Kanatlarımı hatırlayınca, uçmak için gelen öğrencilerimi karşılıyorum artık sınıfımda

“Ancak ve ancak kanatlarını takıp uçuşu hatırlayan bir öğretmen öğrencilerini hayallerine uçurabilir. Bu, öğretmenliğimde dönüm noktası olan farkındalıklardan biriydi.” Sümeyra Şenligil hayatındaki ikinci doğumunu ve öğretmenliğini yazdı.

“Merhaba. Benim adım Sümeyra. Hikâyeler anlatırım beni dinleyen tüm canlara, “diyerek gözümün ve dâhi kalbimin değdiklerini selamlarım.

Merhaba derim öncelikle. Çünkü benden sana zarar gelmez anlamında kullanılırmış eski vakitlerde. Şimdi de merhaba diyerek hikâyemi anlatmak isterim sizlere. O hâlde hatırladığım yerden başlayayım.

Yıllarca kendimi sesli bir şekilde Sümeyra diye tanıtırken, sessizce Aryemüs derdim içimden. İsmimi tersten söyleyerek farklı bir dünyanın içine gizlenirdim. Orada hayallerim çoktu. Antik bir kentin tanrıçası gibiydim. Kendimi bir gün opera sanatçısı, bir gün ressam, bir gün rehber, bir gün anlatıcı ilân ederdim. Ne yaparsam mutlaka bir dinleyicim de olurmuş o hayallerimde, bunu sonradan fark ettim. Demek ki anlatmak benim için biçilmiş bir kaftan imiş.

Kaftan deyip geçmeyin. O süslü, kıymetli kumaştan yapılmış elbiseyi taşımak için zamanla anladım ki içini doldurmak gerekliymiş. Ben de yıllar önce meslek olarak seçtiğim öğretmenliği artık bir elbise gibi giyiyorum üstüme. Kaftan gibi süslü, renkli ve kıymetli kumaştan yapılan bu elbisenin rengi de süsü de kıymeti de çocukluğumdan ve çocuklardan geliyor. Hem de öyle naif, öyle lezzetli, öyle derinden… Öyleyse bu meslek elbiseye nasıl dönüştü anlatalım inceden.

Sivas’tan Ağrı’ya

Millî mücadele döneminde önemli yer tutan, Atatürk’ü ağırlayarak bir kongreye ev sahipliği yapan, bağrından Âşık Veysel’i çıkaran memleketin çocuğuyum.

Sivas’ta, şaşıracaksınız belki ama iki kere doğdum. İlki, annemin karnından, ikincisi kendi canımdan. İkinci doğum olarak adlandırdığım vakit ortalama altı sene öncesiydi.

O tarihlerde 19 yıllık bir öğretmenlik geçmişim vardı. Hayatımızın baharı denen 20’li yaşlarda öğretmenliğe ilk adımımı Ağrı’da atmıştım. Umut doluydu yüreğim. İlk ders ellerime değen ellerin, gözlerime değen gözlerin ve sevgiyle bakan yüreklerin meftunu olmuştum adeta. Meftun olduklarım yalnız onlar değildi. Ağrı Dağı kadar ulu ve heybetli olmasa da köyümün yolunda bana eşlik ederken sessizce sırt veren Kösedağ ve o güne kadar yüreğime almadığımın pişmanlığını yaşadığım türküler hayatımda her daim hatırladıklarımdır. Ağrı, daha önce yaşamadıklarımın, yani ilklerin evidir. Köpek ulumalarıyla kesilen gecenin kadife siyahı karanlığının yüreğime taşındığı yerdir. Sobanın isinde, kömürün karasında, farelerin tıkırtısında geçen ilklerin evidir. Bir radyom bir de mavi duvarlar vardı yalnızlığıma arkadaş olan o mekânda ve zamanda. İşte emekle, sabırla yürüdüğüm o yolda hep çocuklar şahitti bana.

Zaman içinde yıllar akıp giderken, atandığım şehirler ve okullar değişirken, saçlarıma kırlar düştü. Değişen yalnızca saçlarımdaki kırlar değildi. Düşünce şeklim, okulu hissedişim de değişiyordu.  Çocukların öylesine derya deniz ufukları vardı ki…

Çocukların ufukları bana liman

O ufuk bana liman olurdu. O limana demir atardım çocuklarımla ve başlardı macera. Sonra baktım ki büyüdükçe çocukların bu hâllerinden eser kalmıyor. Yaratıcılıklarını, hayallerini, belki de onları kendileri yapan özlerini kaybediyorlardı. Öğretmene hediye olan çocuklara bizler okulda ne yapıyorduk acaba? İşte bu anlarda ben de kaybolmuştum derin bir çukurda. Dedim ya, ortalama altı yedi yıl öncesiydi. İç huzurum kaybolmuş ve yüzüme sahte bir gülümseme konmuştu. İçimde büyüttüğüm çocuk susmuştu.

O günlerde, bugün taktığım kanatlarımı hediye eden bir eğitim ile karşılaştım. Masal ve hikâye anlatıcılığı.

Tahmin edin bakalım bu eğitim nerede düzenlenmişti?

Sivas’ta.

İki oğlumla birlikte Ankara’dan hayatımın ikinci doğumunu yapacağım şehre varmak üzere otobüse atladım. İlk gün eğitime beni babam uğurladı. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Yine çocuk olmuştum. İçimde o an bir sızı duydum. Eğitime gitmek için yola koyuldum. Gün içindeki bir ders bir soru beni yeniden sızlattı. Önce bir bölümü başkalarının parmaklarına dolanan yumağı kucağımda buldum.  Ardından soruyu duydum: “Sen kimsin öğretmenim?”

Sen kimsin öğretmenim?

Ne denirdi bu soru karşısında? Sahi ben kimdim? Öğretmen, anne, evlat, eş, kardeş… Hep bir başka özne üzerinden tanımlanan rollerimdi bunlar. Onlar yoksa ben de yoktum. Ben nerde kaybolmuştum? Nitekim önce diyemedim bir şey. Sadece çokça ağladığımı bir de ağzımdan çıkan sözleri hatırlıyorum. Anladım ki ağlayan ben değil sesini duymayı unuttuğum iç çocuğumdu. O anlar şahidim olmuş ve ben kendi kendime bir söz vermiştim. İçimdeki çocuğu duymak için ne gerekirse yapacaktım. Çünkü kendi iç çocuğunu duyamayan bir öğretmen başka çocukları yürekten duyabilir miydi?  Oysa susan o ses hayal kuruyor, yaratıcılık kokuyor, neşe damıtıyordu. İşte o gün acı veren ikinci doğum olmuştu.

Yaşananlar üzerine hikâye anlatıcılığı eğitimlerimi derinleştirdim. Hikâyeler öğrendikçe çocukluğumun silinen izlerini zihnim geri getirdi. Her öğrendiğim hikâyede kendimden izler buldum. İlmik ilmik topladığım izleri adeta örümceğin ağını örmesi gibi dokudum. Bununla birlikte o günlerde sürekli önüme düşen, bana göz kırpan, almadan yürümeye devam edemediğim tüylerin sırrına önceleri vâkıf olamadım. Lakin topladım. Kitabımın üzerine düşen tüyü, ormanda bulduğum büyük siyah tüyü, ağaçtan yürürken başımın üzerine düşen tüyü ve nice tüyleri… Tek hissettiğimse, her topladığım tüy ile renklendiğimdi.

Tüylerin sırrı

Bir gün okuduğum bir hikâye yıllarca üşenmeden topladığım tüylerin sırrını getirdi. Bu hikâye Afrika halk meseli olarak anlatılıyordu ve orda renkli kanatlarıyla göz kamaştıran bir kuş vardı.

Bu kuşun rengarenk tüylerine her bakan hayran kalır. İşte bu kuş bir gün kendine yuva yapmaya karar verir. “Çok özel, çok farklı bir yuva yapmalıyım” der ve yuvasını yapmak için kendi renkli tüylerini yolmaya başlar. Yuvası harika olan kuş ise kanatsız, uçamaz bir hâlde yuvada öylece kalır.

Çok derinden etkilendiğim bu hikâyeyi okurken kürek kemiklerimin ve kollarımın sızladığını hatırlıyorum. Kanatsız kalan, tüyleri yolunan kuş kimdi?

O yuvada resmen kendimi gördüm. Demek ki topladığım o tüyler benim yolunan kanatlarımdandı. Zaman içinde okullar, belki de eğitim sistemindeki yanlışlar, sorgulamadan kabul ettiklerimiz, doğru bildiğimizi düşündüğümüz aile tutumları, toplumsal birçok norm kanatlarımıza zeval getiriyordu. Tüm bunlar karşısında zorlanansa kanatsız bırakılan çocuklar oluyordu. Artık doğuştan sahip olduğum kanatlarımı hatırlamıştım. Eylem vaktiydi. Çünkü ancak ve ancak kanatlarını takıp uçuşu hatırlayan bir öğretmen öğrencilerini hayallerine uçurabilirdi. Bu öğretmenliğimde dönüm noktası olan farkındalıklardan biriydi.

Bu farkındalığı bilgi ve hikâyelerle besledim. Aldığım yaşam koçluğu eğitimleri, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabındaki hikâyelerin atölyeleri, anlattığım masallar dimağım yanında kalbimi de doyurdu. Yeni deneyim alanları açılmış ve açılmaya da devam ediyordu. İçerik üretmek, dergilerde yazmak, masal anlatıları yapmak beni inanılmaz renklendiriyordu.

Kaftanın içini doldurmak

Tüm bu renkler sınıf ortamıma ve eğitim öğretime bakışıma yansıdı. Çocuklarımla harika projelere imza attık. Bir Masal Neler Saklar adıyla çocuk haklarını işlediğim projemiz 11.000 projeden ilk 200 içine girdi. Bitirdiğimiz Tübitak 1001 kodlu projeyle Türkçe öğretimi üzerine veriler toplayıp oluşacak yenilikler için çocuklarımla fikir paydaşı olduk. Yine çocuklarımın hayalleriyle okul nasıl olmalı konusunu düşünüp yeni bir sınıf tasarladık. İçinde salıncakta salınırken duygularınızla arkadaş olabileceğiniz, gerektiğinde yalnızlığınıza çekileceğiniz, merakınızı gıdıklayan sorularla yol alabildiğiniz, dil gelişimini destekleyen, kitap okuma alışkanlığını tetikleyen birçok köşeye sahip iş birlikçi, yaratıcı ve sokratik düşünme tekniklerini uyguladığımız sınıfımızı tasarladık.

Çocuklarımın “İyi ki böyle bir sınıf yaptık öğretmenim,” dedikleri projemiz ile 20.Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’nda yer aldık. Şimdiyse burada Fikir Turu’ndayım. Sanırım kaftanın içi ben, ben oldukça ve kanatlarımın renkli tüylerini topladıkça doluyor. Böylece öğretmenlik elbisem oluyor.

O vakit yürüdüğüm bu yolda hikâyemin parçalarını tamamlayan herkese en çok da öğrencilerim değil canım olan çocuklarıma yürekten teşekkürler. Tabii kendimi de unutmamalıyım öyle değil mi? Şarkının sözleri bakın ne güzel.

Kendime teşekkür ederim. Ben, ben olduğum için.

Kendime teşekkür ederim. Bana inandığı için.

Kendime teşekkür ederim. Hayaller kurduğu için.

Kendime teşekkür ederim. Hep elimden tuttuğu için.

Ben 25 yıllık bir öğretmenim. Artık kanatlarım var ve çocuklarıma uçuşu öğretebilirim…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Kasım 2025’te yayımlanmıştır.

Sümeyra Şenligil
Sümeyra Şenligil
Sümeyra Şenligil – Sınıf öğretmeni ve hikâye anlatıcısı. Her gün sınıfta öğrencilerini değil canlarını selamlıyor. Öğretmenliği sürecinde amacı belki de bulmak olmayan bir arayış içindeydi. Birçok farklı alanlarda hem öğretmenliğini hem de kendini besleyecek eğitimler aldı. Yaşam koçluğu ve hikâye anlatıcılığı eğitimleri kırılma yaşadıklarındandı. Dergilerde yazılar yazdı ve birçok projede içerik üreticiliği yaptı. Dışavurum sanat çalışmaları, felsefe, meditasyon, mantralar ilgi alanları. Kitaplar, doğa ve çocuklar onun yaşam kaynakları. Halen aktif olarak öğretmenliğe devam ediyor ve bulduğu her ortamda hikâyeler anlatıyor. Yenilikçi ve alternatif eğitim yaklaşımlarını oldukça önemsiyor ve öğrenme ortamı tasarımları deniyor. Bugüne kadar öğrencileriyle birçok başarılı projeye imza attılar ve atmaya da devam edeceklerine inanıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kanatlarımı hatırlayınca, uçmak için gelen öğrencilerimi karşılıyorum artık sınıfımda

“Ancak ve ancak kanatlarını takıp uçuşu hatırlayan bir öğretmen öğrencilerini hayallerine uçurabilir. Bu, öğretmenliğimde dönüm noktası olan farkındalıklardan biriydi.” Sümeyra Şenligil hayatındaki ikinci doğumunu ve öğretmenliğini yazdı.

“Merhaba. Benim adım Sümeyra. Hikâyeler anlatırım beni dinleyen tüm canlara, “diyerek gözümün ve dâhi kalbimin değdiklerini selamlarım.

Merhaba derim öncelikle. Çünkü benden sana zarar gelmez anlamında kullanılırmış eski vakitlerde. Şimdi de merhaba diyerek hikâyemi anlatmak isterim sizlere. O hâlde hatırladığım yerden başlayayım.

Yıllarca kendimi sesli bir şekilde Sümeyra diye tanıtırken, sessizce Aryemüs derdim içimden. İsmimi tersten söyleyerek farklı bir dünyanın içine gizlenirdim. Orada hayallerim çoktu. Antik bir kentin tanrıçası gibiydim. Kendimi bir gün opera sanatçısı, bir gün ressam, bir gün rehber, bir gün anlatıcı ilân ederdim. Ne yaparsam mutlaka bir dinleyicim de olurmuş o hayallerimde, bunu sonradan fark ettim. Demek ki anlatmak benim için biçilmiş bir kaftan imiş.

Kaftan deyip geçmeyin. O süslü, kıymetli kumaştan yapılmış elbiseyi taşımak için zamanla anladım ki içini doldurmak gerekliymiş. Ben de yıllar önce meslek olarak seçtiğim öğretmenliği artık bir elbise gibi giyiyorum üstüme. Kaftan gibi süslü, renkli ve kıymetli kumaştan yapılan bu elbisenin rengi de süsü de kıymeti de çocukluğumdan ve çocuklardan geliyor. Hem de öyle naif, öyle lezzetli, öyle derinden… Öyleyse bu meslek elbiseye nasıl dönüştü anlatalım inceden.

Sivas’tan Ağrı’ya

Millî mücadele döneminde önemli yer tutan, Atatürk’ü ağırlayarak bir kongreye ev sahipliği yapan, bağrından Âşık Veysel’i çıkaran memleketin çocuğuyum.

Sivas’ta, şaşıracaksınız belki ama iki kere doğdum. İlki, annemin karnından, ikincisi kendi canımdan. İkinci doğum olarak adlandırdığım vakit ortalama altı sene öncesiydi.

O tarihlerde 19 yıllık bir öğretmenlik geçmişim vardı. Hayatımızın baharı denen 20’li yaşlarda öğretmenliğe ilk adımımı Ağrı’da atmıştım. Umut doluydu yüreğim. İlk ders ellerime değen ellerin, gözlerime değen gözlerin ve sevgiyle bakan yüreklerin meftunu olmuştum adeta. Meftun olduklarım yalnız onlar değildi. Ağrı Dağı kadar ulu ve heybetli olmasa da köyümün yolunda bana eşlik ederken sessizce sırt veren Kösedağ ve o güne kadar yüreğime almadığımın pişmanlığını yaşadığım türküler hayatımda her daim hatırladıklarımdır. Ağrı, daha önce yaşamadıklarımın, yani ilklerin evidir. Köpek ulumalarıyla kesilen gecenin kadife siyahı karanlığının yüreğime taşındığı yerdir. Sobanın isinde, kömürün karasında, farelerin tıkırtısında geçen ilklerin evidir. Bir radyom bir de mavi duvarlar vardı yalnızlığıma arkadaş olan o mekânda ve zamanda. İşte emekle, sabırla yürüdüğüm o yolda hep çocuklar şahitti bana.

Zaman içinde yıllar akıp giderken, atandığım şehirler ve okullar değişirken, saçlarıma kırlar düştü. Değişen yalnızca saçlarımdaki kırlar değildi. Düşünce şeklim, okulu hissedişim de değişiyordu.  Çocukların öylesine derya deniz ufukları vardı ki…

Çocukların ufukları bana liman

O ufuk bana liman olurdu. O limana demir atardım çocuklarımla ve başlardı macera. Sonra baktım ki büyüdükçe çocukların bu hâllerinden eser kalmıyor. Yaratıcılıklarını, hayallerini, belki de onları kendileri yapan özlerini kaybediyorlardı. Öğretmene hediye olan çocuklara bizler okulda ne yapıyorduk acaba? İşte bu anlarda ben de kaybolmuştum derin bir çukurda. Dedim ya, ortalama altı yedi yıl öncesiydi. İç huzurum kaybolmuş ve yüzüme sahte bir gülümseme konmuştu. İçimde büyüttüğüm çocuk susmuştu.

O günlerde, bugün taktığım kanatlarımı hediye eden bir eğitim ile karşılaştım. Masal ve hikâye anlatıcılığı.

Tahmin edin bakalım bu eğitim nerede düzenlenmişti?

Sivas’ta.

İki oğlumla birlikte Ankara’dan hayatımın ikinci doğumunu yapacağım şehre varmak üzere otobüse atladım. İlk gün eğitime beni babam uğurladı. Tıpkı eski günlerdeki gibi. Yine çocuk olmuştum. İçimde o an bir sızı duydum. Eğitime gitmek için yola koyuldum. Gün içindeki bir ders bir soru beni yeniden sızlattı. Önce bir bölümü başkalarının parmaklarına dolanan yumağı kucağımda buldum.  Ardından soruyu duydum: “Sen kimsin öğretmenim?”

Sen kimsin öğretmenim?

Ne denirdi bu soru karşısında? Sahi ben kimdim? Öğretmen, anne, evlat, eş, kardeş… Hep bir başka özne üzerinden tanımlanan rollerimdi bunlar. Onlar yoksa ben de yoktum. Ben nerde kaybolmuştum? Nitekim önce diyemedim bir şey. Sadece çokça ağladığımı bir de ağzımdan çıkan sözleri hatırlıyorum. Anladım ki ağlayan ben değil sesini duymayı unuttuğum iç çocuğumdu. O anlar şahidim olmuş ve ben kendi kendime bir söz vermiştim. İçimdeki çocuğu duymak için ne gerekirse yapacaktım. Çünkü kendi iç çocuğunu duyamayan bir öğretmen başka çocukları yürekten duyabilir miydi?  Oysa susan o ses hayal kuruyor, yaratıcılık kokuyor, neşe damıtıyordu. İşte o gün acı veren ikinci doğum olmuştu.

Yaşananlar üzerine hikâye anlatıcılığı eğitimlerimi derinleştirdim. Hikâyeler öğrendikçe çocukluğumun silinen izlerini zihnim geri getirdi. Her öğrendiğim hikâyede kendimden izler buldum. İlmik ilmik topladığım izleri adeta örümceğin ağını örmesi gibi dokudum. Bununla birlikte o günlerde sürekli önüme düşen, bana göz kırpan, almadan yürümeye devam edemediğim tüylerin sırrına önceleri vâkıf olamadım. Lakin topladım. Kitabımın üzerine düşen tüyü, ormanda bulduğum büyük siyah tüyü, ağaçtan yürürken başımın üzerine düşen tüyü ve nice tüyleri… Tek hissettiğimse, her topladığım tüy ile renklendiğimdi.

Tüylerin sırrı

Bir gün okuduğum bir hikâye yıllarca üşenmeden topladığım tüylerin sırrını getirdi. Bu hikâye Afrika halk meseli olarak anlatılıyordu ve orda renkli kanatlarıyla göz kamaştıran bir kuş vardı.

Bu kuşun rengarenk tüylerine her bakan hayran kalır. İşte bu kuş bir gün kendine yuva yapmaya karar verir. “Çok özel, çok farklı bir yuva yapmalıyım” der ve yuvasını yapmak için kendi renkli tüylerini yolmaya başlar. Yuvası harika olan kuş ise kanatsız, uçamaz bir hâlde yuvada öylece kalır.

Çok derinden etkilendiğim bu hikâyeyi okurken kürek kemiklerimin ve kollarımın sızladığını hatırlıyorum. Kanatsız kalan, tüyleri yolunan kuş kimdi?

O yuvada resmen kendimi gördüm. Demek ki topladığım o tüyler benim yolunan kanatlarımdandı. Zaman içinde okullar, belki de eğitim sistemindeki yanlışlar, sorgulamadan kabul ettiklerimiz, doğru bildiğimizi düşündüğümüz aile tutumları, toplumsal birçok norm kanatlarımıza zeval getiriyordu. Tüm bunlar karşısında zorlanansa kanatsız bırakılan çocuklar oluyordu. Artık doğuştan sahip olduğum kanatlarımı hatırlamıştım. Eylem vaktiydi. Çünkü ancak ve ancak kanatlarını takıp uçuşu hatırlayan bir öğretmen öğrencilerini hayallerine uçurabilirdi. Bu öğretmenliğimde dönüm noktası olan farkındalıklardan biriydi.

Bu farkındalığı bilgi ve hikâyelerle besledim. Aldığım yaşam koçluğu eğitimleri, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabındaki hikâyelerin atölyeleri, anlattığım masallar dimağım yanında kalbimi de doyurdu. Yeni deneyim alanları açılmış ve açılmaya da devam ediyordu. İçerik üretmek, dergilerde yazmak, masal anlatıları yapmak beni inanılmaz renklendiriyordu.

Kaftanın içini doldurmak

Tüm bu renkler sınıf ortamıma ve eğitim öğretime bakışıma yansıdı. Çocuklarımla harika projelere imza attık. Bir Masal Neler Saklar adıyla çocuk haklarını işlediğim projemiz 11.000 projeden ilk 200 içine girdi. Bitirdiğimiz Tübitak 1001 kodlu projeyle Türkçe öğretimi üzerine veriler toplayıp oluşacak yenilikler için çocuklarımla fikir paydaşı olduk. Yine çocuklarımın hayalleriyle okul nasıl olmalı konusunu düşünüp yeni bir sınıf tasarladık. İçinde salıncakta salınırken duygularınızla arkadaş olabileceğiniz, gerektiğinde yalnızlığınıza çekileceğiniz, merakınızı gıdıklayan sorularla yol alabildiğiniz, dil gelişimini destekleyen, kitap okuma alışkanlığını tetikleyen birçok köşeye sahip iş birlikçi, yaratıcı ve sokratik düşünme tekniklerini uyguladığımız sınıfımızı tasarladık.

Çocuklarımın “İyi ki böyle bir sınıf yaptık öğretmenim,” dedikleri projemiz ile 20.Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’nda yer aldık. Şimdiyse burada Fikir Turu’ndayım. Sanırım kaftanın içi ben, ben oldukça ve kanatlarımın renkli tüylerini topladıkça doluyor. Böylece öğretmenlik elbisem oluyor.

O vakit yürüdüğüm bu yolda hikâyemin parçalarını tamamlayan herkese en çok da öğrencilerim değil canım olan çocuklarıma yürekten teşekkürler. Tabii kendimi de unutmamalıyım öyle değil mi? Şarkının sözleri bakın ne güzel.

Kendime teşekkür ederim. Ben, ben olduğum için.

Kendime teşekkür ederim. Bana inandığı için.

Kendime teşekkür ederim. Hayaller kurduğu için.

Kendime teşekkür ederim. Hep elimden tuttuğu için.

Ben 25 yıllık bir öğretmenim. Artık kanatlarım var ve çocuklarıma uçuşu öğretebilirim…

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Kasım 2025’te yayımlanmıştır.

Sümeyra Şenligil
Sümeyra Şenligil
Sümeyra Şenligil – Sınıf öğretmeni ve hikâye anlatıcısı. Her gün sınıfta öğrencilerini değil canlarını selamlıyor. Öğretmenliği sürecinde amacı belki de bulmak olmayan bir arayış içindeydi. Birçok farklı alanlarda hem öğretmenliğini hem de kendini besleyecek eğitimler aldı. Yaşam koçluğu ve hikâye anlatıcılığı eğitimleri kırılma yaşadıklarındandı. Dergilerde yazılar yazdı ve birçok projede içerik üreticiliği yaptı. Dışavurum sanat çalışmaları, felsefe, meditasyon, mantralar ilgi alanları. Kitaplar, doğa ve çocuklar onun yaşam kaynakları. Halen aktif olarak öğretmenliğe devam ediyor ve bulduğu her ortamda hikâyeler anlatıyor. Yenilikçi ve alternatif eğitim yaklaşımlarını oldukça önemsiyor ve öğrenme ortamı tasarımları deniyor. Bugüne kadar öğrencileriyle birçok başarılı projeye imza attılar ve atmaya da devam edeceklerine inanıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x