1957 yılı yapımı 12 Öfkeli Adam filmini izleyenler bilir. Birini suçlamak çok kolaydır. Halbuki suçu ispatlanana kadar herkes masumdur, karinesi de biliriz ama ispatlamak çaba ister. Çaba gereken eylemler de çabuk göz ardı edilir, unutulur. Oysa makul bir şüphe ilk hükmü değiştirebilir.
Aramızda mahkeme salonunu sadece filmlerde görenler vardır. Oysa hepimizin içinde her gün her saat mahkeme salonları kurulur. Çoğu zaman da yargısız infaz yapılır. İçimizdeki iç sesler korosunda en çok sesi çıkanlardan biri davacı sestir. Davalının avukatı ise işini pek yapmazsa yargıç davalı tarafı en hızlısından suçlu kabul eder. Öz eleştirel ses olarak da bildiğimiz bu sesler çok kıyıcı ve yıkıcı sonuçlar doğurabilir psikolojik sağlığımız için.
Daha güne başlar başlamaz içimizdeki öfkeli insan konuşmaya başlar. Aynaya her bakışımızda sadece yüzümüzü değil, iç dünyamızda yıllardır iktidarda olan o görünmez figürü de görebiliriz biraz dikkat kesilsek. Elbette, gözümüzün kendini görememesi gibi, çoğu zaman bu sesleri kendi iç sesimiz sanmamız çok kolaydır. Bu yüzden suçlamaların ve infazların ağırlığını taşırken onu sorgulamayı akıl etmek güçleşir. Zihnimizin puslu vadilerinde gizlenen bu içsel ses: Ne yeterince iyi olmamıza izin verir, ne de eksiklerimize şefkatle yaklaşmamıza.
İçimizdeki öfkeli sesler
Psikoloji literatüründe bu iç seslerin dış seslerden nasıl içselleştirildiğine dair birçok teori mevcuttur. Genellikle ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin ve toplumun bize çocukken empoze ettiği ama sonra sanki bizmişiz gibi içselleştirdiğimiz seslerden bahsedilir. Kimi zaman çok çalışmadığımız için azarlanırız, kimi zaman hislerimize “fazla duygusal” denir, kimi zaman da bizi başkalarıyla kıyaslayarak “yetersiz” ya da “eksik” ilan ediliriz.
Ve ne gariptir ki, bu iç sesler başkalarına gösterdiği şefkati bize göstermez. Kendi hüznümüze sabırla yaklaşmamıza izin vermez. Oysa başkasının kederi karşısında yumuşayan kalbimiz, kendimiz için kolayca taş kesilir. Neden? Çünkü içimizdeki bu öfkeli sesler, bizim için başka ölçütler belirlemiştir. “Ancak başardığında değerlisin.” “Ancak güçlü olduğunda sevilebilirsin.” “Zayıflık karakter eksikliğidir.” Bu katı kurallar, hayatımız boyunca yargılandığımız görünmez bir ceza sistemine dönüşür.
Sesler bazen bir otorite gibi konuşur. “Böyle olmamalı.” “Bu fazla, bu eksik.” “Bunu nasıl yaparsın?” Ne zaman bir hata yapsak, hemen mahkeme salonu kurulur zihnimizin ortasında. Sanık ta, savcı da hâkim de bizizdir. Ve ne acıdır ki, savunma hakkımız bile yoktur. Çünkü bu mahkemede hüküm baştan verilmiştir: Suçlusun!
Şefkat bir lüks değil, bir ihtiyaçtır
Oysa insanın hatasıyla, çelişkileriyle, kararsızlıklarıyla bir bütün olduğunu kabul etmek, yalnızca daha insanca değil, daha sağlıklı bir yaşamın da kapılarını aralar. Bu noktada şefkat bir lüks değil, bir ihtiyaçtır. Hem başkaları için hem kendimiz için. Örneğin, ABD’li Eğitim psikoloğu Kristin Neff’in öz-şefkat üzerine yaptığı çalışmalar, kendini yargılamadan gözlemleyebilen bireylerin hem psikolojik dayanıklılıklarının daha güçlü olduğunu hem de sosyal ilişkilerinde daha tatmin edici bağlar kurabildiklerini gösterir.
Neff’in yaklaşımına göre öz-şefkat üç temel unsurdan oluşur: Öz farkındalık, ortak insanlık duygusu ve nezaket. Bu çerçevede içimizdeki öfkeli insanları susturmak değil, onlarla yeni bir ilişki biçimi kurmak ta mümkündür. Eleştiren sesi tamamen ortadan kaldırmak değil, ona mesafe almayı öğrenmektir asıl mesele. Bu mesafe, bir tür içsel olgunluk doğurur. Tıpkı bir çocuğun öfkesini anlamaya çalışır gibi, içimizdeki yargıcın kökenlerini de anlayabiliriz. Belki de bu ses, yıllar önce bizi korumaya çalışırken fazlaca katılaşmış içsel bir bekçiden başkası da değildir.
İçimizdeki yargıcı sorgulamak, onun her söylediğine inanmayı bırakmak demektir. “Tam bir zavallısın” diyen o sesi duyduğumuzda, durup bir soru sorabiliriz: “Bunu kim söylüyor? Gerçekten benim değer yargılarım mı konuşan yoksa bana öğretilmiş bir ezberden mi ibaret?” Bu ifadenin kanıtları neler? Bu suçlamaya karşı masumiyet karineleri var mı? Bunun gibi basit sorular bile içsel özgürlüğümüz için bir başlangıç noktası olabilir.
Birçok insan, başkaları söz konusu olduğunda anlayışlıdır. Hatta o başkalarının arasında çok sevdiğimiz, değer verdiğimiz, saygı duyduğumuz biri varsa anlayıştan fazlasını da sunmak isteriz. Derdine ortak olur, yardımına koşarız. Bir dostumuza “bu da geçer” diyebilir, bir çocuğun ağlamasına sarılarak karşılık verebiliriz. Ama kendimiz ağladığında hemen “kes ağlamayı, kendi düşen ağlamaz” cümlesi bazılarımıza yabancı değildir. Neden? Çünkü içimizdeki sesler, biz ve başkaları arasında bir hiyerarşi kurar. Çifte standart uyguladığımız hep kendimiz olur. “Diğerleri ağlayabilir, ağlamak insanidir, ama ben güçlü olmalıyım.” Böylece kendimizi insani yanlarımızdan mahrum bırakırız. Bu da kendi kaynaklarımızı kurutmak anlamına gelir.
Oysa şefkat, bir zayıflık değil, içsel ve bereketli bir kaynak gibidir. Acıyı gören, yaraları iyileştiren, karanlık anlarda nefes aldıran bir dost. İçimizdeki acımasız sesler de ancak bu kaynakla yumuşatılabilir. Atasözünün de dediği gibi “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” sözü yalnızca başkaları için değil, kendimiz için de geçerlidir. Kendimize dost olmamızın önündeki temel engel kusursuz olma fantezimizdir. Kusursuzluk beklentisiyle içimize döndüğümüzde, orada sadece yalnızlık ve utanç buluruz. Oysa kendimize kusurlarımızla birlikte “dost” olmayı öğrenebilirsek, içimizdeki öfkeli adamlar da kullanmadığımız bir rehberdeki silik isimlere dönüşebilir.
İçimizdeki yargıçla barışmak
Sonuç olarak, içimizdeki yargıçla barışmak, kendimize yabancılaşmayı bırakmaktır. Onunla çatışmayı değil, diyaloğu ama en çok ta sınamayı seçmektir. Eleştirmenin her sözüne inanmamak, ama onu da bastırmadan dinleyebilmek bir erdemdir. Bu yaklaşım ne tembelliktir ne sorumsuzluk. Aksine, daha derin bir sadakat ve sorumluluğun ifadesidir: Kendimizi olduğu gibi görebilme cesaretinin.
Bu cesareti bulduğumuzda, her aynaya baktığımızda sadece kusurlarımızı değil, insaniyetimizi de görebiliriz. Zor zamanlarda içimizdeki sorgu memurları belki hâlâ konuşur, ama artık onun sesi hayatımızı yöneten bir ceza sisteminden, içsel bir bilgelik pusulasına dönüşebilir. Yeter ki onlarla kavga etmek yerine her söylediklerine inanmak yerine karşılıklı konuşmayı öğrenelim.
Küçük bir celp
Bir dahaki sefere kendinize “Bunu nasıl yaparsın?” ya da “Yetersizsin” dediğinizi fark ettiğinizde, sadece durun. O sesi hemen susturmaya çalışmayın. Sadece tanık sandalyesinde onu dinleyin. İçinizde konuşan o sesi duyun ama ona karışmayın. Sonrasında şu soruları yöneltmeyi deneyin:
“Bu sesi ilk kimden duymuştum?”
“Bu sesin söylediklerinin doğruluk payı var mı?”
“Bu sesin söylediklerinin yanlışlık payı nedir?”
“Daha önce bu sesin yaptığı suçlamalar kanıta dayalı mıydı?
“Şu anda bu sesin bana nasıl bir yardımı oluyor?”
Buna benzer makul şüpheler gerçeğin tümünü görmemize yardımcı olabilir. Eğer bu iç sesler size yabancı değilse ufak bir egzersizi hayatınıza katmayı deneyebilirsiniz.
Küçük bir egzersiz
Bir kâğıt alın. Ortasına şu cümleyi yazın:
“Bugün içimdeki yargıç hakkımda hangi hükümleri savunma olmadan verdi? Savunma makamı işini yapsaydı neler söyler, neler sorardı?”
Bu cümleyi tamamlayın ve ardından, bir alt satıra şunu yazın:
“Savunma makamı söz istiyor. Sormak istiyorum…”
Suçlayan, yargılayan değil de merak eden, anlayan bir sesle kendimize yaklaşsak kim bilir hayatımızda neler değişir. Siz ne dersiniz?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 29 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.