İspanyol gribi de geçmişti bu topraklardan

İspanyol gribi Osmanlıya nasıl gelmişti? Maliyeti ne oldu? Kendisi de hastalığa yakalanan Mustafa Kemal’in Padişah Vahideddin’e gönderdiği telgrafta ne yazıyordu? Salgın dönemi mizah anlayışına ve edebiyata nasıl yansıdı? Prof. Ali Şükrü Çoruk’un kaleminden.

Şu anda bütün dünyayı tehdit eden ve ülkemizde de can almaya başlayan koronavirüsün neden olduğu salgının bir benzeri 1918-1920 yılları arasında da yaşanmıştı. O yıllarda İspanyol nezlesi (gribi) olarak adlandıran bu salgın Amerika’da ortaya çıkmış, daha sonra Avrupa’ya geçip bütün dünyaya ve bu arada Türkiye’de yayılmıştı.

Öncelikle İstanbul’un o dönemde sadece İspanyol gribiyle değil, veba, tifüs, frengi, bel soğukluğu, çiçek, verem, kızıl gibi diğer salgın hastalıklarla da uğraştığını belirtelim. Savaştan yenik çıkmış, üstüne üstlük işgale uğramış her bakımdan yokluk çeken bir ülke için kibritin bile karaborsaya düştüğü o dönemde salgın hastalıklarla başa çıkmak zor bir iş olsa gerekir. Ancak biz dönemin gazetelerinde (İkdam, İleri, Peyâm-Sabah ve Tasvir-i Efkâr) yayınlanan haberlerden ve bazı araştırmalardan yola çıkarak bu korkunç hastalığın Türkiye’deki seyri ve İstanbul’da meydana getirdiği can kayıpları hakkında önemli bilgilere ulaştık.

Hastalığın Türkiye’ye girişi

İspanyol gribi eylül 1918’de Türkiye’ye ulaşmıştır. Üç aşamalı seyreden salgının birinci aşaması hafif atlatılır. Ekim ayında başlayan ikinci aşama ise korkunç sonuçları beraberinde getirir. İspanyol gribi bu dönemde sadece başkent İstanbul’da değil, İzmir, Samsun, Ankara, Balıkesir, Eskişehir, Çorum ve Bigadiç gibi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de etkili olmuştur. Öyle ki gazetelerde Çorum’da günde 30-40 kişinin hastalık yüzünden vefat ettiği yazılmaktadır. Samsun’da bu rakam 100’e çıkmaktadır. Sapanca’dan ise “Cankurtaran yok mu?” sedaları işitilir.

Anadolu’dan İstanbul gazetelerine çekilen telgraflardan hastalığın baş edilemez boyutlara ulaştığı anlaşılmakta, hükûmetin ilgili yerlere doktor ve ilâç göndermesi istenmektedir. Bu talepleri karşılamaya çalışan hükûmet taşraya doktor ve ilâç göndermiştir. İlâç olarak gönderilen malzeme arasında Aspirin ön plandadır.

Salgının üçüncü ve son aşaması ise 1919 yılının aralık ayına rastlar ve 1920 yılının nisan ayına kadar devam eder.

İşgalin öncü kuvveti: İspanyol nezlesi (gribi)

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan imparatorluk başkentini İtilaf devletlerinden önce İspanyol gribi işgâl etmiştir. Savaş sebebiyle zaten alt üst olan sosyal hayat İspanyol gribiyle birlikte iyiden iyiye zorlaşmıştır. İstanbul halkı büyük bir korku ve panik yaşamıştır.

Hastalığın endişe verici boyutlara ulaşması neticesinde Sıhhiye Müdürlüğü (devrin Sağlık Bakanlığı) İspanyol gribine karşı alınması gereken tedbirler konusunda gazeteler vasıtasıyla halkı bilgilendirmeye çalışmıştır. Hastalık hava yolu ile geçtiği için öksürürken mendil kullanmak, hasta ziyareti yapmamak, kapalı mekânları havalandırmak, mümkün olduğunca toplu taşıma araçlarını kullanmamak, kalabalıktan uzak durmak, hastalık süresince yataktan çıkmamak, ıhlamur içmek, Aspirin almak bu beyannamelerde zikredilen öneriler arasındadır.

Okullar tatil, sinema ve tiyatrolar kapalı

İspanyol gribiyle mücadele konusunda hükûmet tarafından alınan tedbirlerden birisi de okulları tatil etmek, sinema ve tiyatroları kapatmak olmuştur. Ekim ayının üçüncü haftasından itibaren bu tedbirler uygulamaya konulmuştur. Haftalık ölüm oranlarının düşmesi neticesinde 10 Ocak 1919’dan itibaren okulların, sinema ve tiyatro gibi mekanların açılmasına izin verilmiştir. Yani salgının ikinci aşamasında İstanbul’da yaklaşık iki ay eğitim öğretim yapılamamıştır.

Salgının üçüncü aşamasında ise okullar aralık 1919’un son haftası ile ocak 1920’nin ilk haftasında on gün süreyle tatil edilmiştir. Grip işgal kuvvetlerini de etkilemiş, İngilizlerin meşhur Agamemnon zırhlısında görev yapan 400 personelin bu hastalığa yakalandığı gazetelerde haber olarak yer almıştır.

Hastalık devletin zirvesinde: Mustafa Kemal’den Vahideddin’e telgraf

İspanyol gribi devletin işleyişine de sekte vurmuştur. Hastalığa yakalanan devlet memurlarının çoğu hastalık süresince işlerine devam edememişlerdir. İspanyol gribi üst düzey devlet mensuplarını da etkilemiştir. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı, İttihatçı liderlerin yurt dışına kaçtığı günlerde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa İspanyol gribine yakalanmıştır. Padişah Vahideddin de İspanyol gribine yakalananlar arasındadır.

Anadolu’ya geçmeden önce bu hastalığa yakalanan ve atlatan Mustafa Kemal Paşa Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Reisi olarak Ankara’dan padişaha geçmiş olsun telgrafı çekmiştir. Mustafa Kemal’in padişaha gönderdiği geçmiş olsun telgrafının metni şöyledir:

Atebe-i Seniyye-i Hazret-i Şehriyarîye

Meclis-i Millîyi teşrif-i şahanelerinden mahrum bırakan rahatsızlık bütün tebaa-i hümayunları meyanında heyet-i temsiliyemizi de pek ziyade düçâr-ı teessür etti. Cenâb-ı Hak vücud-ı hümayunlarını âfât-ı kevniyye ve semaviyyeden masûn buyursun amin.

17 Kanunusani 1336 (17 Ocak 1920)
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Heyet-i Temsiliyesi Namına
Mustafa Kemal

Dönemin İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil (Topuzlu) Paşa da İspanyol gribine yakalanmıştır. İspanyol gribinden ölen önemli kişilerin ölüm ilanları gazetelerde yayınlanır. Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Zoğrafos Efendi de İspanyol gribinin kurbanları arasındadır. Hastalığın üçüncü aşamasında ölen Bakteriyolojihane serum mütehassısı Doktor Ziya Bey’in ölümü ise herkesi endişeye sevketmiştir.

İspanyol gribi için aşı bulma çabaları

Salgın sırasında hastalığa karşı Bakteriyolojihane doktorları tarafından aşı bulma çabaları söz konusudur. Neticede hastalığın zatürreye dönüşmesini önleyen aşı Doktor Refik Bey tarafından bulunur. Sıhhiye müdürlüğü doktorlar için yayınladığı bir genelgede bu aşının hastalara uygulanmasını tavsiye eder. Bu aşının ne derecede etkili olduğu hakkında bilgiye sahip değiliz.

Hastalığın yavaş seyretmesini sağlayacak ilâçlar ise Korbizin ve Profilakatin’dir. Salgın süresince günlük gazetelerde bu ilaçların reklamı yapılır. Korbizin 155, Profilakatin ise 30 ve 60 kuruşluk ambalajlarla satışa sunulmuştur.

Ayrıca Rom denilen içkinin de İspanyol gribine iyi geldiğine dair gazetelerde haberler neşredilmiştir. Reklam gayesi de taşıyan bu haberlerde etiketinde zenci kafası bulunan “Black Head” marka rom önerilmekte, taklitlerinden sakınılması için vatandaşlar uyarılmaktadır(!)

İspanyol Nezlesinin (Gribinin) İstanbul’a faturası: 16000’den fazla ölü

Belli aylarda yoğun olmak üzere Ekim 1918 – Nisan 1920 arasında etkili olan İspanyol gribinin İstanbul’da yol açtığı can kaybı 16000’den fazladır. Sıhhiye Müdürlüğü gerek doktorlardan gerekse hastanelerden aldığı bilgiler ışığında bazen aylık bazen de haftalık olarak gripten ölenlerin sayısını kamuoyuna duyurmuştur. Buna göre:

Ekim 1918’de 706
Kasım 1918’de 1801
Aralık 1918’de 1922
Ocak 1919’da (ilk hafta) 239

(Kaynak: Tasvir-i Efkâr, 16 Aralık 1918; 2, 8 Ocak 1919).

Ancak Ocak 1919’dan sonra uzun müddet hastalıktan ölenlerin sayısı ile ilgili bilgiler gazetelerde yer almaz. Salgının ikinci döneminde İstanbul’da ölenlerin sayısı 1919 yılının aralık ayında ise Sıhhiye Müdürlüğü tarafından ilân edilir. Rakam ürperticidir. Bu dönemde yaklaşık 14.000 kişi İspanyol gribinden ölmüştür. (İleri, 28 Aralık 1919).

Salgının üçüncü aşamasındaki tahribat ise ikinciye göre oldukça azdır. Bu dönemde yani Aralık 1919-Nisan 1920’de ölenlerin sayısı resmî rakamlara göre 2015’tir. Bu rakamın aylara göre dağılımı şöyledir;

Aralık 1919’da 239
Ocak 1920’de 935
Şubat 1920’de 465
Mart 1920’de 248
Nisan 1920’de 128

(Kaynak: İleri, 6 Ocak, 29 Şubat 1920; İkdam, 12 Mart 1920; Peyam-Sabah, 10, 12,19, 25 Nisan 1920).

Bu rakamlar sadece İstanbul ile sınırlıdır. Hastalığın Anadolu’da yaptığı tahribatı öğrenmek için ise daha uzun bir zaman gerekecektir. Ortaya çıktığı ABD’de 2-3 hafta gibi kısa süre etkili olan İspanyol gribi Türkiye’yi yaklaşık iki yıl etkisi altına almış yukarda da belirtildiği üzere özellikle İstanbul’da pek çok can kaybına yol açmıştır.

Mizahçıların kaleminden İspanyol gribi

Bugün nasıl sosyal medyada koronavirüs ile ilgili mizah yapılıyorsa, İspanyol gribi döneminde de salgın edebiyatın ve mizahın da ana gündem maddesi olmuştur. Yalnız bu hastalıkla ilgili olarak mizah gazetelerinde yer alan karikatürlerde ve yazılarda güldürme gayesinden çok konunun vehametini vurgulama söz konusudur. Dönemin önde gelen mizah gazetelerinden 14 Aralık 1918 tarihli Karagöz’de yer alan imzasız bir dörtlükte okuyucular İspanyol gribine (nezlesine) karşı uyarılırken bu hastalık “engerek” yılanına benzetilir.

İspanyol nezlesi bu da bir belâ
Şu pis nezleden sakınmak gerek
Olma hiç bu sârî derde müptelâ
Gizlice saldırır bu bir engerek

İstanbul o dönemde sadece İspanyol gribiyle değil tifüs, kolera, frengi ve çiçek gibi diğer bulaşıcı hastalıklarla da mücadele etmektedir. Böyle bir ortamda doktor sıkıntısı had safhaya ulaşır. Buna bağlı olarak mevcut doktorların tedavi ücretleri ise epeyce yükselir. Bu durum zaten hastalıklardan bunalan dar gelirliler için ikinci bir felâkettir. Dönemin mizah gazetelerinde özellikle doktorların tedavi ücretlerinin fazlalığını vurgulayan karikatürlere yer verilir. 15 Mart 1919 tarihli Karagöz gazetesinde yer alan karikatürde, eve doktor getirmenin külfeti ilginç bir karşılaştırmayla verilir: İspanyol gribi sırasında doktor bulmak zarurî ihtiyaçları karaborsadan temin etmekten daha zordur!

Hacivat- Aman abla Karagöz’e ne oldu?
Karagöz’ün bacısı- Kırk derece hararet soğuk mu aldı, ne oldu bilmem ki!
Hacivat- Bari bir doktor çağırsak!
Karagöz- Aman sus! Sus Hacivat Çelebi! İki kazan dört teneşir, yetmiş arşın kefen, bir çuval sabun almak kabil olur da komşu doktoru beş liraya getirebilmek kabil olmaz!

Savaştan daha büyük bir felâket!

İspanyol gribi ile ilgili olarak yazı ve şiir neşreden yazarların başında ünlü mizah şairi Fazıl Ahmet (Aykaç) gelmektedir. Bunda şairin bizzat bu hastalığa yakalanmasının, uzun müddet yatak istirahatinde kalmasının rolü büyüktür. Sedat Simavi’nin çıkardığı Diken mecmuasında yazdığı bir yazıda Fazıl Ahmet İspanyol gribini Birinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir felâket olarak görür. Ona göre savaş bu salgının yanında hafif kalmıştır:

“Harbin tam sonunda herkesin artık geniş bir nefes almak için sabırsızlandığı bir sırada başımıza harpten daha büyük bir felâket çattı. İnsaf bilmiyor, merhamet tanımıyor, bedel-i nakdî almıyor. Umumî seferberlik ilân etmiş önüne geçen ihtiyar, genç, çocuk, kadın herkesi topluyor, ordusuna ilhak ediyor. Bugüne kadar topladığı orduların yekunu milyonlara varıyor. İstanbul’da günde 60, Paris’te günde 232 kişiyi silâh altına çağırıyor. Hem bunda muvafakat ümidi pek az. Silâh altına girdiniz mi doğru cepheye sürüklüyor. Orada 40 derece-i hararet içinde dövüşmeye, çırpınmaya mecbur oluyorsunuz. İşte bütün dünyayı kasıp kavuran bu yeni afet İspanyol nezlesidir. Şehrimizde de şiddetle hüküm süren bu müstebidin elinden kurtulmak için doktorlar da elân bir çare bulmakta acz gösteriyorlar. Bu sebeple karilerime (okuyucularıma) İspanyol’a karşı bir deva tavsiyesi için şehrimiz doktorları nezdinde vuku bulan teşebbüslerim hiçbir netice vermedi. (Diken, 1 Ocak 1919)”

Fazıl Ahmet İspanyol gribinin kendisi üzerindeki tahribatını Diken mecmuası sahibi Sedad Simavi’ye yazdığı manzum bir mektupta dile getirir. 3 Nisan 1919 tarihli “Hastalıktan Sonra” başlıklı şiirde İspanyol gribini atlatan şair hâlâ bu hastalığın etkilerini üzerinden atamamış gözükmektedir. İspanyol gribi yazdıklarıyla herkesi güldüren bir mizah şairini alışılagelenin aksine karamsar bir ruh hâline sokmuştur.

Göğsüm hastalıklı, dişlerim bozuk
Kollarım tutmuyor, ağrıyor dizim
Hasılı Sedad Bey işlerim bozuk
Hele son günlerde pek neşesizim

Fazıl Ahmet’in bir şikâyeti de doktorlarla ilgilidir. Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası’nda yayınlanan “Hastalık Beyitleri” adlı 24 Şubat 1919 tarihli şiirden anlaşıldığına göre şair hastalığın uzun sürmesi neticesinde doktorlardan ve tıp ilminden ümidini kesmiştir:

Şu İspanyol denen derdin esir-i kahrı oldum da
Bütün ümidi kat’ ettim tabiblerden tababetten

Hastalık Ocak 1919’da hız kestiği için hayat normal akışına dönmeye başlamış, okullar açılmış, sinema ve tiyatro salonlarının faaliyetlerine izin verilmiştir. İspanyol gribinin hız kesmesi ve yavaş yavaş İstanbul’u terk etmeye başlaması Karagöz gazetesinde sevinçle karşılanır. Gazetede neşredilen bir karikatürde hastalığın İstanbul’a bir daha uğramaması yönünde bir temenni söz konusudur.

Karagöz- Defol git! Bir daha bu semtlere uğrama!
Hacivat- Karagöz’üm bu belâ başımızdan defolup gidiyor. Allah bizi diğer belâlardan da kurtarsın! (Karagöz, 11 Ocak 1919).

Başka bir İspanyol gribi mağduru: Refik Halit Karay

İspanyol gribi yahut nezlesi hakkındaki en güzel yazı büyük mizah ustası Refik Halit’in (Karay) kaleminden çıkmıştır. Hemen belirtelim ki tıpkı Fazıl Ahmet gibi Refik Halit de bu hastalığın mağdurları arasındadır. Yazar, 1919 yılında neşrettiği Sakın İnanma Aldanma Kanma adlı kitabında yer alan “İspanyol Nezlesine Dair” başlıklı yazısında hastalık sırasında neler hissettiğini, hangi duyguları beslediğini büyük bir ustalıkla kaleme almıştır.

Yazı bir hastanın kaleminden çıkmış olması yönünden ayrıca önemlidir. Refik Halit kendi şahsında bu hastalıktan ızdırap çeken herkesin duygu ve düşüncelerini sanatın ve sanatkârlığın verdiği imkânlarla dile getirmiştir. “Efradını cami ağyarını mani” cinsinden yaptığı benzetmeler kusursuzdur. Dolayısıyla bu yazıyı okuduktan sonra “aynı şeyleri ben de hissettim” diyenlerin sayıca çok fazla olduğunu düşünmek gerçekçi bir tahmin olsa gerek… İspanyol gribiyle tabiri caizse boğuşan bir hastanın çektiği sıkıntıyı en iyi anlatan bu önemli yazıyı bölümlere ayırarak aşağıya alıyoruz.

Cibali Yangını gibi ateş!

“İspanyol kadınlarının ateşli olduğunu duyardık. Meğerse nezlesi de iyleymiş. Bize nezleden kısmet çıktı… Ben böyle ateş görmedim, sanki Cibali yangınından bir yanar kütük fırlamış da balkonun açık kapısından dosdoğru bizim yatağa düşmüş. Elini vücuduma sürenin kazara mangala sokmuş gibi “off!” diye parmağını ağzına götürmediğine şaşıyordum. Maazallah parlamama bir şey kalmamıştı. Şilte yorgan, cibinlik, karyola nagehan alev alıverecektik. Âşık Kerem’in döne döne yanıp tutuşması keyfiyetini şimdi pek akıldan aykırı görmüyorum. Bana da uzaktan bir kibrit gösterseler benzin tenekesi gibi an-ı vahide parlayacağıma hiç şüphe yoktu.

Bir tutuşmuş âteşim kurb u civarımdan sakın.

Diyen Fuzulî de acaba vaktiyle böyle yakıcı bir illete, meselâ Acem nezlesine mi tutulmuştu? Ben eski işleri pek bilmem, bunu Ali Emirî Efendi ile Köprülüzade Fuat Bey’e sormalı. Her neyse bu çok ateşli bir illetti. Yanıyordum. İçin için, inim inim yanıyordum. İstiyordum ki biri beni kocaman soba maşasıyla belimden tutsun, götürüp bahçede havuza daldırsın… Beş kere sayısız hesapsız durmayıp dinlenmeyip daldırsın… Yanar bir kütük gibi vücuduma su dokundukça cazırdıyarak, hışıldıyarak beyaz beyaz dumanlar salıvererek orada söneyim, serinleyim!

Ağrı yahut Modern Çağın Engizisyon işkencesi

Ya baş ağrısı! Ağız alışmış da “ağrı” diyorum, yoksa ağrı ne kelime! Ağrı benim çektiğimin yanında şifa gibi kalır…

Sanki iri yarı bir Rum dülger sırtıma çıkmış, bir ayağını omzuma basıp diğer ayağının dizkapağını da enseme dayamış, yapıda çalışır gibi beynime temel çivisi kakıyor. Hani sert kuru meşeler vardır, çivi işlemez de keser yedikçe piyano gibi inler, öter… Başım işte öyle inliyor, sırtım omuzlarım, ensem, üzerine adam binmiş gibi ağrıyor kırılıyordu. Bir dülger tam üç gün üç gece durmamasına çalıştı. Şakaklarım öyle atıyordu ki benim kafamın içinde bayram davulu bir saat, bir gün değil, köy düğünü gibi tam bir hafta vurdu.

Lâkin en dehşetlisi mafsal ağrılarıydı… Vücudumu taciz için demirciye verilmiş bir araba dingili zannettim. Bir demirin başına gelenler tamamen benim başımdan da geçiyordu. Evvelâ tavı bulmak için nöbetin o kızgın ocağında bir müddet ısıtılıp beyaz ateş hâline getiriliyordum. Sonra çelik ağızlı makaslar, keskin burunlu kıskaçlarla demirci ustası şuramdan buramdan bileğimden bacağımdan yakalayıp parça parça doğruyor, eziyor, uzatıyor, keyfine göre oynuyordu. Daha sonra usta çırak karşılıklı geçip beni örsün üzerine yatırıyorlar “caz!” diye suya sokup bırakıyorlardı. Yani ter imdadıma yetişip bir hazla sükûnet buluyordum. Dedim ya vücudumun eler tutar yeri kalmıyordu.

Sinir sızıları ise hepsinden berbattı… Dişçilerin damarı köreltmek için kullandıkları kıl gibi incecik telden bir alet vardır. Çürüğün içine sokup da çevirdikleri zaman insanın gözlerinden alev çıkar, yüreğinin vurması durur, nefesi tutulur, tıpkı onun gibi bir sızı. Hiç yoktan gelip bele giriyor “Aman!” diyemiyorsunuz. Mıhlanmış gibi aynı vaziyette kalıyorsunuz. Soğuk soğuk ecel teri döktüren bu sızıyı bir başkası, daha zorlusu, arka arkaya takib ediyor…

Evet muhakkak bu hastalık İspanyol nezlesi. Engizisyonun bütün işkenceleri mikroplarında yer tutmuş, ha insan vücudunu bir defa bu illete kaptırmış, ha engizisyon sergerdelerinden Turkomad ile İksimenez’e… Ateşte yakmaktan örste döğmekten başlayarak beyne çivi mıhlamağa, damarlara mil sokmağa kadar işkencenin her türlüsü tamam olmadan yakayı sıyırmak kabil değil! Herhâlde bu hastalık İspanya’da gelip geçmiş bütün boğaların, bütün esirlerin intikamını çıkarmıştır zannediyorum…

Ağızda kahve pişirmek derecesinde susuzluk

Ne susamaydı o! Ağzımın üzerine cezve tutsalar ispirto lambası gibi kahve pişecekti. Vücudumun sıcaklığından kabil olup da biraz kışa saklayabilseydim diye düşündüğüm de oldu. Odunsuzluktan tir tir donarken acaba İspanyol nezlesinin kırk derece sıcaklığını arayacak mıyım bilmem… Ben şimdi hiçbir şeye “olmaz!” demiyorum (…) Evet ne susamaydı? Bir türlü kanamıyordum, nehirler içsem kanamayacaktım. Gezdiğim gördüğüm uzak yerlerdeki çam korularının serinliğini, reçine kokulu menbaların suyunu istiyordum. Ama öyle sürahiyle, bardakla, maşrabayla değil… Yere diz çöküp başımı kaynağa daldırmak, bu vaziyette kocaman bir dağ keçisi gibi suları sakallarımdan şıpır şıpır göğse damlatarak uzun uzun, kana kana içmek… Bu ne keyifli olacaktı. O dakikada bir tarafa İzmir valiliğini, öbür tarafa bu dağ keçiliğini koysalar da “iste!” deseler tereddüt etmez, keçiliği isterdim. Düşününüz hararetin şiddetini…

İspanyol nezlesinin nöbeti de çok kabuslu, çok hayaletli oluyor. Bir kavle göre akrabamız, diğer kavle göre yabancımız o meşhur Zerdüşt yok mu? Bana musallat oldu, eski gümrük hamalları iriliğinde baldırı çıplak bir herif, ikide birde gelip göğsüme dizini basıyor. “Söyle benim cinsimi?” diye zorluyor, âlim olmadığımı nasıl anlatırsın. “Türk” diyorum, kızıyor, “Acem” diyorum kızıyor, çıldıracağım (…)

Ev fiyatına doktor ücreti!

Zihnimin içi hâlâ karmakarışık… Hatıratım yangından kurtarılıp cami avlusuna taşınıvermiş eşya gibi bir türlü sırasını bulup çıkamıyorum. Neydi o hâl? Ben daha yatakta inlerken evin halkı birer birer yatağa düştü. Beşikteki çocuktan mutfaktaki aşçıya kadar herkes hasta! Kim kime bakacak? Serildik kaldık… Bu harp senelerinde her millet ortaya bir marifetini koydu, İspanyollar da nezlelerini… Sanki cemiyet-i beşeriyeye elbirliğiyle fenalık etmek şart, bitaraf kaldığına sevindiğimiz İspanya’nın da hiç olmazsa bu kadar zararını görmek… Ne de çabuk yürüdü geldi. Daha dün “garip bir hastalık varmış!” diye okuduğumuz illet bugün kanımıza karıştı. Bereket ki hekimsiz, eczacısız savuşturabildik. Yoksa İspanya’yı da nezlesini de bu kadar ehven geçiştiremezdim.

Bu zamanda hekim ne demek! Evi rehine koymadan doktora buyurunuz demek kabil olamaz. Eczacı için de sandıkları karıştırıp satılığa birkaç parça mal çıkarmalı… Doktorun yalnız arabasına vereceğiniz meblağ ile evveli bir sünnet düğünü yapar, hayal, hokkabaz oynatır, bir mahalleyi eğlendirirdiniz. İllâ benim gibi köyde oturanlar hekimi akla getirmemeli (…) Benim bildiğim hastalık sırası değil… Baktın ki hastalandın, hekim lâzım ecza lâzım, gıda lâzım, bakıcı lâzım, insan zar zor ayağa kalkmalı, inleye inleye gidip odasının kapısını kilitlemeli, sonra yatağına uzanıp beklemeli (…) Neyse sıramı ben bu işte de atlattım, darısı size!”

Not: Yukarıdaki üç resim Tarih Vakfı yayınları arasında çıkan İstanbul 1920 adlı kitaptan alınmıştır.

Bu yazı daha önce Ali Şükrü Çoruk’un “Osmanlının Son Yılları (Kitabevi, 2016)” adlı kitabında yayımlanmıştır.

Twitter: @alisukrucoruk

Bu yazı ilk kez 2 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Ali Şükrü Çoruk
Ali Şükrü Çoruk
Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk - 1969 yılında Giresun’un Tirebolu ilçesinde doğdu.. 1986 yılında İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. Lisans öğrenimini 1990 yılında tamamladı. Aynı yıl öğretmenliğe başladı ve 1990-1994 yılları arasında Beykoz Denizcilik ve Su Ürünleri Meslek Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bu arada 1990 yılında başladığı yüksek lisans programını Prof. Dr. Kâzım Yetiş’in danışmanlığında hazırladığı Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu adlı teziyle tamamladı. 1994 yılında Milli Eğitimdeki görevinden ayrılarak İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalına araştırma görevlisi olarak naklen tayin oldu. Aynı yıl başladığı doktora programını Prof. Dr. Kâzım Yetiş’in danışmanlığında hazırladığı Fazıl Ahmet Aykaç-Hayatı ve Eserleri- adlı teziyle 1999′da tamamladı. 2001 yılında yardımcı doçent, 2009 yılında doçent, 2014 yılında profesör oldu. Edebiyat, kültür ve basın-yayın tarihi, İstanbul, Osmanlı döneminde gündelik hayat, uygulamalı editörlük, fikir hareketleri, modernite ve modernizm başlıca ilgi ve çalışma alanlarıdır. Yazdığı, yayıma hazırladığı, editörlüğünü yaptığı kitaplardan bazıları: Abdülhamit Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, İstanbul 2014; İstanbul’un 100 Lâtifesi, KÜLTÜR AŞ, İstanbul 2012; Osmanlı Sarayında Gündelik Hayat, (Hafız Hızır İlyas Ağa), İstanbul 2011; İstanbul’un 100 Romanı, KÜLTÜR A.Ş., İstanbul, 2010; Mizah Şairi Fazıl Ahmet Aykaç, İstanbul, 2008; Mizah Penceresinden Millî Mücadele –Ya İstiklâl Ya Ölüm, Kitabevi, İstanbul, 2008; Boğaziçi Konuşuyor ve Kanlıca Tarihçesi, (A. Cabir Vada), İstanbul, 2004; Eski İstanbul Hatıraları, (Sadri Sema), İstanbul, 2002; Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey) İstanbul, 2001; İstanbul’da Ramazan Mevsimi, İstanbul 1998; Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul, 1995.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İspanyol gribi de geçmişti bu topraklardan

İspanyol gribi Osmanlıya nasıl gelmişti? Maliyeti ne oldu? Kendisi de hastalığa yakalanan Mustafa Kemal’in Padişah Vahideddin’e gönderdiği telgrafta ne yazıyordu? Salgın dönemi mizah anlayışına ve edebiyata nasıl yansıdı? Prof. Ali Şükrü Çoruk’un kaleminden.

Şu anda bütün dünyayı tehdit eden ve ülkemizde de can almaya başlayan koronavirüsün neden olduğu salgının bir benzeri 1918-1920 yılları arasında da yaşanmıştı. O yıllarda İspanyol nezlesi (gribi) olarak adlandıran bu salgın Amerika’da ortaya çıkmış, daha sonra Avrupa’ya geçip bütün dünyaya ve bu arada Türkiye’de yayılmıştı.

Öncelikle İstanbul’un o dönemde sadece İspanyol gribiyle değil, veba, tifüs, frengi, bel soğukluğu, çiçek, verem, kızıl gibi diğer salgın hastalıklarla da uğraştığını belirtelim. Savaştan yenik çıkmış, üstüne üstlük işgale uğramış her bakımdan yokluk çeken bir ülke için kibritin bile karaborsaya düştüğü o dönemde salgın hastalıklarla başa çıkmak zor bir iş olsa gerekir. Ancak biz dönemin gazetelerinde (İkdam, İleri, Peyâm-Sabah ve Tasvir-i Efkâr) yayınlanan haberlerden ve bazı araştırmalardan yola çıkarak bu korkunç hastalığın Türkiye’deki seyri ve İstanbul’da meydana getirdiği can kayıpları hakkında önemli bilgilere ulaştık.

Hastalığın Türkiye’ye girişi

İspanyol gribi eylül 1918’de Türkiye’ye ulaşmıştır. Üç aşamalı seyreden salgının birinci aşaması hafif atlatılır. Ekim ayında başlayan ikinci aşama ise korkunç sonuçları beraberinde getirir. İspanyol gribi bu dönemde sadece başkent İstanbul’da değil, İzmir, Samsun, Ankara, Balıkesir, Eskişehir, Çorum ve Bigadiç gibi Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de etkili olmuştur. Öyle ki gazetelerde Çorum’da günde 30-40 kişinin hastalık yüzünden vefat ettiği yazılmaktadır. Samsun’da bu rakam 100’e çıkmaktadır. Sapanca’dan ise “Cankurtaran yok mu?” sedaları işitilir.

Anadolu’dan İstanbul gazetelerine çekilen telgraflardan hastalığın baş edilemez boyutlara ulaştığı anlaşılmakta, hükûmetin ilgili yerlere doktor ve ilâç göndermesi istenmektedir. Bu talepleri karşılamaya çalışan hükûmet taşraya doktor ve ilâç göndermiştir. İlâç olarak gönderilen malzeme arasında Aspirin ön plandadır.

Salgının üçüncü ve son aşaması ise 1919 yılının aralık ayına rastlar ve 1920 yılının nisan ayına kadar devam eder.

İşgalin öncü kuvveti: İspanyol nezlesi (gribi)

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan imparatorluk başkentini İtilaf devletlerinden önce İspanyol gribi işgâl etmiştir. Savaş sebebiyle zaten alt üst olan sosyal hayat İspanyol gribiyle birlikte iyiden iyiye zorlaşmıştır. İstanbul halkı büyük bir korku ve panik yaşamıştır.

Hastalığın endişe verici boyutlara ulaşması neticesinde Sıhhiye Müdürlüğü (devrin Sağlık Bakanlığı) İspanyol gribine karşı alınması gereken tedbirler konusunda gazeteler vasıtasıyla halkı bilgilendirmeye çalışmıştır. Hastalık hava yolu ile geçtiği için öksürürken mendil kullanmak, hasta ziyareti yapmamak, kapalı mekânları havalandırmak, mümkün olduğunca toplu taşıma araçlarını kullanmamak, kalabalıktan uzak durmak, hastalık süresince yataktan çıkmamak, ıhlamur içmek, Aspirin almak bu beyannamelerde zikredilen öneriler arasındadır.

Okullar tatil, sinema ve tiyatrolar kapalı

İspanyol gribiyle mücadele konusunda hükûmet tarafından alınan tedbirlerden birisi de okulları tatil etmek, sinema ve tiyatroları kapatmak olmuştur. Ekim ayının üçüncü haftasından itibaren bu tedbirler uygulamaya konulmuştur. Haftalık ölüm oranlarının düşmesi neticesinde 10 Ocak 1919’dan itibaren okulların, sinema ve tiyatro gibi mekanların açılmasına izin verilmiştir. Yani salgının ikinci aşamasında İstanbul’da yaklaşık iki ay eğitim öğretim yapılamamıştır.

Salgının üçüncü aşamasında ise okullar aralık 1919’un son haftası ile ocak 1920’nin ilk haftasında on gün süreyle tatil edilmiştir. Grip işgal kuvvetlerini de etkilemiş, İngilizlerin meşhur Agamemnon zırhlısında görev yapan 400 personelin bu hastalığa yakalandığı gazetelerde haber olarak yer almıştır.

Hastalık devletin zirvesinde: Mustafa Kemal’den Vahideddin’e telgraf

İspanyol gribi devletin işleyişine de sekte vurmuştur. Hastalığa yakalanan devlet memurlarının çoğu hastalık süresince işlerine devam edememişlerdir. İspanyol gribi üst düzey devlet mensuplarını da etkilemiştir. Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı, İttihatçı liderlerin yurt dışına kaçtığı günlerde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa İspanyol gribine yakalanmıştır. Padişah Vahideddin de İspanyol gribine yakalananlar arasındadır.

Anadolu’ya geçmeden önce bu hastalığa yakalanan ve atlatan Mustafa Kemal Paşa Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Reisi olarak Ankara’dan padişaha geçmiş olsun telgrafı çekmiştir. Mustafa Kemal’in padişaha gönderdiği geçmiş olsun telgrafının metni şöyledir:

Atebe-i Seniyye-i Hazret-i Şehriyarîye

Meclis-i Millîyi teşrif-i şahanelerinden mahrum bırakan rahatsızlık bütün tebaa-i hümayunları meyanında heyet-i temsiliyemizi de pek ziyade düçâr-ı teessür etti. Cenâb-ı Hak vücud-ı hümayunlarını âfât-ı kevniyye ve semaviyyeden masûn buyursun amin.

17 Kanunusani 1336 (17 Ocak 1920)
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Heyet-i Temsiliyesi Namına
Mustafa Kemal

Dönemin İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Cemil (Topuzlu) Paşa da İspanyol gribine yakalanmıştır. İspanyol gribinden ölen önemli kişilerin ölüm ilanları gazetelerde yayınlanır. Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Zoğrafos Efendi de İspanyol gribinin kurbanları arasındadır. Hastalığın üçüncü aşamasında ölen Bakteriyolojihane serum mütehassısı Doktor Ziya Bey’in ölümü ise herkesi endişeye sevketmiştir.

İspanyol gribi için aşı bulma çabaları

Salgın sırasında hastalığa karşı Bakteriyolojihane doktorları tarafından aşı bulma çabaları söz konusudur. Neticede hastalığın zatürreye dönüşmesini önleyen aşı Doktor Refik Bey tarafından bulunur. Sıhhiye müdürlüğü doktorlar için yayınladığı bir genelgede bu aşının hastalara uygulanmasını tavsiye eder. Bu aşının ne derecede etkili olduğu hakkında bilgiye sahip değiliz.

Hastalığın yavaş seyretmesini sağlayacak ilâçlar ise Korbizin ve Profilakatin’dir. Salgın süresince günlük gazetelerde bu ilaçların reklamı yapılır. Korbizin 155, Profilakatin ise 30 ve 60 kuruşluk ambalajlarla satışa sunulmuştur.

Ayrıca Rom denilen içkinin de İspanyol gribine iyi geldiğine dair gazetelerde haberler neşredilmiştir. Reklam gayesi de taşıyan bu haberlerde etiketinde zenci kafası bulunan “Black Head” marka rom önerilmekte, taklitlerinden sakınılması için vatandaşlar uyarılmaktadır(!)

İspanyol Nezlesinin (Gribinin) İstanbul’a faturası: 16000’den fazla ölü

Belli aylarda yoğun olmak üzere Ekim 1918 – Nisan 1920 arasında etkili olan İspanyol gribinin İstanbul’da yol açtığı can kaybı 16000’den fazladır. Sıhhiye Müdürlüğü gerek doktorlardan gerekse hastanelerden aldığı bilgiler ışığında bazen aylık bazen de haftalık olarak gripten ölenlerin sayısını kamuoyuna duyurmuştur. Buna göre:

Ekim 1918’de 706
Kasım 1918’de 1801
Aralık 1918’de 1922
Ocak 1919’da (ilk hafta) 239

(Kaynak: Tasvir-i Efkâr, 16 Aralık 1918; 2, 8 Ocak 1919).

Ancak Ocak 1919’dan sonra uzun müddet hastalıktan ölenlerin sayısı ile ilgili bilgiler gazetelerde yer almaz. Salgının ikinci döneminde İstanbul’da ölenlerin sayısı 1919 yılının aralık ayında ise Sıhhiye Müdürlüğü tarafından ilân edilir. Rakam ürperticidir. Bu dönemde yaklaşık 14.000 kişi İspanyol gribinden ölmüştür. (İleri, 28 Aralık 1919).

Salgının üçüncü aşamasındaki tahribat ise ikinciye göre oldukça azdır. Bu dönemde yani Aralık 1919-Nisan 1920’de ölenlerin sayısı resmî rakamlara göre 2015’tir. Bu rakamın aylara göre dağılımı şöyledir;

Aralık 1919’da 239
Ocak 1920’de 935
Şubat 1920’de 465
Mart 1920’de 248
Nisan 1920’de 128

(Kaynak: İleri, 6 Ocak, 29 Şubat 1920; İkdam, 12 Mart 1920; Peyam-Sabah, 10, 12,19, 25 Nisan 1920).

Bu rakamlar sadece İstanbul ile sınırlıdır. Hastalığın Anadolu’da yaptığı tahribatı öğrenmek için ise daha uzun bir zaman gerekecektir. Ortaya çıktığı ABD’de 2-3 hafta gibi kısa süre etkili olan İspanyol gribi Türkiye’yi yaklaşık iki yıl etkisi altına almış yukarda da belirtildiği üzere özellikle İstanbul’da pek çok can kaybına yol açmıştır.

Mizahçıların kaleminden İspanyol gribi

Bugün nasıl sosyal medyada koronavirüs ile ilgili mizah yapılıyorsa, İspanyol gribi döneminde de salgın edebiyatın ve mizahın da ana gündem maddesi olmuştur. Yalnız bu hastalıkla ilgili olarak mizah gazetelerinde yer alan karikatürlerde ve yazılarda güldürme gayesinden çok konunun vehametini vurgulama söz konusudur. Dönemin önde gelen mizah gazetelerinden 14 Aralık 1918 tarihli Karagöz’de yer alan imzasız bir dörtlükte okuyucular İspanyol gribine (nezlesine) karşı uyarılırken bu hastalık “engerek” yılanına benzetilir.

İspanyol nezlesi bu da bir belâ
Şu pis nezleden sakınmak gerek
Olma hiç bu sârî derde müptelâ
Gizlice saldırır bu bir engerek

İstanbul o dönemde sadece İspanyol gribiyle değil tifüs, kolera, frengi ve çiçek gibi diğer bulaşıcı hastalıklarla da mücadele etmektedir. Böyle bir ortamda doktor sıkıntısı had safhaya ulaşır. Buna bağlı olarak mevcut doktorların tedavi ücretleri ise epeyce yükselir. Bu durum zaten hastalıklardan bunalan dar gelirliler için ikinci bir felâkettir. Dönemin mizah gazetelerinde özellikle doktorların tedavi ücretlerinin fazlalığını vurgulayan karikatürlere yer verilir. 15 Mart 1919 tarihli Karagöz gazetesinde yer alan karikatürde, eve doktor getirmenin külfeti ilginç bir karşılaştırmayla verilir: İspanyol gribi sırasında doktor bulmak zarurî ihtiyaçları karaborsadan temin etmekten daha zordur!

Hacivat- Aman abla Karagöz’e ne oldu?
Karagöz’ün bacısı- Kırk derece hararet soğuk mu aldı, ne oldu bilmem ki!
Hacivat- Bari bir doktor çağırsak!
Karagöz- Aman sus! Sus Hacivat Çelebi! İki kazan dört teneşir, yetmiş arşın kefen, bir çuval sabun almak kabil olur da komşu doktoru beş liraya getirebilmek kabil olmaz!

Savaştan daha büyük bir felâket!

İspanyol gribi ile ilgili olarak yazı ve şiir neşreden yazarların başında ünlü mizah şairi Fazıl Ahmet (Aykaç) gelmektedir. Bunda şairin bizzat bu hastalığa yakalanmasının, uzun müddet yatak istirahatinde kalmasının rolü büyüktür. Sedat Simavi’nin çıkardığı Diken mecmuasında yazdığı bir yazıda Fazıl Ahmet İspanyol gribini Birinci Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir felâket olarak görür. Ona göre savaş bu salgının yanında hafif kalmıştır:

“Harbin tam sonunda herkesin artık geniş bir nefes almak için sabırsızlandığı bir sırada başımıza harpten daha büyük bir felâket çattı. İnsaf bilmiyor, merhamet tanımıyor, bedel-i nakdî almıyor. Umumî seferberlik ilân etmiş önüne geçen ihtiyar, genç, çocuk, kadın herkesi topluyor, ordusuna ilhak ediyor. Bugüne kadar topladığı orduların yekunu milyonlara varıyor. İstanbul’da günde 60, Paris’te günde 232 kişiyi silâh altına çağırıyor. Hem bunda muvafakat ümidi pek az. Silâh altına girdiniz mi doğru cepheye sürüklüyor. Orada 40 derece-i hararet içinde dövüşmeye, çırpınmaya mecbur oluyorsunuz. İşte bütün dünyayı kasıp kavuran bu yeni afet İspanyol nezlesidir. Şehrimizde de şiddetle hüküm süren bu müstebidin elinden kurtulmak için doktorlar da elân bir çare bulmakta acz gösteriyorlar. Bu sebeple karilerime (okuyucularıma) İspanyol’a karşı bir deva tavsiyesi için şehrimiz doktorları nezdinde vuku bulan teşebbüslerim hiçbir netice vermedi. (Diken, 1 Ocak 1919)”

Fazıl Ahmet İspanyol gribinin kendisi üzerindeki tahribatını Diken mecmuası sahibi Sedad Simavi’ye yazdığı manzum bir mektupta dile getirir. 3 Nisan 1919 tarihli “Hastalıktan Sonra” başlıklı şiirde İspanyol gribini atlatan şair hâlâ bu hastalığın etkilerini üzerinden atamamış gözükmektedir. İspanyol gribi yazdıklarıyla herkesi güldüren bir mizah şairini alışılagelenin aksine karamsar bir ruh hâline sokmuştur.

Göğsüm hastalıklı, dişlerim bozuk
Kollarım tutmuyor, ağrıyor dizim
Hasılı Sedad Bey işlerim bozuk
Hele son günlerde pek neşesizim

Fazıl Ahmet’in bir şikâyeti de doktorlarla ilgilidir. Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası’nda yayınlanan “Hastalık Beyitleri” adlı 24 Şubat 1919 tarihli şiirden anlaşıldığına göre şair hastalığın uzun sürmesi neticesinde doktorlardan ve tıp ilminden ümidini kesmiştir:

Şu İspanyol denen derdin esir-i kahrı oldum da
Bütün ümidi kat’ ettim tabiblerden tababetten

Hastalık Ocak 1919’da hız kestiği için hayat normal akışına dönmeye başlamış, okullar açılmış, sinema ve tiyatro salonlarının faaliyetlerine izin verilmiştir. İspanyol gribinin hız kesmesi ve yavaş yavaş İstanbul’u terk etmeye başlaması Karagöz gazetesinde sevinçle karşılanır. Gazetede neşredilen bir karikatürde hastalığın İstanbul’a bir daha uğramaması yönünde bir temenni söz konusudur.

Karagöz- Defol git! Bir daha bu semtlere uğrama!
Hacivat- Karagöz’üm bu belâ başımızdan defolup gidiyor. Allah bizi diğer belâlardan da kurtarsın! (Karagöz, 11 Ocak 1919).

Başka bir İspanyol gribi mağduru: Refik Halit Karay

İspanyol gribi yahut nezlesi hakkındaki en güzel yazı büyük mizah ustası Refik Halit’in (Karay) kaleminden çıkmıştır. Hemen belirtelim ki tıpkı Fazıl Ahmet gibi Refik Halit de bu hastalığın mağdurları arasındadır. Yazar, 1919 yılında neşrettiği Sakın İnanma Aldanma Kanma adlı kitabında yer alan “İspanyol Nezlesine Dair” başlıklı yazısında hastalık sırasında neler hissettiğini, hangi duyguları beslediğini büyük bir ustalıkla kaleme almıştır.

Yazı bir hastanın kaleminden çıkmış olması yönünden ayrıca önemlidir. Refik Halit kendi şahsında bu hastalıktan ızdırap çeken herkesin duygu ve düşüncelerini sanatın ve sanatkârlığın verdiği imkânlarla dile getirmiştir. “Efradını cami ağyarını mani” cinsinden yaptığı benzetmeler kusursuzdur. Dolayısıyla bu yazıyı okuduktan sonra “aynı şeyleri ben de hissettim” diyenlerin sayıca çok fazla olduğunu düşünmek gerçekçi bir tahmin olsa gerek… İspanyol gribiyle tabiri caizse boğuşan bir hastanın çektiği sıkıntıyı en iyi anlatan bu önemli yazıyı bölümlere ayırarak aşağıya alıyoruz.

Cibali Yangını gibi ateş!

“İspanyol kadınlarının ateşli olduğunu duyardık. Meğerse nezlesi de iyleymiş. Bize nezleden kısmet çıktı… Ben böyle ateş görmedim, sanki Cibali yangınından bir yanar kütük fırlamış da balkonun açık kapısından dosdoğru bizim yatağa düşmüş. Elini vücuduma sürenin kazara mangala sokmuş gibi “off!” diye parmağını ağzına götürmediğine şaşıyordum. Maazallah parlamama bir şey kalmamıştı. Şilte yorgan, cibinlik, karyola nagehan alev alıverecektik. Âşık Kerem’in döne döne yanıp tutuşması keyfiyetini şimdi pek akıldan aykırı görmüyorum. Bana da uzaktan bir kibrit gösterseler benzin tenekesi gibi an-ı vahide parlayacağıma hiç şüphe yoktu.

Bir tutuşmuş âteşim kurb u civarımdan sakın.

Diyen Fuzulî de acaba vaktiyle böyle yakıcı bir illete, meselâ Acem nezlesine mi tutulmuştu? Ben eski işleri pek bilmem, bunu Ali Emirî Efendi ile Köprülüzade Fuat Bey’e sormalı. Her neyse bu çok ateşli bir illetti. Yanıyordum. İçin için, inim inim yanıyordum. İstiyordum ki biri beni kocaman soba maşasıyla belimden tutsun, götürüp bahçede havuza daldırsın… Beş kere sayısız hesapsız durmayıp dinlenmeyip daldırsın… Yanar bir kütük gibi vücuduma su dokundukça cazırdıyarak, hışıldıyarak beyaz beyaz dumanlar salıvererek orada söneyim, serinleyim!

Ağrı yahut Modern Çağın Engizisyon işkencesi

Ya baş ağrısı! Ağız alışmış da “ağrı” diyorum, yoksa ağrı ne kelime! Ağrı benim çektiğimin yanında şifa gibi kalır…

Sanki iri yarı bir Rum dülger sırtıma çıkmış, bir ayağını omzuma basıp diğer ayağının dizkapağını da enseme dayamış, yapıda çalışır gibi beynime temel çivisi kakıyor. Hani sert kuru meşeler vardır, çivi işlemez de keser yedikçe piyano gibi inler, öter… Başım işte öyle inliyor, sırtım omuzlarım, ensem, üzerine adam binmiş gibi ağrıyor kırılıyordu. Bir dülger tam üç gün üç gece durmamasına çalıştı. Şakaklarım öyle atıyordu ki benim kafamın içinde bayram davulu bir saat, bir gün değil, köy düğünü gibi tam bir hafta vurdu.

Lâkin en dehşetlisi mafsal ağrılarıydı… Vücudumu taciz için demirciye verilmiş bir araba dingili zannettim. Bir demirin başına gelenler tamamen benim başımdan da geçiyordu. Evvelâ tavı bulmak için nöbetin o kızgın ocağında bir müddet ısıtılıp beyaz ateş hâline getiriliyordum. Sonra çelik ağızlı makaslar, keskin burunlu kıskaçlarla demirci ustası şuramdan buramdan bileğimden bacağımdan yakalayıp parça parça doğruyor, eziyor, uzatıyor, keyfine göre oynuyordu. Daha sonra usta çırak karşılıklı geçip beni örsün üzerine yatırıyorlar “caz!” diye suya sokup bırakıyorlardı. Yani ter imdadıma yetişip bir hazla sükûnet buluyordum. Dedim ya vücudumun eler tutar yeri kalmıyordu.

Sinir sızıları ise hepsinden berbattı… Dişçilerin damarı köreltmek için kullandıkları kıl gibi incecik telden bir alet vardır. Çürüğün içine sokup da çevirdikleri zaman insanın gözlerinden alev çıkar, yüreğinin vurması durur, nefesi tutulur, tıpkı onun gibi bir sızı. Hiç yoktan gelip bele giriyor “Aman!” diyemiyorsunuz. Mıhlanmış gibi aynı vaziyette kalıyorsunuz. Soğuk soğuk ecel teri döktüren bu sızıyı bir başkası, daha zorlusu, arka arkaya takib ediyor…

Evet muhakkak bu hastalık İspanyol nezlesi. Engizisyonun bütün işkenceleri mikroplarında yer tutmuş, ha insan vücudunu bir defa bu illete kaptırmış, ha engizisyon sergerdelerinden Turkomad ile İksimenez’e… Ateşte yakmaktan örste döğmekten başlayarak beyne çivi mıhlamağa, damarlara mil sokmağa kadar işkencenin her türlüsü tamam olmadan yakayı sıyırmak kabil değil! Herhâlde bu hastalık İspanya’da gelip geçmiş bütün boğaların, bütün esirlerin intikamını çıkarmıştır zannediyorum…

Ağızda kahve pişirmek derecesinde susuzluk

Ne susamaydı o! Ağzımın üzerine cezve tutsalar ispirto lambası gibi kahve pişecekti. Vücudumun sıcaklığından kabil olup da biraz kışa saklayabilseydim diye düşündüğüm de oldu. Odunsuzluktan tir tir donarken acaba İspanyol nezlesinin kırk derece sıcaklığını arayacak mıyım bilmem… Ben şimdi hiçbir şeye “olmaz!” demiyorum (…) Evet ne susamaydı? Bir türlü kanamıyordum, nehirler içsem kanamayacaktım. Gezdiğim gördüğüm uzak yerlerdeki çam korularının serinliğini, reçine kokulu menbaların suyunu istiyordum. Ama öyle sürahiyle, bardakla, maşrabayla değil… Yere diz çöküp başımı kaynağa daldırmak, bu vaziyette kocaman bir dağ keçisi gibi suları sakallarımdan şıpır şıpır göğse damlatarak uzun uzun, kana kana içmek… Bu ne keyifli olacaktı. O dakikada bir tarafa İzmir valiliğini, öbür tarafa bu dağ keçiliğini koysalar da “iste!” deseler tereddüt etmez, keçiliği isterdim. Düşününüz hararetin şiddetini…

İspanyol nezlesinin nöbeti de çok kabuslu, çok hayaletli oluyor. Bir kavle göre akrabamız, diğer kavle göre yabancımız o meşhur Zerdüşt yok mu? Bana musallat oldu, eski gümrük hamalları iriliğinde baldırı çıplak bir herif, ikide birde gelip göğsüme dizini basıyor. “Söyle benim cinsimi?” diye zorluyor, âlim olmadığımı nasıl anlatırsın. “Türk” diyorum, kızıyor, “Acem” diyorum kızıyor, çıldıracağım (…)

Ev fiyatına doktor ücreti!

Zihnimin içi hâlâ karmakarışık… Hatıratım yangından kurtarılıp cami avlusuna taşınıvermiş eşya gibi bir türlü sırasını bulup çıkamıyorum. Neydi o hâl? Ben daha yatakta inlerken evin halkı birer birer yatağa düştü. Beşikteki çocuktan mutfaktaki aşçıya kadar herkes hasta! Kim kime bakacak? Serildik kaldık… Bu harp senelerinde her millet ortaya bir marifetini koydu, İspanyollar da nezlelerini… Sanki cemiyet-i beşeriyeye elbirliğiyle fenalık etmek şart, bitaraf kaldığına sevindiğimiz İspanya’nın da hiç olmazsa bu kadar zararını görmek… Ne de çabuk yürüdü geldi. Daha dün “garip bir hastalık varmış!” diye okuduğumuz illet bugün kanımıza karıştı. Bereket ki hekimsiz, eczacısız savuşturabildik. Yoksa İspanya’yı da nezlesini de bu kadar ehven geçiştiremezdim.

Bu zamanda hekim ne demek! Evi rehine koymadan doktora buyurunuz demek kabil olamaz. Eczacı için de sandıkları karıştırıp satılığa birkaç parça mal çıkarmalı… Doktorun yalnız arabasına vereceğiniz meblağ ile evveli bir sünnet düğünü yapar, hayal, hokkabaz oynatır, bir mahalleyi eğlendirirdiniz. İllâ benim gibi köyde oturanlar hekimi akla getirmemeli (…) Benim bildiğim hastalık sırası değil… Baktın ki hastalandın, hekim lâzım ecza lâzım, gıda lâzım, bakıcı lâzım, insan zar zor ayağa kalkmalı, inleye inleye gidip odasının kapısını kilitlemeli, sonra yatağına uzanıp beklemeli (…) Neyse sıramı ben bu işte de atlattım, darısı size!”

Not: Yukarıdaki üç resim Tarih Vakfı yayınları arasında çıkan İstanbul 1920 adlı kitaptan alınmıştır.

Bu yazı daha önce Ali Şükrü Çoruk’un “Osmanlının Son Yılları (Kitabevi, 2016)” adlı kitabında yayımlanmıştır.

Twitter: @alisukrucoruk

Bu yazı ilk kez 2 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Ali Şükrü Çoruk
Ali Şükrü Çoruk
Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk - 1969 yılında Giresun’un Tirebolu ilçesinde doğdu.. 1986 yılında İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. Lisans öğrenimini 1990 yılında tamamladı. Aynı yıl öğretmenliğe başladı ve 1990-1994 yılları arasında Beykoz Denizcilik ve Su Ürünleri Meslek Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliği yaptı. Bu arada 1990 yılında başladığı yüksek lisans programını Prof. Dr. Kâzım Yetiş’in danışmanlığında hazırladığı Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu adlı teziyle tamamladı. 1994 yılında Milli Eğitimdeki görevinden ayrılarak İ. Ü. Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalına araştırma görevlisi olarak naklen tayin oldu. Aynı yıl başladığı doktora programını Prof. Dr. Kâzım Yetiş’in danışmanlığında hazırladığı Fazıl Ahmet Aykaç-Hayatı ve Eserleri- adlı teziyle 1999′da tamamladı. 2001 yılında yardımcı doçent, 2009 yılında doçent, 2014 yılında profesör oldu. Edebiyat, kültür ve basın-yayın tarihi, İstanbul, Osmanlı döneminde gündelik hayat, uygulamalı editörlük, fikir hareketleri, modernite ve modernizm başlıca ilgi ve çalışma alanlarıdır. Yazdığı, yayıma hazırladığı, editörlüğünü yaptığı kitaplardan bazıları: Abdülhamit Döneminde Kitap ve Dergi Sansürü, İstanbul 2014; İstanbul’un 100 Lâtifesi, KÜLTÜR AŞ, İstanbul 2012; Osmanlı Sarayında Gündelik Hayat, (Hafız Hızır İlyas Ağa), İstanbul 2011; İstanbul’un 100 Romanı, KÜLTÜR A.Ş., İstanbul, 2010; Mizah Şairi Fazıl Ahmet Aykaç, İstanbul, 2008; Mizah Penceresinden Millî Mücadele –Ya İstiklâl Ya Ölüm, Kitabevi, İstanbul, 2008; Boğaziçi Konuşuyor ve Kanlıca Tarihçesi, (A. Cabir Vada), İstanbul, 2004; Eski İstanbul Hatıraları, (Sadri Sema), İstanbul, 2002; Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, (Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey) İstanbul, 2001; İstanbul’da Ramazan Mevsimi, İstanbul 1998; Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul, 1995.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x