İyi insan olmak bir seçim değil, bir ödevdir

“İyinin yanında olmak” ne demektir? Sorumluluk ahlakı yalnızca inananlara mı özgüdür? Kant ‘ödev’ derken neyi kasteder? Özgürlük ile ahlak arasında nasıl bir bağ vardır? İnsan, mutluluğu mu, yoksa iyi niyeti mi öncelemeli?” Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Jean-Paul Sartre, hayata ve insana nihilistik-varoluşçu yaklaşımına rağmen, başka insanlara karşı sorumluluk içeren tutumlara özellikle vurgu yapıyor: “Her insan bütün insanlardan sorumludur. İnsanların seçimleri onların bireysel çaplarını aşar, her bir seçim bütün insanlar adına yapılır. Öncelikle her bir fiilimiz kim olduğumuzu belirler: Korkak, cesur, vasat, yetenekli, işte ve aşkta başarılı ya da başarısız. […] Eylemlerimizle sadece kim olacağımıza karar vermiyoruz, aynı zamanda İnsan’ın nasıl olması gerektiğine karar veriyoruz. Şu ya da bu eylemi seçmek demek bir değeri seçmek demektir. Herkesin yararına olmadığı müddetçe hiçbir şey kendi yararımıza değildir.”

Ateizmin sorumluluk ahlakını savunmak için engel teşkil etmeyeceğini, hem gündelik hayattan hem düşünce dünyasından biliyoruz; Sartre’ınki de buna güzel bir örnek. Doğrudan doğruya Sartre ile başlamamızın nedeni, şimdi ele alacağımız sorumluluk ve ödev ahlakı konusunun dinî inancımız ne olursa olsun hepimizi ilgilendirdiğini daha baştan duyurabilmek için. Açmaya çalışayım.

“İyinin ve kötünün ötesinde” değil, “iyinin” yanında

İlk anlam üretimimizin “iyi” ve “kötü”nün ne olduğunun belirlenmesi amacına yönelik olduğunu, benliğimizin kuruluşunda ahlaki bir topografya bulunduğunu düşünüyor, böyle inanıyorum.

Neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bilgilerimiz de nasıl bir ahlaka sahip olduğumuzu ve insan ilişkilerindeki tavrımızı, tarzımızı belirliyor. Bu yüzden kendi adıma anlam dağarcığımı iyi olmak” ve “iyinin yanında durmak” amacıyla oluşturmaya çalışıyorum.

Bu yolda ilerlerken destek aldığım birçok bilge insan var. Tüm insanların benlikleri ahlaki bir topografyaya sahip olduğuna göre, ömrü süresince heybesini “iyi” davranışlarla doldurmaya çalışan yalnızca ben değilim. Şüphesiz hepimiz kendimize göre “iyi”nin yanında konumlandığımıza inanırız. Hiçbirimiz göz göre göre “Ben hayatımı kötülüğün kazanması için seferber ettim” demeyiz. En iyi hayatı kendimizin yaşadığına, aynı zamanda en ahlaklı hayatın bu olduğuna inanırız. Hayatımızın anlamı da işte bu inançlarımızda yuva yapmıştır; orada ikamet eder.

Hayatın anlamı, iyi yaşam anlayışı ve sorumluluk ahlakını gerekçelendirme biçimi insana göre değişiyor. Tamam, insanlara ve inançlarına saygı gösterelim ama bu insana göre değişim, görelilik rahatsız edici gerçekten de. Bir tutamak noktası, hepimizi ikna etme gücü olan bir bakış olmalı.

Herkes kendini en iyi ve en haklı görüyorsa, “doğru” hakkında nasıl hüküm vereceğiz? “Doğru da insana göre değişir, ne olsa gider” demekle mi yetineceğiz? Öyle bir düşünür bulalım ki günümüzün, modern zamanların insanı olsun, bizim derdimizi anlasın. Neredeyse doğuştan itibaren insanın psikolojisinde bir ahlakın demirlemiş olduğu fikrine yabancı olmasın. “İyi” insan olma yolundaki önerileri aklımıza yatsın. “Herkesin iyisi, doğrusu kendine” tezindeki göreliliği, rölativizmi bertaraf edecek, bizi insaniyette buluşturacak görüşlere sahip bulunsun.

Öyle bir düşünür bulalım ki, kuru kuru özgürlük şakşakçısı olmasın, özgürlüğümüzün iradi bir varlık oluşumuzla ilgili olduğunu bilsin. Özgürlüğümüzün insan olarak özel oluşumuzdan kaynaklandığına, özel olarak yaratıldığımıza, Yaratıcı’ya inansın.

Evrensel ahlaki buyruk

Aradığımız düşünür benim için Alman Aydınlanması’nın büyük filozofu Immanuel Kant’tır. Sorumluluk ahlakı ve ödev bilinci açısından, evrensel fikirlere sahip olmak bakımından, Kant tam da aradığımız düşünürdür. Bu nedenle dağınık psikolojik bakışımıza bir çerçeve sunsun diye onu bir süreliğine felsefeden ödünç alıyorum.

Kant, modern zihin için felsefenin yeni bir şemasını oluştururken yani aklın, bilimin, ahlakın, dinin, sanatın tanımlarını ve sınırlarını çizerken, hayatın anlamını biz modernlere en yakın gelecek biçimde sorgulamayı da ihmal etmeyen oldukça iyi bir yol göstericidir. Kendisinden önceki ahlak felsefelerini yalnızca mutluluğu ve faydayı amaçlamaları, koşullara bağlı olmaları ve evrensel olamamaları nedeniyle eleştiren Kant, onların yerine hayat anlayışındaki “ödev ahlakı”nı önerir.

Her insanın, her topluluğun mutluluğa, faydaya ulaşmak için çabaladığı, canlıların kendi rahatlıklarını amaçladıkları doğrudur. Lakin Kant, hayatın amacının yalnızca bu nokta-i nazardan görülmesini, tecrübelere ve duyulara fazlaca güvenilmesi ve amacın dürtülerin doyurulmasıyla sınırlandırılması olarak görür.

Mutluluk ve faydayı esas alan anlayış, akıllı bir varlık olan insan için eksiklik ve haksızlıktır. Mutluluk ve fayda için de akıl gerekir ama bu dürtüleri ve istekleri yöneten teknik, araçsal akıldır. Ama insanın bunun haricinde bir de iradeyi yöneten pratik, ahlaki aklı varır.

İnsanın ahlaklı hareket etmesiyle mutlu olmayı istemesini birbirinden kesin olarak ayıramayız ama bir insanın mutluluğu elde edip etmemesinin onun ahlaki varlığıyla bir alakası yoktur. Kuşkusuz, insanın arzuladığı maddi hedeflere erişmesi, içimizde köklü bir biçimde yerleşmiş, gerekli, “iyi” bir şeydir. Ama her insanı mutlu kılacak olan şeyler başka olduğundan buradaki “iyi”, “ahlaki iyi” değildir. “Ahlaki iyi”, arzuların, dürtülerin doyurulmasıyla değil, iradenin tavrıyla ilgilidir; onun bir amaca ulaşması, işe yaraması demek değildir. İradenin bir tavrının “iyi” diye nitelenebilmesi, “ahlaki iyi” olabilmesi için, onun bizim kişisel yararımızı ve isteklerimizin tatminini aşması gerekir. Mesela böyle bir tavır için “iyi niyet” şarttır; iyi niyet, uygulamada istediği sonuca ulaşamasa da, iyilik derecesinden, niteliğinden bir şey kaybetmez; bir mücevher gibi kendi başına pırıl pırıldır.

Doğa yasaları gibi ahlakın da bir yasası vardır ama bu yasa, insan iradesini, doğa yasalarının doğadaki nedenselliği yönetmesi gibi yönetmez; “Yapmalısın!” diye buyurur. Ahlak yasası olan “Yapmalısın” buyruğu, insanın iradesini yönetir; doğa yasası ise olup biten bütün doğa olaylarını…

Ahlaki buyruğu anlamak için mesela “Tutumlu ol!” buyruğunu ele alalım. Bu buyruk, genellikle “Eğer paranı iyi kullanırsan, hastalıkta ve yaşlılıkta işe yarar” anlamında kullanıldığı için çıkarla yani araçsal akılla ilgili olduğundan ahlaki bir buyruk değildir. Ama mesela “Yalan söylememelisin” buyruğunda bir gizli yarar yoktur. İşte ahlaki buyruklar, hiçbir “eğer” şartı içermeden yalnızca buyurdukları için “kategorik” niteliktedirler. Ahlaki buyruklar, duruma ve şarta bağlı değillerdir; tüm insanlardan, hangi koşulda olurlarsa olsunlar, buyrulanı yerine getirmeleri beklenir.

Kant, doğal ihtiyaç ve isteklerden, dürtü ve eğilimlerden kaynaklanan eylemlerle, pratik aklın yani iradenin yönettiği ahlaki eylemleri kesinlikle birbirinden ayırır. Bunların her zaman birbirlerine karşıt olmaları gerekmez ama insan, iradi bir varlık olduğu için ödeve bağlı ahlaki eylemleri birinci plana almalıdır. Ödev de niyet gibidir; yalnızca ödev olarak yapılır, zaten gerçek iyi niyet de budur ancak ödev buyruğunun yönettiği bir irade iyi niyete dayanır. Bir başka deyişle ahlaklı eylemler, iyi niyetten doğan eylemlerdir.

Ahlaki eylemin iradeyle bu kopmaz bağının dışında evrensel olma özelliği de vardır. Nasıl Newton çekim yasasını “en yüksek doğa yasası” olarak görüyorsa, bütün ahlaki buyruklar da aslında tek bir yüksek buyrukta toplanabilir: “Öyle davran ki senin iradenin düsturu her zaman aynı zamanda genel bir yasanın ilkesi olarak geçebilsin.” Ya da: “Öyle davran ki bu davranışında insanlığı hem kendinde hem de diğer insanların her birinde her zaman bir amaç olarak göresin; asla bir araç olarak kullanmayasın.” Kant, bu genel yasayla hayattaki tüm eylemlerin ahlaka uygun olup olmadıklarını kesin olarak gösteren bir ölçüt vermek istemektedir.[1] Evrensel ve en yüksek buyruk, daha kolay bir şekilde, “Öyle hareket et ki bu hareketinde, insanlığı (insan olmayı) hem kendinde hem de başka insanların her birinde, her zaman bir amaç olarak alasın ama asla araç haline getirmeyesin” diye de ifade edilebilir.

Özgürlük ve ahlak

İnsan olmak, kendi varlık yapısının temeline, yani akla, iradeye dayanarak kendi kendini yöneten bir varlık olmaktır. Eğer insan pratik aklı, yani iradesi sayesinde ahlaki buyrukla bağ kurabiliyorsa, bu irade onu hem Yaratıcı’ya hem de özgürlüğe bağlar.

İrade, kendi yasasını kendi koyduğu, kendi kendini yönettiği için özerktir, otonomdur. Oysa ihtiyaçları, istekleri karşılamaya dönük mutluluk yönelimleri, dışarıdan, doğanın yasaları tarafından yönetilir yani heteronomdur.

İnsan, Yaratıcı’yı temsil eden özgürlüğü, sonsuzluğu da duyularıyla bilemez, onlar doğa yasalarının üzerindedir. İnsan özgür olduğunu bilir ama bu bilgi ona duyularından gelmez, tıpkı ahlak yasası gibi içeriden, doğadaki nedenselliği aşan bambaşka bir yerden gelir. Eğer duyularımızın ötesinde, “Yapmalısın” diye buyuran bir ahlak yasası olmasaydı, özgür olduğumuzu savunmaya da hakkımız olmazdı. Özgür olduğumuzu ahlak yasası dolayısıyla biliyoruz. Aynı şekilde insan özgür olmasaydı, ahlak yasasının da hiçbir anlamı olmazdı. Özgürlük ve ahlak, birbirini temellendirir. Özgürlük, bir gelişigüzellik demek değil, yasaya uymaktır.

İrade sahibi her insan, insanlığın taşıyıcısı olarak son tahlilde kutsaldır. Bu nedenle diğer insanlara karşı, isteklerimizi aşan, en ahlaki, en nitelikli hissiyatımız saygıdır. Her insan, davranışlarıyla değil ama insan olması hasebiyle saygıyı hak eder. İnsanlık onuru, bizatihi kutsaldır. Her insan, insanlığın taşıyıcısı olarak onuruna saygıyı hak eder. Nasıl saygı, halis bir ahlak duygusuysa, insanların eylemlerini ahlaklı yapan şey de bu eylemlerin ödeve karşı saygıdan doğmasıdır. Bu nedenle her insan, içinde ödev duygusunu hisseder; içinde onu itaatsizliğe iten eğilimler uyandığında, ödevin tunçtan sesiyle ürperir. İçimizdeki dürtüler, istek ve ihtiyaçlar tatmin olmak ister; insan da bu yolla mutlu olmayı arzular. Ancak yine içimizdeki ahlaki buyruk, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istememizi, mutluluğu erdemden ayırmamamızı emreder.

Ahlak yasası, “en yüksek iyi”yi gerçekleştirmemiz için bizi sürekli kendisine uymaya çağırır ama doğadan gelen yanlarımız olduğu sürece ahlak yasasını tam olarak hayata geçirebilenimiz çok azdır. Ancak insan hakkındaki tüm bilgilerimiz, insana en yüksek mutluluğu sağlayacak olan gerçek hedefin sürekli ahlak dairesi içinde kalmaya çalışmak olduğunu söyler.

Batı düşüncesinden insanlığa armağan edilen bu büyük düşünürün neden “Üstümüzdeki yıldızlı gök ve içimizdeki ahlak yasası” diye vurgulayıp durduğunu, niye ısrarla kanaatkârlık ve makuliyet sınırları içinde hareket etmemizi önerdiğini anlamalıyız. Bunu başardığımızda Kant’ın “Mutlu olmak için seni değerli kılacak şeyler yap”, “Arzularını tatmin etmeyi bilen kişi zekidir, ona hükmetmeyi bilen kişi ise bilgedir”, “İnsan, daha iyi bir insan olmadığı müddetçe mutlu olmayı umamaz”, “İnsan iyi olmalı ve gerisini beklemeli” sözlerindeki sır perdesini kaldırmış oluruz.

Dahası, Mevlana’nın “İyilikler de, kinler de gizli bir yoldan, gönüllerden gönüllere gider” diye söylediğini idrak edebilenler kervanına katılırız[2].

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

[1]Dikkatli okuyucu hemen fark edecektir, Kant’ın bu bakışı İslam’ın ahlak anlayışına çok yakındır. Ahlak düsturu, “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” hadisini akla getirdiği gibi insana verdiği değer de takdire şayandır. Ayrıntısı için bakınız: T. Ş. Nişancı “Bir Bütün Olarak İnsan Gerçeği Açısından ‘Kant Ahlakı’nın Pratik Değeri.

Yine aynı şekilde ve henüz akademide incelenmeden kalmış bir husus olarak Osmanlı dönemi düşünürlerinden Kınalızade Ali Efendi’nin 1564 yılında kaleme aldığı “Ahlak-ı Ala” adlı eserinin yıllar öncesinden Kant’ı öncelediğini belirtmek isteriz. Kınalızade ve ahlaka İslami bakış konusunun ayrıntısı için bakınız: E. Göka, M. Beyazyüz. “Ahlaki Meydan Okumaya Türklerin İki Cevabı: Kınalızade ve Erol Güngör”.

[2] Bu yazının hazırlanmasında Erol Göka’nın yeni kitabı “Umuda İmkân Aramak: Fikir Turu Yazıları”ndan (Kapı Yayınları) yararlanılmıştır

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İyi insan olmak bir seçim değil, bir ödevdir

“İyinin yanında olmak” ne demektir? Sorumluluk ahlakı yalnızca inananlara mı özgüdür? Kant ‘ödev’ derken neyi kasteder? Özgürlük ile ahlak arasında nasıl bir bağ vardır? İnsan, mutluluğu mu, yoksa iyi niyeti mi öncelemeli?” Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Jean-Paul Sartre, hayata ve insana nihilistik-varoluşçu yaklaşımına rağmen, başka insanlara karşı sorumluluk içeren tutumlara özellikle vurgu yapıyor: “Her insan bütün insanlardan sorumludur. İnsanların seçimleri onların bireysel çaplarını aşar, her bir seçim bütün insanlar adına yapılır. Öncelikle her bir fiilimiz kim olduğumuzu belirler: Korkak, cesur, vasat, yetenekli, işte ve aşkta başarılı ya da başarısız. […] Eylemlerimizle sadece kim olacağımıza karar vermiyoruz, aynı zamanda İnsan’ın nasıl olması gerektiğine karar veriyoruz. Şu ya da bu eylemi seçmek demek bir değeri seçmek demektir. Herkesin yararına olmadığı müddetçe hiçbir şey kendi yararımıza değildir.”

Ateizmin sorumluluk ahlakını savunmak için engel teşkil etmeyeceğini, hem gündelik hayattan hem düşünce dünyasından biliyoruz; Sartre’ınki de buna güzel bir örnek. Doğrudan doğruya Sartre ile başlamamızın nedeni, şimdi ele alacağımız sorumluluk ve ödev ahlakı konusunun dinî inancımız ne olursa olsun hepimizi ilgilendirdiğini daha baştan duyurabilmek için. Açmaya çalışayım.

“İyinin ve kötünün ötesinde” değil, “iyinin” yanında

İlk anlam üretimimizin “iyi” ve “kötü”nün ne olduğunun belirlenmesi amacına yönelik olduğunu, benliğimizin kuruluşunda ahlaki bir topografya bulunduğunu düşünüyor, böyle inanıyorum.

Neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bilgilerimiz de nasıl bir ahlaka sahip olduğumuzu ve insan ilişkilerindeki tavrımızı, tarzımızı belirliyor. Bu yüzden kendi adıma anlam dağarcığımı iyi olmak” ve “iyinin yanında durmak” amacıyla oluşturmaya çalışıyorum.

Bu yolda ilerlerken destek aldığım birçok bilge insan var. Tüm insanların benlikleri ahlaki bir topografyaya sahip olduğuna göre, ömrü süresince heybesini “iyi” davranışlarla doldurmaya çalışan yalnızca ben değilim. Şüphesiz hepimiz kendimize göre “iyi”nin yanında konumlandığımıza inanırız. Hiçbirimiz göz göre göre “Ben hayatımı kötülüğün kazanması için seferber ettim” demeyiz. En iyi hayatı kendimizin yaşadığına, aynı zamanda en ahlaklı hayatın bu olduğuna inanırız. Hayatımızın anlamı da işte bu inançlarımızda yuva yapmıştır; orada ikamet eder.

Hayatın anlamı, iyi yaşam anlayışı ve sorumluluk ahlakını gerekçelendirme biçimi insana göre değişiyor. Tamam, insanlara ve inançlarına saygı gösterelim ama bu insana göre değişim, görelilik rahatsız edici gerçekten de. Bir tutamak noktası, hepimizi ikna etme gücü olan bir bakış olmalı.

Herkes kendini en iyi ve en haklı görüyorsa, “doğru” hakkında nasıl hüküm vereceğiz? “Doğru da insana göre değişir, ne olsa gider” demekle mi yetineceğiz? Öyle bir düşünür bulalım ki günümüzün, modern zamanların insanı olsun, bizim derdimizi anlasın. Neredeyse doğuştan itibaren insanın psikolojisinde bir ahlakın demirlemiş olduğu fikrine yabancı olmasın. “İyi” insan olma yolundaki önerileri aklımıza yatsın. “Herkesin iyisi, doğrusu kendine” tezindeki göreliliği, rölativizmi bertaraf edecek, bizi insaniyette buluşturacak görüşlere sahip bulunsun.

Öyle bir düşünür bulalım ki, kuru kuru özgürlük şakşakçısı olmasın, özgürlüğümüzün iradi bir varlık oluşumuzla ilgili olduğunu bilsin. Özgürlüğümüzün insan olarak özel oluşumuzdan kaynaklandığına, özel olarak yaratıldığımıza, Yaratıcı’ya inansın.

Evrensel ahlaki buyruk

Aradığımız düşünür benim için Alman Aydınlanması’nın büyük filozofu Immanuel Kant’tır. Sorumluluk ahlakı ve ödev bilinci açısından, evrensel fikirlere sahip olmak bakımından, Kant tam da aradığımız düşünürdür. Bu nedenle dağınık psikolojik bakışımıza bir çerçeve sunsun diye onu bir süreliğine felsefeden ödünç alıyorum.

Kant, modern zihin için felsefenin yeni bir şemasını oluştururken yani aklın, bilimin, ahlakın, dinin, sanatın tanımlarını ve sınırlarını çizerken, hayatın anlamını biz modernlere en yakın gelecek biçimde sorgulamayı da ihmal etmeyen oldukça iyi bir yol göstericidir. Kendisinden önceki ahlak felsefelerini yalnızca mutluluğu ve faydayı amaçlamaları, koşullara bağlı olmaları ve evrensel olamamaları nedeniyle eleştiren Kant, onların yerine hayat anlayışındaki “ödev ahlakı”nı önerir.

Her insanın, her topluluğun mutluluğa, faydaya ulaşmak için çabaladığı, canlıların kendi rahatlıklarını amaçladıkları doğrudur. Lakin Kant, hayatın amacının yalnızca bu nokta-i nazardan görülmesini, tecrübelere ve duyulara fazlaca güvenilmesi ve amacın dürtülerin doyurulmasıyla sınırlandırılması olarak görür.

Mutluluk ve faydayı esas alan anlayış, akıllı bir varlık olan insan için eksiklik ve haksızlıktır. Mutluluk ve fayda için de akıl gerekir ama bu dürtüleri ve istekleri yöneten teknik, araçsal akıldır. Ama insanın bunun haricinde bir de iradeyi yöneten pratik, ahlaki aklı varır.

İnsanın ahlaklı hareket etmesiyle mutlu olmayı istemesini birbirinden kesin olarak ayıramayız ama bir insanın mutluluğu elde edip etmemesinin onun ahlaki varlığıyla bir alakası yoktur. Kuşkusuz, insanın arzuladığı maddi hedeflere erişmesi, içimizde köklü bir biçimde yerleşmiş, gerekli, “iyi” bir şeydir. Ama her insanı mutlu kılacak olan şeyler başka olduğundan buradaki “iyi”, “ahlaki iyi” değildir. “Ahlaki iyi”, arzuların, dürtülerin doyurulmasıyla değil, iradenin tavrıyla ilgilidir; onun bir amaca ulaşması, işe yaraması demek değildir. İradenin bir tavrının “iyi” diye nitelenebilmesi, “ahlaki iyi” olabilmesi için, onun bizim kişisel yararımızı ve isteklerimizin tatminini aşması gerekir. Mesela böyle bir tavır için “iyi niyet” şarttır; iyi niyet, uygulamada istediği sonuca ulaşamasa da, iyilik derecesinden, niteliğinden bir şey kaybetmez; bir mücevher gibi kendi başına pırıl pırıldır.

Doğa yasaları gibi ahlakın da bir yasası vardır ama bu yasa, insan iradesini, doğa yasalarının doğadaki nedenselliği yönetmesi gibi yönetmez; “Yapmalısın!” diye buyurur. Ahlak yasası olan “Yapmalısın” buyruğu, insanın iradesini yönetir; doğa yasası ise olup biten bütün doğa olaylarını…

Ahlaki buyruğu anlamak için mesela “Tutumlu ol!” buyruğunu ele alalım. Bu buyruk, genellikle “Eğer paranı iyi kullanırsan, hastalıkta ve yaşlılıkta işe yarar” anlamında kullanıldığı için çıkarla yani araçsal akılla ilgili olduğundan ahlaki bir buyruk değildir. Ama mesela “Yalan söylememelisin” buyruğunda bir gizli yarar yoktur. İşte ahlaki buyruklar, hiçbir “eğer” şartı içermeden yalnızca buyurdukları için “kategorik” niteliktedirler. Ahlaki buyruklar, duruma ve şarta bağlı değillerdir; tüm insanlardan, hangi koşulda olurlarsa olsunlar, buyrulanı yerine getirmeleri beklenir.

Kant, doğal ihtiyaç ve isteklerden, dürtü ve eğilimlerden kaynaklanan eylemlerle, pratik aklın yani iradenin yönettiği ahlaki eylemleri kesinlikle birbirinden ayırır. Bunların her zaman birbirlerine karşıt olmaları gerekmez ama insan, iradi bir varlık olduğu için ödeve bağlı ahlaki eylemleri birinci plana almalıdır. Ödev de niyet gibidir; yalnızca ödev olarak yapılır, zaten gerçek iyi niyet de budur ancak ödev buyruğunun yönettiği bir irade iyi niyete dayanır. Bir başka deyişle ahlaklı eylemler, iyi niyetten doğan eylemlerdir.

Ahlaki eylemin iradeyle bu kopmaz bağının dışında evrensel olma özelliği de vardır. Nasıl Newton çekim yasasını “en yüksek doğa yasası” olarak görüyorsa, bütün ahlaki buyruklar da aslında tek bir yüksek buyrukta toplanabilir: “Öyle davran ki senin iradenin düsturu her zaman aynı zamanda genel bir yasanın ilkesi olarak geçebilsin.” Ya da: “Öyle davran ki bu davranışında insanlığı hem kendinde hem de diğer insanların her birinde her zaman bir amaç olarak göresin; asla bir araç olarak kullanmayasın.” Kant, bu genel yasayla hayattaki tüm eylemlerin ahlaka uygun olup olmadıklarını kesin olarak gösteren bir ölçüt vermek istemektedir.[1] Evrensel ve en yüksek buyruk, daha kolay bir şekilde, “Öyle hareket et ki bu hareketinde, insanlığı (insan olmayı) hem kendinde hem de başka insanların her birinde, her zaman bir amaç olarak alasın ama asla araç haline getirmeyesin” diye de ifade edilebilir.

Özgürlük ve ahlak

İnsan olmak, kendi varlık yapısının temeline, yani akla, iradeye dayanarak kendi kendini yöneten bir varlık olmaktır. Eğer insan pratik aklı, yani iradesi sayesinde ahlaki buyrukla bağ kurabiliyorsa, bu irade onu hem Yaratıcı’ya hem de özgürlüğe bağlar.

İrade, kendi yasasını kendi koyduğu, kendi kendini yönettiği için özerktir, otonomdur. Oysa ihtiyaçları, istekleri karşılamaya dönük mutluluk yönelimleri, dışarıdan, doğanın yasaları tarafından yönetilir yani heteronomdur.

İnsan, Yaratıcı’yı temsil eden özgürlüğü, sonsuzluğu da duyularıyla bilemez, onlar doğa yasalarının üzerindedir. İnsan özgür olduğunu bilir ama bu bilgi ona duyularından gelmez, tıpkı ahlak yasası gibi içeriden, doğadaki nedenselliği aşan bambaşka bir yerden gelir. Eğer duyularımızın ötesinde, “Yapmalısın” diye buyuran bir ahlak yasası olmasaydı, özgür olduğumuzu savunmaya da hakkımız olmazdı. Özgür olduğumuzu ahlak yasası dolayısıyla biliyoruz. Aynı şekilde insan özgür olmasaydı, ahlak yasasının da hiçbir anlamı olmazdı. Özgürlük ve ahlak, birbirini temellendirir. Özgürlük, bir gelişigüzellik demek değil, yasaya uymaktır.

İrade sahibi her insan, insanlığın taşıyıcısı olarak son tahlilde kutsaldır. Bu nedenle diğer insanlara karşı, isteklerimizi aşan, en ahlaki, en nitelikli hissiyatımız saygıdır. Her insan, davranışlarıyla değil ama insan olması hasebiyle saygıyı hak eder. İnsanlık onuru, bizatihi kutsaldır. Her insan, insanlığın taşıyıcısı olarak onuruna saygıyı hak eder. Nasıl saygı, halis bir ahlak duygusuysa, insanların eylemlerini ahlaklı yapan şey de bu eylemlerin ödeve karşı saygıdan doğmasıdır. Bu nedenle her insan, içinde ödev duygusunu hisseder; içinde onu itaatsizliğe iten eğilimler uyandığında, ödevin tunçtan sesiyle ürperir. İçimizdeki dürtüler, istek ve ihtiyaçlar tatmin olmak ister; insan da bu yolla mutlu olmayı arzular. Ancak yine içimizdeki ahlaki buyruk, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istememizi, mutluluğu erdemden ayırmamamızı emreder.

Ahlak yasası, “en yüksek iyi”yi gerçekleştirmemiz için bizi sürekli kendisine uymaya çağırır ama doğadan gelen yanlarımız olduğu sürece ahlak yasasını tam olarak hayata geçirebilenimiz çok azdır. Ancak insan hakkındaki tüm bilgilerimiz, insana en yüksek mutluluğu sağlayacak olan gerçek hedefin sürekli ahlak dairesi içinde kalmaya çalışmak olduğunu söyler.

Batı düşüncesinden insanlığa armağan edilen bu büyük düşünürün neden “Üstümüzdeki yıldızlı gök ve içimizdeki ahlak yasası” diye vurgulayıp durduğunu, niye ısrarla kanaatkârlık ve makuliyet sınırları içinde hareket etmemizi önerdiğini anlamalıyız. Bunu başardığımızda Kant’ın “Mutlu olmak için seni değerli kılacak şeyler yap”, “Arzularını tatmin etmeyi bilen kişi zekidir, ona hükmetmeyi bilen kişi ise bilgedir”, “İnsan, daha iyi bir insan olmadığı müddetçe mutlu olmayı umamaz”, “İnsan iyi olmalı ve gerisini beklemeli” sözlerindeki sır perdesini kaldırmış oluruz.

Dahası, Mevlana’nın “İyilikler de, kinler de gizli bir yoldan, gönüllerden gönüllere gider” diye söylediğini idrak edebilenler kervanına katılırız[2].

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

[1]Dikkatli okuyucu hemen fark edecektir, Kant’ın bu bakışı İslam’ın ahlak anlayışına çok yakındır. Ahlak düsturu, “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” hadisini akla getirdiği gibi insana verdiği değer de takdire şayandır. Ayrıntısı için bakınız: T. Ş. Nişancı “Bir Bütün Olarak İnsan Gerçeği Açısından ‘Kant Ahlakı’nın Pratik Değeri.

Yine aynı şekilde ve henüz akademide incelenmeden kalmış bir husus olarak Osmanlı dönemi düşünürlerinden Kınalızade Ali Efendi’nin 1564 yılında kaleme aldığı “Ahlak-ı Ala” adlı eserinin yıllar öncesinden Kant’ı öncelediğini belirtmek isteriz. Kınalızade ve ahlaka İslami bakış konusunun ayrıntısı için bakınız: E. Göka, M. Beyazyüz. “Ahlaki Meydan Okumaya Türklerin İki Cevabı: Kınalızade ve Erol Güngör”.

[2] Bu yazının hazırlanmasında Erol Göka’nın yeni kitabı “Umuda İmkân Aramak: Fikir Turu Yazıları”ndan (Kapı Yayınları) yararlanılmıştır

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x