Ölüm üzerine

Ölümü bilmek, ölümle karşılaşmak insana neler düşündürür? Klinik ölüm, beyin ölümü, biyolojik ölüm, hücre ölümü, manevi ölüm gibi kavramlar ölümü nasıl karmaşıklaştırıyor? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Ölüm kavramının tanımındaki zorluk, yalnızca onun hem ölme olayını hem de ölme sürecini ve sonucunu aynı anda kapsıyor olmasından kaynaklanmıyor. Ölümden söz ettiğimizde, bu kavramın içeriği konusunda anlaşıyor gibi yapıyoruz ama aslında hepimizin kendimize göre bir “ölüm” kavramımız var. Hepimiz öleceğimizin, ölümlülüğümüzün farkındayız. Evet, ölüm geldiğinde, ben burada olmayacağım, onu tecrübe edemeyeceğim veya o esnada yaşadıklarımı asla kimseye anlatamayacağım. Ölüme gidenler, seferlerinden dönmedikleri için (Ama şairin dediği gibi dönmeme nedenleri oradan memnuniyet midir? Bunu bilen yok) gidenlerin içinden de bana, bize tecrübesini anlatacak hiç kimse yok ne yazık ki. Biliyorum, “Ölüm, bir hayat tecrübesi değil” ama yine de hem başkalarının hem kendi ölümlülüğümün farkındayım.

Ölümün bu kavramsal niteliği, çok şaşırtıcı bir biçimde “doğum”a benziyor. Tıpkı öldüğümüzü görmediğimiz gibi, doğduğumuzu da görme, bilme yetimiz yoktur; doğumumuzu da bilmeyiz. Doğduğumuzu görenler başkalarıdır. Ölüm ve doğum benzerliğinde biraz daha ileri gidebiliriz. Dünya hayatının ardından yaşayacağımız ölüm, bizim için ikinci ölümdür, başlangıçta cenin ve plasenta hâlimiz öldü, biz doğduk diyebilir, buradan ölümün yeni bir doğum olabileceği çıkarımında bulunabiliriz.

“Yaşamın ölümden alınmış kısa vadeli bir borç,” olduğunun da bilincindeyiz. Hatta Schopenhauer’ın şairane, “Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi,” sözlerine de hepimiz imzamızı atarız.

Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda bırakacağını adımız gibi biliyoruz. Ömrümüzün sonunda ölümle karşılaşacağımızı bilmeseydik, şimdi yaşadığımızı bilmeyeceğimizi de biliyoruz. Biliyoruz, şair Edip Cansever’in söylediği gibi, sonrası hep kalacak, her yaşantı gibi her ölümün ardından da “sonrası kalır” diyeceğiz. Bilmesine biliyoruz da ne şimdi ne de öldüğümüz sırada bunları kimseye anlatamayacağımız da hepimize aşikâr.

Ölümle ilk karşılaşma: Başkasının ölümü

“Ölüm” olgusu, genel olarak iki biçimde karşımıza çıkıyor. Gelişimsel bakımdan bebekliğimizin ilk aylarında yoğun bir var kalma endişesi yaşadığımızdan bahsedilmekle birlikte, ilk fark ettiğimiz, “başkasının ölümü”dür. Başkasının ölümü, bizim karşılaştığımız ilk ölümdür. Önce “o öldü”, “şu ölmüş” gibi sözler duyarız yakınlarımızdan, ardından bizim tanıdığımız insanların başına da “ölüm”ün geldiğini görürüz. Ölenler ortadan yok olurlar, bizi terk ederler ve bir daha geri gelmezler. Yerlerini sorduğumuzda ya mezarları gösterilir veya ölenlerin yeni ikametgâhları diye tam anlamına vâkıf olamadığımız “öbür dünya”, “ahiret” gibi mekânlardan bahsedilir.

Bu nedenle başkasının ölümünün tecrübesi, en başından beri biyolojik süreçlerin ötesindedir ve birisi olarak benimle bağlantılıdır. Benim başkasının ölümüyle ilişkim, artık bana cevap veremeyen birisine karşı şimdiden duyduğum suçluluğa dönüşmüş saygıdır. Her ölümden arta kalan insan biraz suçluluk duyar. Gördüğümüz, işittiğimiz her ölümün ardından vicdanımız bizi, “Sen hâlâ yaşıyorsun!” diye suçlar ama bir yandan da seviniriz.

Kendi ölümünü düşünmek

Sonra kendi ölümümüzü düşünmeye gelir sıra. Duyduklarımızdan, gördüklerimizden, düşündüklerimizden anlarız ki biz de ölümlüler sınıfına dâhiliz; biz de fanilerdeniz. Ömrümüz sınırlıdır, zaman gelecek, şu veya bu biçimde ölüm kapımızı çalacaktır. Ama o kesin zamanı bilmek ne benim ne de bir başkasının bilgisi dâhilindedir. Herkes gibi ben de ne zaman ve nasıl öleceğimi bilemem. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Neylersin ölüm herkesin başında/ Uyudun uyanamadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?” dizeleri bu belirsizlik nedeniyle çarpar bizi.

Filozof olmaya lüzum yok ölüm hakkında söz söylemek için. Onlar gibi ifade edemesek de hepimiz biliyoruz ki insan için ölmek varlığın sonuna erişmek değil, varlığının her anında sonun yakınında olmak demek. Ölüm olabilen ama şu an için henüz gelmemiş olandır. İnsanlar ölür ama ben değil, henüz değil.

Hepimiz ölümü tarif etme konusunda zorlanıyoruz ama dilimizin gücü sayesinde Türkçe konuşanlar, ölümün bir niteliğini anlamakta çok daha şanslılar. Dilimiz Türkçede ölmekle olmak o kadar benziyor ki, ölüm ile olum arasında sadece nokta kadar fark var. Oysa Batılı düşünürler, ölümün her an olan bir şey olduğunu anlatabilmek için o kadar çok dil dökmüşler ki… Alın size Montaigne’den bir örnek: “Ölüm yaratılışınızın bir koşuludur, bir parçanızdır… Sahip olduğunuz varlığınız ölüm ve yaşam arasında eşitlikle bölünmüştür… Yaşamınızın sürekli işi ölümü inşa etmektir. Yaşamdayken ölümdesiniz… yaşıyorken ölmektesiniz.”

Haydi, biz de Heidegger’e özenip onun gibi söylemeye çalışalım: İnsan, üstlendiği “olmak zorunda olmak” formülünün “ölmek zorunda olmak” anlamına geldiği bir varlık tarzı. İnsan var oldukça ölüyor aslında. İnsan, nasıl var oldukça hep bir “henüz değil” ise, aynı zamanda hep kendi kendisinin sonudur ya da kendi kendisinin sonuna mecburdur. İnsanın kendi varlığını olma tarzıdır, ölmek. Türkçe konuşan herkes bilir, her olan aynı zamanda zamanın içinde kaybolup gidendir; ölendir. Olmuşla ölmüşe çare yoktur.

Çeşit çeşit ölüm

Kavram olarak belirsiz, göreceli ve karmakarışıktır “ölüm”. Hele son dönemde modern tıptaki gelişmelerin sonucu olarak, ölüm sürecinin âdeta minik parçalara ayrılması; bilinç kaybının, kalp ve solunum sonlanmasının, beyin ölümünün küçük ölümler olarak esas ölümün yerini alması, karışıklığı içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. “Klinik ölüm”, “beyin ölümü”, “biyolojik ölüm”, “hücre ölümü” farklı farklı durumlara karşılık gelir. Her biri ölümdür ölüm olmasına ama hepsi de diğerlerinden değişik ölümlerdir.

“Klinik ölüm” kavramı, yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasını tanımlar ama bu gerçekleştikten sonra bazı biyolojik yapıların işlevini sürdürdüğünü ima eder. “Beyin ölümü” dendiğinde, hastanın kendisinin değil, sadece beyninin öldüğü düşünülmekte, hasta bunun ardından tüm yaşam desteği önlemlerinin uygulamasına son verilmesinden sonra bu kez “sahiden” ölmekte, bu durumda insanın önce beyni, sonra kendisi öldüğü için, sonuçta iki defa ölmek gibi garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. “Beyin ölümü”nü kesin olarak saptamanın imkânsızlığı konusundaki tartışmaları bir kenara bıraksak bile, beyin ölümü gerçekleştiği söylenen bir kimsenin, beyni öldüğü hâlde organları yaşadığı ve bu nedenle ihtiyacı olan bir başkasına da operasyonla organ nakli yapılabildiği durumlar, tabloyu hepten karmakarışık yapmaktadır. Ortada paradoksik bir durum var: Bilimsel bilgimiz arttıkça, ölüm hakkındaki belirsizlik de tuhaf bir biçimde artıyor; yaşayan kimdir, ölen kim, kesin biçimde belirlenemiyor.

Biyolojik bakış açısından insan organizması, canlı hücrelerin bir bütünüdür; hücrelerse ölümlüdür. Organizmanın içinde daha doğumdan itibaren sürekli olarak protoplazmik aktiviteleri biten hücreler ölmekte, onların yerini yenileri almaktadır. Bu nedenle “biyolojik ölüm”, aniden değil yavaş yavaş ve durmaksızın süregiden bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bir bireyin tamamen ölümünden bahsettiğimizde, onun hücresel organizasyonlarının durduğunu ve ortadan kalktığını kastederiz. Ama bir yandan son nefesini veren insan bedeninde hücre ölümü sürerken, bir yandan da organizmayı oluşturan atomlar, hücre oluşturma potansiyellerini korumakta, günün birinde diğer canlıların yaşamına katkıda bulunabilmektedir. Toprağın altındaki canlı hayata, böceklerin, bitkilerin yaşamlarına can verir ölü bedenler. Klinik ölümün yani kalp ve akciğerlerin çalışmaması, nefesin ve kalp atımlarının durmasının ardından önce birkaç dakika içinde sinir ve beyin hücreleri, ardından da karaciğer, böbrek ve diğer organların hücreleri ölmektedir. Zarar görmüş ve işlevlerini yitirmiş olsalar bile organlar, kafatasının, göğüs kafesinin ve karnın içinde bulamaç hâline gelene kadar belli bir süre anatomik biçimlerini korurlar. Organizmada hiçbir canlı hücre kalmadığında ölüm süreci tamamlanmış olur. Böyle bakıldığında ölümü, “yaşamın durması değil, dış dünya ile olan ilişkinin tamamen sona ermesi, organların bir bir dağılması” diye tanımlamak mümkün hâle gelir. Ölüme böyle bakmak, yaşlılığın da pekâlâ hastalık olarak düşünülebilmesine ve yaşlı hücrelerin gençleştirilmesi çalışmalarına meşruiyet kazandırmakta, imkân tanımaktadır.

Ölüm tanımları bunlarla sınırlı da değil. Ağır ruhsal rahatsızlığı olan insanların kimseyle konuşmayacak kadar şiddetli olan içe kapanmalarına “ruhsal ölüm”; müebbet veya hücre hapsi, akıl hastanesine kapatma, emekliye ayırıp yalnızlaştırma, kimsesizler yurduna terk etme gibi durumlara “toplumsal ölüm”; Hıristiyanlıkta büyük günah işlediğine inanılan insanların durumuna “manevi ölüm” dendiği de oluyor.

Ölümün kapısı nereye açılıyor?

Bir insanın inançları, dünya görüşü, içinde yaşadığı kültür ölüme yüklediği anlamları derinden etkiliyor. Adres bırakmadan gidiş olan ölüm, varlıkların canlı görünmelerini sağlayan hareketlerin yok olmasıdır; cevap yokluğudur. Bunu biliyoruz ama ölümle birlikte nereye açılıyoruz; yokluğa mı yoksa bilinmeyene mi?

Bu soruya verdiğimiz cevap inançlarımıza göre değişiyor. Dinî inancı olanların, Tek Yaratıcı’ya inanan dinlerin mensuplarının ilk bakışta ölüm anlayışlarında bir benzerlik görünse de, bu benzerlik, kelimenin gerçek anlamıyla görünüşte.

Örneğin Musevilikte, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te hatta Eski Yunan’da ve Asya dinlerinde insanın ruh ve beden olarak iki farklı boyutu olduğu, ruh olarak insanın, bedende hiçbir zaman gerçek yuvasında olmayıp ancak ölüm sonrası asıl var olma imkânına kavuşacağı anlayışlarında bir benzerlik göze çarpıyor. Ama yakından bakıldığında, benzer görünen noktalar arasında aslında çok derin ayrılıklar bulunduğu görülüyor. İslam Peygamberi’nin “Ölmeden önce ölünüz!” buyruğuyla Zen ustalarının, “Yaşamı bıraktıktan sonra yaşa!” sözü arasındaki benzerlik, bu inançlara yakından bakıldığında, yerini hayret verici boyutlardaki farklılıklara bırakıyor.

Ölüm belirsiz; ölüm anlayışımız içinde yaşadığımız zamandan, kültürden, kişiliklerden, her şeyden etkileniyor. Ama biz insanlar, anlatamasak da, üzerinde anlaşamasak da hepimiz ölümü tanıyoruz, onu kendimiz kadar iyi biliyoruz, faniliğimizin farkındayız, bu yüzden hepimizin ölüme ve ölüm ihtimaline karşı tutum ve tepkilerimizde inanılmaz benzerlikler var. Godot’yu bekler gibi bekliyoruz onu. Belki biz ona doğru gidiyoruz, belki o bize doğru geliyor, bilmiyoruz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ölüm üzerine

Ölümü bilmek, ölümle karşılaşmak insana neler düşündürür? Klinik ölüm, beyin ölümü, biyolojik ölüm, hücre ölümü, manevi ölüm gibi kavramlar ölümü nasıl karmaşıklaştırıyor? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Ölüm kavramının tanımındaki zorluk, yalnızca onun hem ölme olayını hem de ölme sürecini ve sonucunu aynı anda kapsıyor olmasından kaynaklanmıyor. Ölümden söz ettiğimizde, bu kavramın içeriği konusunda anlaşıyor gibi yapıyoruz ama aslında hepimizin kendimize göre bir “ölüm” kavramımız var. Hepimiz öleceğimizin, ölümlülüğümüzün farkındayız. Evet, ölüm geldiğinde, ben burada olmayacağım, onu tecrübe edemeyeceğim veya o esnada yaşadıklarımı asla kimseye anlatamayacağım. Ölüme gidenler, seferlerinden dönmedikleri için (Ama şairin dediği gibi dönmeme nedenleri oradan memnuniyet midir? Bunu bilen yok) gidenlerin içinden de bana, bize tecrübesini anlatacak hiç kimse yok ne yazık ki. Biliyorum, “Ölüm, bir hayat tecrübesi değil” ama yine de hem başkalarının hem kendi ölümlülüğümün farkındayım.

Ölümün bu kavramsal niteliği, çok şaşırtıcı bir biçimde “doğum”a benziyor. Tıpkı öldüğümüzü görmediğimiz gibi, doğduğumuzu da görme, bilme yetimiz yoktur; doğumumuzu da bilmeyiz. Doğduğumuzu görenler başkalarıdır. Ölüm ve doğum benzerliğinde biraz daha ileri gidebiliriz. Dünya hayatının ardından yaşayacağımız ölüm, bizim için ikinci ölümdür, başlangıçta cenin ve plasenta hâlimiz öldü, biz doğduk diyebilir, buradan ölümün yeni bir doğum olabileceği çıkarımında bulunabiliriz.

“Yaşamın ölümden alınmış kısa vadeli bir borç,” olduğunun da bilincindeyiz. Hatta Schopenhauer’ın şairane, “Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker… Nihai zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da, olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi,” sözlerine de hepimiz imzamızı atarız.

Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda bırakacağını adımız gibi biliyoruz. Ömrümüzün sonunda ölümle karşılaşacağımızı bilmeseydik, şimdi yaşadığımızı bilmeyeceğimizi de biliyoruz. Biliyoruz, şair Edip Cansever’in söylediği gibi, sonrası hep kalacak, her yaşantı gibi her ölümün ardından da “sonrası kalır” diyeceğiz. Bilmesine biliyoruz da ne şimdi ne de öldüğümüz sırada bunları kimseye anlatamayacağımız da hepimize aşikâr.

Ölümle ilk karşılaşma: Başkasının ölümü

“Ölüm” olgusu, genel olarak iki biçimde karşımıza çıkıyor. Gelişimsel bakımdan bebekliğimizin ilk aylarında yoğun bir var kalma endişesi yaşadığımızdan bahsedilmekle birlikte, ilk fark ettiğimiz, “başkasının ölümü”dür. Başkasının ölümü, bizim karşılaştığımız ilk ölümdür. Önce “o öldü”, “şu ölmüş” gibi sözler duyarız yakınlarımızdan, ardından bizim tanıdığımız insanların başına da “ölüm”ün geldiğini görürüz. Ölenler ortadan yok olurlar, bizi terk ederler ve bir daha geri gelmezler. Yerlerini sorduğumuzda ya mezarları gösterilir veya ölenlerin yeni ikametgâhları diye tam anlamına vâkıf olamadığımız “öbür dünya”, “ahiret” gibi mekânlardan bahsedilir.

Bu nedenle başkasının ölümünün tecrübesi, en başından beri biyolojik süreçlerin ötesindedir ve birisi olarak benimle bağlantılıdır. Benim başkasının ölümüyle ilişkim, artık bana cevap veremeyen birisine karşı şimdiden duyduğum suçluluğa dönüşmüş saygıdır. Her ölümden arta kalan insan biraz suçluluk duyar. Gördüğümüz, işittiğimiz her ölümün ardından vicdanımız bizi, “Sen hâlâ yaşıyorsun!” diye suçlar ama bir yandan da seviniriz.

Kendi ölümünü düşünmek

Sonra kendi ölümümüzü düşünmeye gelir sıra. Duyduklarımızdan, gördüklerimizden, düşündüklerimizden anlarız ki biz de ölümlüler sınıfına dâhiliz; biz de fanilerdeniz. Ömrümüz sınırlıdır, zaman gelecek, şu veya bu biçimde ölüm kapımızı çalacaktır. Ama o kesin zamanı bilmek ne benim ne de bir başkasının bilgisi dâhilindedir. Herkes gibi ben de ne zaman ve nasıl öleceğimi bilemem. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Neylersin ölüm herkesin başında/ Uyudun uyanamadın olacak/ Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?” dizeleri bu belirsizlik nedeniyle çarpar bizi.

Filozof olmaya lüzum yok ölüm hakkında söz söylemek için. Onlar gibi ifade edemesek de hepimiz biliyoruz ki insan için ölmek varlığın sonuna erişmek değil, varlığının her anında sonun yakınında olmak demek. Ölüm olabilen ama şu an için henüz gelmemiş olandır. İnsanlar ölür ama ben değil, henüz değil.

Hepimiz ölümü tarif etme konusunda zorlanıyoruz ama dilimizin gücü sayesinde Türkçe konuşanlar, ölümün bir niteliğini anlamakta çok daha şanslılar. Dilimiz Türkçede ölmekle olmak o kadar benziyor ki, ölüm ile olum arasında sadece nokta kadar fark var. Oysa Batılı düşünürler, ölümün her an olan bir şey olduğunu anlatabilmek için o kadar çok dil dökmüşler ki… Alın size Montaigne’den bir örnek: “Ölüm yaratılışınızın bir koşuludur, bir parçanızdır… Sahip olduğunuz varlığınız ölüm ve yaşam arasında eşitlikle bölünmüştür… Yaşamınızın sürekli işi ölümü inşa etmektir. Yaşamdayken ölümdesiniz… yaşıyorken ölmektesiniz.”

Haydi, biz de Heidegger’e özenip onun gibi söylemeye çalışalım: İnsan, üstlendiği “olmak zorunda olmak” formülünün “ölmek zorunda olmak” anlamına geldiği bir varlık tarzı. İnsan var oldukça ölüyor aslında. İnsan, nasıl var oldukça hep bir “henüz değil” ise, aynı zamanda hep kendi kendisinin sonudur ya da kendi kendisinin sonuna mecburdur. İnsanın kendi varlığını olma tarzıdır, ölmek. Türkçe konuşan herkes bilir, her olan aynı zamanda zamanın içinde kaybolup gidendir; ölendir. Olmuşla ölmüşe çare yoktur.

Çeşit çeşit ölüm

Kavram olarak belirsiz, göreceli ve karmakarışıktır “ölüm”. Hele son dönemde modern tıptaki gelişmelerin sonucu olarak, ölüm sürecinin âdeta minik parçalara ayrılması; bilinç kaybının, kalp ve solunum sonlanmasının, beyin ölümünün küçük ölümler olarak esas ölümün yerini alması, karışıklığı içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. “Klinik ölüm”, “beyin ölümü”, “biyolojik ölüm”, “hücre ölümü” farklı farklı durumlara karşılık gelir. Her biri ölümdür ölüm olmasına ama hepsi de diğerlerinden değişik ölümlerdir.

“Klinik ölüm” kavramı, yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasını tanımlar ama bu gerçekleştikten sonra bazı biyolojik yapıların işlevini sürdürdüğünü ima eder. “Beyin ölümü” dendiğinde, hastanın kendisinin değil, sadece beyninin öldüğü düşünülmekte, hasta bunun ardından tüm yaşam desteği önlemlerinin uygulamasına son verilmesinden sonra bu kez “sahiden” ölmekte, bu durumda insanın önce beyni, sonra kendisi öldüğü için, sonuçta iki defa ölmek gibi garip bir tablo ortaya çıkmaktadır. “Beyin ölümü”nü kesin olarak saptamanın imkânsızlığı konusundaki tartışmaları bir kenara bıraksak bile, beyin ölümü gerçekleştiği söylenen bir kimsenin, beyni öldüğü hâlde organları yaşadığı ve bu nedenle ihtiyacı olan bir başkasına da operasyonla organ nakli yapılabildiği durumlar, tabloyu hepten karmakarışık yapmaktadır. Ortada paradoksik bir durum var: Bilimsel bilgimiz arttıkça, ölüm hakkındaki belirsizlik de tuhaf bir biçimde artıyor; yaşayan kimdir, ölen kim, kesin biçimde belirlenemiyor.

Biyolojik bakış açısından insan organizması, canlı hücrelerin bir bütünüdür; hücrelerse ölümlüdür. Organizmanın içinde daha doğumdan itibaren sürekli olarak protoplazmik aktiviteleri biten hücreler ölmekte, onların yerini yenileri almaktadır. Bu nedenle “biyolojik ölüm”, aniden değil yavaş yavaş ve durmaksızın süregiden bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bir bireyin tamamen ölümünden bahsettiğimizde, onun hücresel organizasyonlarının durduğunu ve ortadan kalktığını kastederiz. Ama bir yandan son nefesini veren insan bedeninde hücre ölümü sürerken, bir yandan da organizmayı oluşturan atomlar, hücre oluşturma potansiyellerini korumakta, günün birinde diğer canlıların yaşamına katkıda bulunabilmektedir. Toprağın altındaki canlı hayata, böceklerin, bitkilerin yaşamlarına can verir ölü bedenler. Klinik ölümün yani kalp ve akciğerlerin çalışmaması, nefesin ve kalp atımlarının durmasının ardından önce birkaç dakika içinde sinir ve beyin hücreleri, ardından da karaciğer, böbrek ve diğer organların hücreleri ölmektedir. Zarar görmüş ve işlevlerini yitirmiş olsalar bile organlar, kafatasının, göğüs kafesinin ve karnın içinde bulamaç hâline gelene kadar belli bir süre anatomik biçimlerini korurlar. Organizmada hiçbir canlı hücre kalmadığında ölüm süreci tamamlanmış olur. Böyle bakıldığında ölümü, “yaşamın durması değil, dış dünya ile olan ilişkinin tamamen sona ermesi, organların bir bir dağılması” diye tanımlamak mümkün hâle gelir. Ölüme böyle bakmak, yaşlılığın da pekâlâ hastalık olarak düşünülebilmesine ve yaşlı hücrelerin gençleştirilmesi çalışmalarına meşruiyet kazandırmakta, imkân tanımaktadır.

Ölüm tanımları bunlarla sınırlı da değil. Ağır ruhsal rahatsızlığı olan insanların kimseyle konuşmayacak kadar şiddetli olan içe kapanmalarına “ruhsal ölüm”; müebbet veya hücre hapsi, akıl hastanesine kapatma, emekliye ayırıp yalnızlaştırma, kimsesizler yurduna terk etme gibi durumlara “toplumsal ölüm”; Hıristiyanlıkta büyük günah işlediğine inanılan insanların durumuna “manevi ölüm” dendiği de oluyor.

Ölümün kapısı nereye açılıyor?

Bir insanın inançları, dünya görüşü, içinde yaşadığı kültür ölüme yüklediği anlamları derinden etkiliyor. Adres bırakmadan gidiş olan ölüm, varlıkların canlı görünmelerini sağlayan hareketlerin yok olmasıdır; cevap yokluğudur. Bunu biliyoruz ama ölümle birlikte nereye açılıyoruz; yokluğa mı yoksa bilinmeyene mi?

Bu soruya verdiğimiz cevap inançlarımıza göre değişiyor. Dinî inancı olanların, Tek Yaratıcı’ya inanan dinlerin mensuplarının ilk bakışta ölüm anlayışlarında bir benzerlik görünse de, bu benzerlik, kelimenin gerçek anlamıyla görünüşte.

Örneğin Musevilikte, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te hatta Eski Yunan’da ve Asya dinlerinde insanın ruh ve beden olarak iki farklı boyutu olduğu, ruh olarak insanın, bedende hiçbir zaman gerçek yuvasında olmayıp ancak ölüm sonrası asıl var olma imkânına kavuşacağı anlayışlarında bir benzerlik göze çarpıyor. Ama yakından bakıldığında, benzer görünen noktalar arasında aslında çok derin ayrılıklar bulunduğu görülüyor. İslam Peygamberi’nin “Ölmeden önce ölünüz!” buyruğuyla Zen ustalarının, “Yaşamı bıraktıktan sonra yaşa!” sözü arasındaki benzerlik, bu inançlara yakından bakıldığında, yerini hayret verici boyutlardaki farklılıklara bırakıyor.

Ölüm belirsiz; ölüm anlayışımız içinde yaşadığımız zamandan, kültürden, kişiliklerden, her şeyden etkileniyor. Ama biz insanlar, anlatamasak da, üzerinde anlaşamasak da hepimiz ölümü tanıyoruz, onu kendimiz kadar iyi biliyoruz, faniliğimizin farkındayız, bu yüzden hepimizin ölüme ve ölüm ihtimaline karşı tutum ve tepkilerimizde inanılmaz benzerlikler var. Godot’yu bekler gibi bekliyoruz onu. Belki biz ona doğru gidiyoruz, belki o bize doğru geliyor, bilmiyoruz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 9 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x