“Anı yaşamaktan, anda kalmaktan, kendin olmaktan, dilediğini özgürce yapmaktan çokça bahsediyoruz bu günlerde. Ama insanın ‘iradi’ bir varlık olduğunu, hayatı boyunca bizzat kendi iradesiyle yapmış olduğu ve yapacağı tercihler ve sonucunda üstlenmek durumunda kalacağı sorumlulukları nedense pek gündeme almıyoruz.
Maalesef günümüzde ‘irade’ ile birlikte neredeyse rafa kaldırılmaya çalışılan kavramlardan birisi de ‘sorumluluk’… Ne yazık ki böyle olmasında da çocuk yetiştirme pratiklerine ve eğitime çok güçlü yansımaları olan modern psikoloji söylemlerinin ve onların toplum tarafından algılanışının payı çok…”
Bu satırları daha önceki bir yazımızdan hatırlıyor olabilirsiniz. O yazımızda günümüzde en çok ihtiyaç duyulan kavramların irade ve sorumluluk olduğuna ancak ne yazık ki, yaşadığımız tüketim toplumunda bu iki kavrama alttan alta bir savaş açıldığını anlatmaya çalışmıştık. Özgürlük anlayışımızın da hayli sorunlu olduğundan bahisle her ne kadar günümüzde birbirlerinden tamamen koparılmaya çalışılsalar da arzu ve iradenin insan varoluşunda birlikte yer aldığına vurgu yapmıştık.
Yeni tür kadercilik
Tüketim toplumunun taleplerini yerine getirmek için sürekli olarak dilediğimizi yapmakta özgür olduğumuz, arzularımızı yerine getirdikçe mutlu olacağımız söylenip duruyor. Sorumluluklarımız ve irademiz nasıl unutturulmaya çalışılıyorsa aynı şekilde bizi kuşatan zorunluluklarımız ve belirlenmişliklerimiz görmezden geliniyor. Ama başımıza bizi sıkıntıya sokacak bir iş geldiğinde, bir sorun ve davranış problemi yaşadığımızda, bu kez hiç çaktırmadan “ama bu senin elinde değildi ki, üzme kendini” türü sözlerle desteklenen yeni tür bir kadercilik devreye sokuluveriyor.
Bu halimizi de şu sözlerle dile getirmiştik: “Özgürlük hissimiz varoluşumuzda o denli belirleyici ki, aslında dört bir yandan zorunlulukla sarılmış, kuşatılmış olduğumuzu, zorunlulukların bizi sorumlu kıldığını görmüyoruz. Zorunluluklarımız, bizim dışımızdaki şartlar öylesine belirleyici ki, göklere çıkardığımız irademizin elinde aslında çok az seçim fırsatı kalıyor. Benliğimizin içinde önemli bir yer tutan bedenimizin sağlıklı olup olmaması hakkında bile bize çoğu zaman söz düşmüyor. Hayatımız ve irademiz çoğu zaman bu zorunluluklara uyum sağlamaya çalışmanın kimi zaman da sahiden özgürce tercihte bulunma arasında geçip gidiyor. Her ne kadar günümüzde daha çok özgürlüğün nidaları duyulsa da gerçekler böyle yani gerçekliğin aleyhine bir işleyiş söz konusu…”
Komik, daha doğrusu trajik bir insana bakış bu: Hem özgür hem koşulların tutsağı, adeta kader kurbanıyız. Özgürlük ve kader konularında karmakarışık bir zihin örgüsüne sahibiz. Yaşadığımız çelişkili durumu görmezden gelerek, başımızı gündelik hayattan dışarı çıkarmadan günlerimizi tamamlıyoruz.
İnsan iradesi var mı yok mu, bir şey söyleyin!
Evet, günümüzde insanın hür iradesine yer bulabilmek giderek zorlaşıyor. Bize hem özgür olduğumuz hem de irademizin rolünün apaçık görüldüğü bir davranışımızın dahi aslında elimizde olmadan gerçekleştiği söyleniyor. “Ben yapmadıysam kim yaptı o zaman?” diye sormamız hiç istenmiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse psikolojik rahatsızlıkların ve özellikle kişilik yapısının insanın elinde olmadığını vazeden önde gelen psikopatoloji teorileri de bu tür akıl yürütmelere fazlasıyla çanak tutuyor, bu tür fikirleri âdeta besliyor. Onlara göre düşünce ve davranışlarımızın sorumlusu, insanın genetik olarak getirdiği biyolojik yapısı, çocukluk yaşantıları ve yine çocuklukta kalıp olarak zihnine yerleştirilen ve otomatik hâle getirilen düşünceler vs.dir. Bu saydıklarımızdan “hangisi olursa olsun ama insanın kendisi olmasın sakın” diye adeta inanılmaz bir gayretkeşlik sergileniyor.
Sakın yanlış anlaşılmasın, elbette özellikle psikolojik rahatsızlıkları açıklamaya çalışan teorilerin yaslandıkları bir gerçeklik zemini var. Psikolojik rahatsızlıklar sırasında insanın bilincinin ve davranışlarının etkilendiği, başına gelenlerde insanın kendi payının çoğu zaman sınırlı olduğu yani pek elinde olmadan bunları yaptığı doğru. Eğer yapılan bilimsel çalışmalarda, elde olmayan bu hâllerin önüne geçilmesi için bir ilaç, bir tedavi tekniği, bir deva varsa mutlaka söz dinlenmeli, önerilen tedavilerden yararlanma yoluna gidilmelidir. Ama mesela kumar davranışı gibi, cinsel tutum gibi, ders çalışmak gibi açık bilinçle, düşünüp taşınıp karar verilen hâllerde dahi sorumluluğu tümüyle insan iradesinden kaldırıp atmak olacak iş değildir. İnsanın sorumluluklarını ortadan kaldıran, iradesiyle çaba göstermesinin önüne geçen tüm bu yaklaşımların kimseye bir hayrı yoktur.
Rahatsızlıklar karşısında çoğu zaman zayıf olsak, yapabileceklerimiz hayli sınırlı kalsa bile insan olarak bize düşen, elimizden gelen çabayı göstermeye, bize şu veya bu biçimde musallat olmuş bu rahatsızlığı alt etmeye, bir başka deyişle kaderimize müdahale etmeye çalışmak olmalıdır.
Bu sürdürdüğümüz tartışmanın elbette teolojik boyutları var. Uçları Cebriyye, Kaderiyye mezhepleri arasında gidip gelen, İslam tarihi boyunca süren tartışmayı, kader mevzunda alınması gereken doğru tavrın ne olması gerektiği hakkındaki fikirleri bilirsiniz. Biz alan olarak bunlarla ilgili değiliz ama kendimizi tamamen onların dışına da atamıyoruz. Şans, kader, kısmet konusunda mutlaka bir görüş beyan etmek zorundayız.
Kendi adıma başına gelenlerde insanın iradesi ve sorumluluğu konusunda, (ayrıntısını Kapı Yayınları tarafından basılan Hayat Oyunu: Şans, Kader, Kumar adlı kitabımda ele aldığım) psikolojide varoluşçu dinamik yaklaşımın önderlerinden olan Rollo May’in Özgürlük ve Kader kitabındaki yaklaşımına benzer bir kavrayışa sahibim. Anlatmaya çalışayım:
Kadere psikolojiden bakmaya çalışmak
Rollo May’e göre kader, ‘durağan’ ve ‘verilmiş’ değil, ‘sürekli devinen’ ve bizim bakış açımıza, aldığımız kararlara göre, bizim ‘almayı’ seçtiğimiz, yaratıcı eylemlerimize yol açan, bizi biz yapacak olan ve bize, hayat boyunca sunulmuş bir fırsattır. Onu sabit bir gerçek ve bazen şans, bazen ise talihsizlik olarak görmek tamamen peşin hüküm bir karardır ve sadece biraz rahatlamaya yarar. Büyük şans gibi görünen koşulların kimi insanların hayatında hiçbir şey ifade edemediğini görüyoruz ama tarih bize talihsizliklerden güzellikler doğabileceğini göstermeye devam edecektir.
İçinde yaşadığımız Müslüman kültürün yaklaşımıyla hayli benzerlikler gösteren Rollo May’in kadere bu bakışı, insan özgürlüğü fikriyle doğrudan bağlantılı, onunla iç içe.
“Özgürlüğün doğası nedir? Özgürlüğün esası şudur ki, onun doğası belirli değildir. İşlevi doğasını değiştirmek, herhangi bir anda olduğundan başka bir şey olmaktır. Özgürlük, gelişme olanağı, kişinin kendini arttırma, kişinin gelişimini yadsıma ve ket vurma olanağıdır… Özgürlük aynı zamanda bütün değerlerin anası olarak da emsalsizdir… Diğer değerler, değerlerini özgür olmaktan alırlar, hepsi özgürlüğe bağımlıdırlar.” (s.16)
Rollo May, özgürlüğün ihtimal ve imkân ile ilişkisi konusunda da şunları söylüyor:
“Kişisel özgürlük, insanın zihninde o anda nasıl hareket edilmesi gerektiği açık olmasa da çeşitli olasılıkların barınabilmesi olanağını sağlar. Olasılıklar işe başlayabilmek için hazır bulunmalıdır, yoksa kişinin yaşantısı banalleşir. Anksiyetenin er ya da geç özgürlük bilincini bloke ettiği ve kendisini bir deli gömleği içinde hissetmesine neden olduğu nörotiğin aksine, psikolojik bakımdan sağlıklı olan kimse bu durumlarda anksiyeteyi karşılamaya ve onu yönetmeye muktedirdir. Özgürlük daima mümkün olanla ilgilidir, bu da özgürlüğe esnekliğini, çekiciliğini ve tehlikelerini verir.” (s. 23)
Özgürlüğe böylesine önem veren bir düşünürün aynı zamanda kadere de inandığı ve önem verdiğini görünce şaşırırsınız. Ve elbette onun, kader konusunda genel geçer olandan bambaşka bir fikri olacağını tahmin edersiniz:
“Paradoks şudur ki, özgürlük canlılığını kadere, kader de önemini özgürlüğe borçludur. Yetilerimiz, becerilerimiz, ölümle, hastalıkla ya da üzerlerinde denetimlerimiz bulunmayan sayısız diğer olguyla herhangi bir anda geri alınabilir. Özgürlük yaşamımız için bu kadar esastır ama aynı zamanda bu kadar da güvenilmezdir.” (s. 32)
“Ve kader, ölümde olduğu gibi, bizim için özgürlüğümüzü tekrar tekrar tehdit ettiği için önemlidir; Azrail seçtiğimiz her yolun öte ucunda durmaktadır. Fakat özgürlüğümüz herhangi bir anda ne kadar kısıtlı olursa olsun, yeni olanaklar düşlerimizde, ilhamlarımızda, umutlarımızda ve eylemlerimizde bize göz kırpmaktadır ve olasılık bizi kaderimizi tanımaya, karşılamaya, yüzleşmeye, ona uymaya ya da ona karşı isyan etmeye doğru itelemektedir.” (S.94)
Sonuçta asla kör kaderciliğe (fatalizm) düşmeyen, insanın iradesine ve özgür kararlarına önem veren, sürekli bunu vurgulayan ama aynı insanın belli noktalarda belirlenmişliklerle kuşatıldığını da teslim eden bir düşünce örgüsü çıkar karşımıza…
“Kader ve özgürlük bir paradoks, bir diyalektik ilişki oluştururlar. Onların geceyle gündüz, yazla kış, Tanrı’yla şeytan gibi birbirini gereksinen zıtlar olduğunu anlatmak istiyorum. Kaderin güçleriyle karşılaşmaktan bizim olanaklarımız ve fırsatlarımız meydana gelir. Kadere bağlanmakla ışığın gelmesiyle, gündüzün geceyi yenmesi gibi, özgürlüğümüz doğar… Özgürlük hiçbir zaman kaderin olmaması değildir. Karşılaşılacak kader olmasa, ölüm, hastalık, bitkinlik olmasa, herhangi bir sınırlama olmasa ve bu sınırlamalara karşı yetiler olmasa, biz hiçbir zaman herhangi bir özgürlük geliştiremezdik. Özgürlük ile kader birbirlerine zıt olsalar da birbirlerine bağlıdırlar. Kader değiştiğinde özgürlük değişir ve bunun tersi de doğrudur. Kader tezdir, bu onun anti-tezi olan özgürlüğe yol açar ve bu da senteze götürür. Her biri yalnız öbürünü olanaklı kılmaz, her biri öbür kutuptaki etkinliği harekete geçirir, öbürüne güç ve enerji verir. Böylelikle kaderin özgürlükten ve özgürlüğün de kaderden doğduğunu söyleyebiliriz.” (s.131)
Sonuç olarak bugün işinin ehli her psikoterapistin sindirerek öğrendiği ve kendisine başvuran kişiye göstermeye çalıştığı şu gerçek ortaya çıkar:
“Geçmiş değiştirilemez sadece onaylanabilir ve ondan öğrenilebilir.” İşte kadere inanmak, kaderini kabullenmek budur ve asla özgürlükle, insanın özgür iradesiyle hayatını değiştirmek, rahatsızlıklarını aşmak için giriştiği mücadele ile çelişmez. Zira “Eflatun’un mağara efsanesinde olduğu gibi, duvarlara vuran gölgeler gerçekler tarafından bir dereceye kadar yenilenirler. Ama eğer biz onların gölge olduğunu bilirsek dogmatizmin prangalarından kurtuluruz. Ve bir mağarada yaşadığımızı bilmek de, yeni özgürlük için düşlemememizin serbest kalmasına dönüşebilir. Kaderle bu yüzleşme, bizi olasılıklar ülkesinde bir değişim yaşamak üzere serbest bırakır.” (s. 263)
Kader konusunda özetin özeti
Mesleğimizdeki büyük ustalardan biri olan Rollo May’in bunca desteğinden sonra kader konusunda son olarak şunları söyleyebilirim:
İnsanın kaderi konusunda, biz dünyaya gelmeden önce Levhi Mahfuz’da kayıtlı olduğuna inanılan sabit kaderimiz ile dünya hayatında kendi özgür irademizle yapmış olduğumuz tercihlerimiz, seçimlerimiz doğrultusunda oluşumuna katkıda bulunduğumuz kaderimizin ayrı ayrı ele alınması gerektiğini söyleyenlere benzer bir fikrim var.
Hangi kültüre, hangi dile, hangi aileye doğacağımız, nasıl bir biyolojik yapıya, boy ve posa sahip olacağımız, parmak izimiz sabit kaderimizdir ve değişmez. Ancak hayatın akışı sırasında, cüzi irademizin elverdiği ölçülerde yaşantılarımızın şekillenmesine katkıda bulunabiliriz ve bu fillerimizden tamamen sorumluyuz diye düşünürüm.
Sabit kaderimizi değiştirmek için elimizden gelen neredeyse hiçbir şey yok. (“Neredeyse” diyorum zira son dönem biyoteknoloji ve genetik alanındaki bazı gelişmeleri tartışarak vakit geçirmek istemiyorum.) Ancak insan var olan potansiyeli ve elindeki imkânlarla hayatına nasıl bir yön verebileceği konusunda özgür iradesiyle seçimler yapabilir, tercihlerde bulunabilir.
Böyle bakıldığında psikolojik açıdan insanın kendi hayatına ilişkin kader inancını ikiye ayırmak bir kolaylık sağlayabilir. Birincisi, başta biyolojik ve psikolojik varoluşumuz olmak üzere ana rahmine düştüğümüz andan itibaren ‘başımıza gelenler’ – ki bu konuda kabullenmek, teslimiyet ve tevekkül en uygun tutumdur. İkincisi, manevi güçlerimizi de harekete geçirmek suretiyle olayların akışına kendi isteğimiz doğrultusunda bulunacağımız müdahalelerin de katkı yapabileceği ileride ‘başımıza gelecekler’ -ki bu konuda en uygun tutum, umutla mücadele etmektir… Elbette her an başımıza gelenlerle birlikte önceleri ikinci türden kaderimiz olan yani gelecekte olacaklar bahsindeki kaderimizin aslında her an olmakta olduğunu da göz önüne alırsak bu ikisi arasında kopmaz bir diyalektik bağlantı bulunduğunu da göz önünde tutmalıyız.
Böyle bir bakış hem kabullenmemizi hem de gelecek için umutla gayret etmeyi aynı anda mümkün kılacağı için psikolojik açıdan en sağlıklısıdır diye düşünüyorum.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 18 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.