaları da söz konusu… Kıskançlığın kökeninde bir kişinin (anneyi) kiminle (babayla ve kardeşlerle) paylaşılacağıyla ilgili kaygı, kabul edememe ruh hali bulunuyor. Anneyle birebir yaşantısı sırasında bebek bir süre sonra anlayacaktır ki, dünya, kendisi ve annesinden kurulu iki kişilik bir dünya değildir, orada başkaları da vardır. Tam içindeki hasedi onaran anneyle karşılıklı sevgi alışverişini başardığında, bu başkaları çıkıp gelmiştir. Bu durumu protestodur kıskançlık ve hasede oranla nispeten daha anlaşılabilirdir. Çünkü ortada tek bir kaynak var ve onun nasıl pay edileceği her zaman sorun yaratır. Yine de hasedi yatıştırılamayan çocuğun kıskançlığının da hastalıklı bir şekilde tezahür edeceğini şuracığa not edelim.
Açgözlüler daha başarılı ve mutlu mu?
Modern zamanlarda kanaatkarlık, sağlıklı çalışkanlık, insanlara faydalı olma ve hizmet etme anlayışı değil de dizginsiz bireysel hırs destekleniyor, istekleri konusunda “agresif” olan insanlara övgüler yağdırılıyor. Özellikle henüz kuralları, kurumları tam yerleşmemiş toplumlarda, kolayca risk almaları nedeniyle bu tip insanlar daha çok öne çıkıyor, mevki-makam, para ve güç sahibi oluyorlar. Dışarıdan bakıldığında, sanki dünya hayatında her zaman kazananlar, başarılı olanlar, haset sahipleriymiş, tamahın ne kadar çoksa başarıya o kadar yakınmışsın gibi görünüyor. Bununla da kalmıyor, aç gözlü ve tamahkârların isteklerine ulaştıkça daha mutlu oldukları düşünülüyor. Oysa durum, tam da böyle değil.
Eğer bir insanın içi yatışamamış bir hasetle, açgözlülükle veya tamahkârlıkla doluysa rahata ermesi, huzuru bulması çok zor. Çünkü her elde ettiği şey, tatminin ve mutluluğun değil yeni bir isteğin tetikleyicisi olacaktır. Ulaştığı mevki- makamın, elde ettiklerinin hakkını da tam veremeyeceğinden uzun vadede başarılı olması imkânsızdır.
Haset sahipleri, tamahkârlar, istediklerine daha çok ulaşıyor gibi görünebilir ama emin olun, onlar, daha başarılı ve daha mutlu değiller. Sevgi dolu, bir başka deyişle hasedi annesi tarafından yatıştırılmış, sevgiyi, şükranı hissedebilmiş insan tanıyabilir ancak huzuru.
Huzur, tamahkâr, açgözlü kimsenin asla ulaşamayacağı bir duygu… Bir insanın hasedi ne kadar çoksa başarının getirdiği tatminden ve mutluluktan o kadar uzaklaşmıştır. Onlar, bu halleriyle birtakım şeyler kazanabilirler ama kazandıkları şey, asla mutluluk olmaz. Ne mutluluğu, onlar, uykularında bile şöyle rahat bir dinginliği asla yakalayamazlar.
Hasedin eşlikçileri: kapris, yalan, nankörlük ve kin
Haset sahibi kişinin mutluluk ve huzurdan uzak olmasının yanında birçok başka problemi de vardır. O, açgözlü ve tamahkâr olduğu kadar kaprislidir de. Hiçbir zaman istediğini tam olarak aldığı kanaatinde değildir ve hep eksiklik duygusu hisseder. Bu duygusunu kapris olarak dışa vurur.
Haset sahibi kişi için yalan, iftira, gıybet, insan ilişkilerinin olağan bir parçasıdır. Onun yaptığı gıybet, gündelik hayatta çoğumuzun içine girip çıktığımız şirin dedikodular gibi olmaz üstelik. Doğrudan doğruya muhatabı yok etmeye, yıkmaya, ayağının altındaki toprağı kaydırmaya yöneliktir, tuzaklarla doludur. Karşıdakinin itibarını ve varlığını yok etmeyi hedefler.
Haset sahibi kişi, kapris ve öldürücü gıybet sarmalının içinde kıvrandığı yetmiyormuş gibi, aynı zamanda kindardır. Çok kolay küser. Elbette makul küslük, insani bir durumdur ancak barışmayı bilmek gerekir. Hasetçinin küskünlüğü ölümünedir, kolayca kine ve gareze dönüşür. Kitabında bağışlama yoktur. Muarızıyla hemen kanlı bıçaklı hale gelir.
Hasetçi, tam bir nankördür. Nankör olması için ille de birisinden iyilik görmesi ve onu inkâr etmesi gerekmez. Nankörlük, hasetçinin varoluşsal olarak konumlandığı yerdir. Karşısındaki haset ettiği insanın hiçbir müspet yanını görmez, onu toptan reddeder.
Haset sahibi kişi, görünenin aksine, kendisine güvensizdir. Aslında istedikleri için kapasite olarak yetersiz olduğunun içten içe farkındadır. İnsanlar hakkında bu kadar kötü hislere sahip olduğu için bir gün gelip kendisine de kötülük yapılacağının kuşkusu ve korkusu içindedir. Haset ettiği insanlarla hesabı asla bitmediğinden bu feci duyguların çağlayanında çırpınır durur.
Kanaatkârlığı ve huzuru yeniden hatırlamak
Bu konuları çokça düşünmeli, kanaatkâr, dünya malına fazla meyletmeyen kişilik yapısının teşvikçisi olmalıyız. Kanaatkâr olmak, tembellik demek değildir tam tersine kanaatkâr insan, çok çalışır ama asıl amacı, ailesine, çevresine, toplumuna yardımcı olabilmektir.
Maalesef bugün kanaatkârlık ve idealistlik, değer olarak yüceltilmiyor. Medyada başarı ve mutluluk timsali olarak genellikle kanaatkârlar değil tamahkârlar sahne alıyor, bize, çocuklarımıza örnek olarak sunuluyorlar.
Hasedin yatıştırılması için daha bebeklikten itibaren sevgiyle bıkmadan yola koyulmak gerektiğini söyleyen önerilerimiz, biraz havada kalıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 10 Nisan 2025’te yayımlanmıştır.