Çoğu psikoloğa göre, insanlar doğaları gereği sosyal yaratıklardır; başkalarıyla temas sadece bir istek değil, bir ihtiyaçtır. Bundan mahrum kalan insanların fiziksel ve ruhsal sağlığı bozulma eğilimindedir. Ancak insanların önemli bir bölümünün pandemiyle birlikte uzaktan veya gece çalıştığı bir dönemde bu kanı hâlâ doğru mudur?
The Atlantic editörlerinden Faith Hill, uzmanların görüşlerine başvurarak bunun yanıtını arıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Konuştuğum gececi insanlar fazla etkileşime ihtiyaç duymadıklarını düşünüyorlar. Washington eyaletinin Spokane Valley kentinde yaşayan 26 yaşındaki gece güvenlik görevlisi Chris Hengen bana, “Gündüz bir işte çalışmayı denedim, ama erken kalkmayı, işe koşturmayı ve en önemlisi… sürekli insanların etrafında olmayı kaldıramadım. İnsanlara karşı herhangi bir kötü niyetim yok, sadece benim için yorucu.” dedi. New Jersey eyaletinin Hammonton kentinde yaşayan 41 yaşındaki bilgisayar mühendisi John Young ise yalnız bir hayat yaşamaktan “fazlasıyla mutlu” olduğunu söyledi. Young 1990’ların sonundan bu yana aralıklarla gece vardiyalarında çalışmış; gecenin huzurunu tercih ediyor, ama bu tercihi bazen sosyal anksiyete ya da depresyonla karıştırılıyor. Aslında bana içe dönük biri olduğunu ve bu şekilde yaşamayı sevdiğini söyledi. Konuştuğum pek çok kişi de benzer sebepler öne sürdü.
Tüm insanlar aynı temel ihtiyaçlara mı sahip?
Yalnızlık arzusu ne zaman sağlıksız bir şey haline gelir? Gece yaşayanların bu şekilde yaşamayı sevdiklerini kabul edersek, insan psikolojisi hakkındaki temel varsayımlarımızdan birini sorgulamış oluruz: Tüm insanların aynı temel ihtiyaçlara sahiptir.
2017 yılında ABD Halk Sağlığı Kurumu Başkanı Vivek Murthy tehlikeli bir “yalnızlık salgını” konusunda uyarıda bulundu. Harvard Business Review‘da yayınlanan bir makalesinde şunları yazdı:
“Hastalarla ilgilendiğim yıllar boyunca gördüğüm en yaygın patoloji kalp hastalığı ya da diyabet değil; yalnızlık.”
Son yıllarda yorumcular, yüksek intihar oranları ve uyuşturucu krizi de dahil olmak üzere toplumun geniş bir kesimindeki rahatsızlıklarda yalnızlığın rol oynadığını dile getiriyor.
Aynı zamanda, modern yaşamın büyük bir kısmı, isteseniz de istemeseniz de diğer insanlarla bir arada olmayı gerektiriyor. Çocuklar küçük yaşlardan itibaren tüm günlerini akranlarıyla birlikte geçirecekleri okullara götürülüyor. Büyümek, yalnızlığın peşinden koşmak için bir miktar özgürlük sağlar ya da en azından, isterseniz ve bunu karşılayabilirseniz yalnız yaşayabilirsiniz. Ancak yetişkin yaşamı tipik olarak diğer insanlarla yüz yüze gelmeyi içerir. İçe dönükler için bir yaşam koçu olan Roxana Alexandru, eski ofis işinde kendini çok gergin hissediyordu. “Eskiden toplantı odalarında insanlardan saklanırdım. İnsanların yanında oturmak ve tüm gün boyunca onların konuşmalarını dinlemek dünyadaki en kötü şeydi.” dedi bana. Şimdi uzaktan çalışıyor ve çocukları sabah 6 civarında uyanmadan önce çalışmak ve sessizliğin tadını çıkarmak için düzenli olarak sabah 4’te kalkıyor. Bu onu bitkin bıraksa da, etrafındakilerin uyuduğu, nefes alabildiği ve odaklanabildiği bir zaman diliminden faydalanması gerektiğini söylüyor.
Sosyalleşmenin fiziksel kökenleri
Beynin güçlü sosyal beceriler için gerekli bir bölümü olan neokorteks, insanlarda diğer primatlara göre çok daha büyüktür ve birçok araştırmacı bunun toplumumuzun sosyal karmaşıklığına doğal bir yanıt olduğuna inanmaktadır. Sinirbilimciler beynimizin sosyal reddedilmeyi ve fiziksel acıyı benzer şekillerde işlediğini göstermiştir. Araştırmacı Matthew Lieberman, başkalarının duygularını okumakla ilgili sinir ağlarının uyanık olduğumuzda neredeyse sürekli aktif olduğunu bulmuştur. Social: Why Our Brains Are Wired to Connect adlı kitabında beynimizin başkalarına ulaşmak ve onlarla etkileşime geçmek için nasıl çalıştığını anlatmıştır. Ona göre, sosyal izolasyonun vücut üzerinde moleküler düzeye kadar inen derin etkileri vardır.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, konuştuğum bazı psikologlar aşırı izole bir gece hayatının çoğu durumda sağlıklı olacağına şüpheyle yaklaştı: Bu şekilde izole olmak bazı insanlar için uyum sağlayıcı olabilir, ancak bunun yanlış gidebileceği birçok yol vardır.
Psikoloji camiasında yoğun içe dönüklüğün bir bozukluk olarak tanımlanıp tanımlanmaması gerektiği konusunda bazı tartışmalar olmuştur. Amerikan Psikiyatri Birliği, içe dönüklüğü Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’na eklemeyi düşünüyor.
İçe dönüklüğü patolojik hale getirmek kulağa saçma geliyor. Minnesota Üniversitesi’nde psikolog olan Colin DeYoung, içe dönüklüğün klinik versiyonunun “kopukluk” olarak bilindiğini ve kısmen ödüle karşı düşük duyarlılıkla karakterize edildiğini açıkladı. Bunun sosyal ilişkilerden ve aynı zamanda “neşe veya heyecan gibi enerjik veya iyimser olumlu duygulardan” kopma anlamına geldiğini söyledi. Clark da benzer bir şey söyledi. “Sosyal etkileşim ve haz arasında bir bağlantı var” dedi. “Yani hayatlarını başkaları olmadan yalnız yaşayan insanlar mutsuz olmayabilir. Ancak hazzın tüm spektrumunu deneyimleyemeyebilirler. Üstelik bunun farkında bile olmayabilirler.”
Sonuç çıkarırken aceleci olmamalı
Hindistan’ın Haryana kentindeki Ashoka Üniversitesi Sosyal ve Davranışsal Değişim Merkezi’nde araştırmacı olan Sanna Balsari-Palsule, içe dönük insanları etkileşime iten çalışmalardan çok fazla sonuç çıkarmamaya dikkat etmemiz gerektiğini söyledi. Bu çalışmalar, insanların ruh hallerinin nispeten kısa sürelerle başkalarıyla etkileşime girdikten sonra iyileştiğini gösteriyor; içe dönüklerin sonsuza kadar dışa dönük davranmaya başlasalar uzun vadede daha mutlu olacakları kesin değil. Bazı araştırmacılar da insanların kişilik özelliklerine uygun davranmaktan fayda sağladıkları teorisini ortaya atmıştır.
Eğer izole insanlar mutluysa, bu durum insanların doğası gereği ihtiyaç duyduğu sosyal etkileşim miktarı ya da insanların evrensel psikolojik ihtiyaçları olup olmadığı konusunda bazı ciddi soruları gündeme getiriyor. Yıllardır pek çok psikolog, farklı derecelerde de olsa tüm insanların belirli temel ihtiyaçları paylaştığına inanıyor. İlk kez 1943 yılında Abraham Maslow tarafından tanımlanan “ihtiyaçlar hiyerarşisinde”, “sosyal” ihtiyaçlardan daha önemli olan tek ihtiyaç, fiziksel hayatta kalma ve güvenlikle ilgili olanlardır. Son yıllarda araştırmacılar güncellenmiş versiyonlar önerdiler. Örneğin Temel Psikolojik İhtiyaçlar Teorisi, diğer insanlar için önemli hissetmek için doğuştan gelen bir “ilişkisellik” ihtiyacımız olduğunu öne sürüyor.
Ancak insanlar ve kültürler arasında bağlantılar kurmaya çalışırken ve sayısız farklılıklarımıza rağmen hepimizin paylaştığı şeyleri belirlerken, araştırmacılar bu en temel özelliklerdeki çeşitliliği bile gizliyor olabilirler. Bazı sosyal ihtiyaçlar muhtemelen belli bir yaşa kadar evrenseldir; bebekler bakıcılarıyla bağlantıya, göz temasına, dokunmaya ve sıcaklığa ihtiyaç duyar. Ancak yetişkinler için ihtiyaçlar daha az kesin olabilir. Minnesota Üniversitesi’nde psikolog olan DeYoung, “Bence bazı insanların bu ihtiyacı o kadar düşük ki, onlar için gerçekten var değil. Sosyal bağlantıya gerçekten ihtiyaç duymayan insanlar olduğu ihtimalini ciddiye almalıyız.” dedi.
Psikologlar bu tür insanları tamamen gözden kaçırıyor olabilir: Yalnızlık içinde kalırlarsa orada olduklarını fark etmeyebiliriz.
Bazı evrensel özellikler bulma dürtüsü, iyi niyetli olmakla birlikte, kibirli de olabilir. Sonuçta, yalnızca kendi içsel deneyimimizi bilebiliriz, ancak yine de bu deneyimi başkalarına yansıtmak, onların zihinlerinin bizimkini yansıttığını hissetmek isteriz. Elbette bazen diğer insanların davranışlarını “anormal” olarak nitelendirmek ve değişmelerini istemek için iyi nedenler vardır. Asıl soru, sınırın nerede başladığıdır: Ne zaman ve kim tarafından, hangi kriterler kullanılarak, başka bir kişinin yaşama veya düşünme biçimi geçersiz kılınabilir.
Kültürel farklar etkili mi?
İnsanların sosyal davranışları görünmez önyargılar tarafından şekillendirilmektedir. ABD’de yalnızlık ve gece hayatı diğer ülkelere kıyasla daha mantıksız görünebilir. Bir yandan, kendilerine uygun bir hayat kurmak isteyen insanlar için biçilmiş kaftan gibi görünen bireyci bir kültürdür. Öte yandan, Amerika’nın özellikle dışa dönük merkezli bir ulus olduğu kanıtlanmıştır. Tarihçi Warren Susman bunu, cesur olmayı ve görünmeyi yücelten bir “kişilik kültürü” olarak adlandırmaktadır. Duygular tarihçisi ve A Biography of Loneliness kitabının yazarı Fay Bound Alberti’ye göre, Carl Jung’un 1921 tarihli popüler kitabında dışadönüklük terimini tanımlamasından bu yana, bu terim ABD’de “kişisel gelişim, bağımsızlık ve Amerikan atılım rüyası” ile bağlantılı hale gelmiştir. İçe dönüklük ise “yalnızlık” ile ilişkilendirilmiştir.
Bunların hiçbiri sosyal bağlantının önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak belki de bağlantının herkes için aynı anlama geldiğinden ya da tatmin edici bir hayat yaşamanın tek bir yolu olduğundan bu kadar emin olmamalıyız. Son on yılda, gelişen nöroçeşitlilik hareketi de dahil olmak üzere farklı kimliklerin giderek daha fazla kabul gördüğüne tanık olduk. Geleneksel olarak nörolojik farklılıklara odaklanılsa da bazıları bunun beynin yanı sıra zihindeki farklılıkları da kapsaması gerektiğini savunuyor.
Pandemi, bireysel psikolojik ihtiyaçlar hakkındaki düşüncelerimizi de değiştiriyor olabilir. İnsanların çok farklı programlarla iyi çalışabileceği hiç bu kadar net olmamıştı. Balsari-Palsule, iş yerlerinin içe dönük kişilerin dışa dönük davranma baskısı hissedip hissetmemesinde büyük rol oynayabileceğine inanıyor.”
Bu yazı ilk kez 30 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.
https://www.theatlantic.com/family/archive/2022/02/ultra-introverts-nocturnal-lives/622856/