Hepimiz dünyayı olduğu halinden ziyade duyularımızın, düşüncelerimizin ve inançlarımızın şekillendirdiği bir filtreden geçirerek görüyoruz. Bu söz konusu filtre dünyaya bakış açımızı, verdiğimiz kararları ve hem kendimize hem de etrafımızdakilere yaklaşımımızı etkiliyor. Bu filtreyi meydana getiren bazı olumsuz düşünceler ve inançlar, yani kanılar bazen hayatımızda bize engel teşkil ediyor, cesaretimizi kırarak ileriye doğru adım atma konusunda bizi sınırlıyor. Peki, hayatı algılayış biçimimizi belirleyen bu filtreleri değiştirebilir miyiz? Olumsuz kanılarımızdan kurtularak hayata ve kendimize daha olumlu yaklaşabilir miyiz? Bunu nasıl başarırız?
Londra Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Rebecca Roache, Psyche web sitesinde yayınlanan yazısında René Descartes ve Immanuel Kant gibi ünlü filozofların görüşlerine de değinerek dünyaya nasıl daha olumlu bir filtreden bakabileceğimizi anlatıyor.
Yazının öne çıkan bazı bölümlerini paylaşıyoruz:
“Yeterince kalifiye olmadığınıza inandığınız için istediğiniz terfinin peşinden gitmemeye karar verdiğiniz oldu mu? Ya da rahatsızlık vereceğinizi düşündüğünüz için bir komşunuzdan yardım istemekten kaçındınız mı? Veya istediğiniz bir şeyi elde edemediğinize, bunu zaten hamlenizin bir işe yaramayacağına dair önsezinizin açıkça doğru çıkmasının teyidi olarak mı algıladınız? Bu gibi kötümser kanılar yaygındır ve önünüzde fark ettiğinizden daha büyük bir engel teşkil eder. Belki de bu tutumları değiştirmenin mümkün olduğu ya da bunu nasıl yapabileceğiniz hiç aklınıza gelmedi.
Sizi sınırlayan kanıları bulun
Aslında, size engel olan kanıları değiştirebilirsiniz ve değiştirmelisiniz. Bunu yapmak hayatınızı daha iyi hale getirecektir. Ancak öncelikle bu kanıları bulmanız gerekir. Bu, göründüğünden daha zordur.
Çoğu zaman, hayatımızda bize engel teşkil eden kanılar kim olduğumuzun o kadar büyük bir parçasıdır ki, onlara sahip olduğumuzu fark etmeyiz. Bu kanıların dünyayı algılama biçimimizi nasıl şekillendirdiklerinin farkında değiliz. Olaylara objektif bir şekilde baktığımızı sanıyoruz, ama öyle değiliz.
Sorun teşkil eden temel kanıları bulup çıkarmak, daha yakından bakmak için onlara ışık tutmak söz konusu olduğunda, filozoflar eskiden beri oldukça tecrübelidir. Bu süreç, 17. yüzyıl Fransız filozofu Descartes’ın yazılarında canlı bir şekilde gösteriliyor. İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar (1641) adlı denemesinde, bildiği her şeyin yanlış olabileceği aklına gelir, çünkü bunlar en başta duyuları aracılığıyla kendisine gelen bilgilere dayanmaktadır ve duyularımız bazen bizi aldatabilir. Descartes, önceden bildiğini düşündüğü her şeyi mutlak bir şekilde reddetmeye başlar ve yalnızca yanlış olmadığından kesinlikle emin olabileceği kanıları tekrar kabul etmeyi amaçlar. Descartes, inkâr edilemez o meşhur gerçeğe ulaşır: var olduğu gerçeğine. “Düşünüyorum, öyleyse varım”
İnandığınız her şeyi Descartes gibi bir kenara atmanıza gerek yok. Ancak en derinde yatan kanılarınızı gözden geçirmeniz size büyük fayda sağlayabilir.
Bu yoldaki engellerin çoğu yapısal engellerdir ve kişinin kontrolü dışındaki etkenlerden oluşur; cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğer eşitsizlik biçimleri gibi etkenler bazı insanların başarılı olmasını zorlaştırırken diğerlerinin hiç başarılı olamamasına sebep olur. Başarı için tavsiyelerde bulunurken bu dış engelleri göz ardı etmek zararlı olacaktır. Ancak başarımızın önündeki engellerden bazıları, çoğu zaman farkına bile varmadan kendi koyduğumuz engellerdir.
Kendi koyduğumuz engellerin yaygın örnekleri arasında, “vaktimi verimli bir şekilde harcamadığım sürece dinlenmeye hakkım yok”, “yardım istemeden bir şey yapamıyorsam beceriksizim” ve “kendimle ilgili daha olumlu bir bakış açısına sahip olmak beni dayanılmaz bir şekilde kibirli yapacaktır” yer alıyor.
Dünyaya bir filtreden baktığınızı kabul edin
Hiçbirimiz dünyayı ‘gerçekten olduğu’ gibi algılamıyoruz. 18. yüzyılda yaşayan filozof Immanuel Kant, numenler (nesnenin kendisi) ile fenomenler (nesnenin gözlemcinin algıladığı biçimi) arasında bir ayrım yaptı. Kant’a göre hiçbir zaman numenleri bilemeyiz; yalnızca fenomenleri bilebiliriz. Fenomenleri gözlemlediğimizde algıladığımız şey, dünyanın kendisiyle ilgili olduğu kadar bizimle ve gerçekliğe ve bu gerçeklik ile olan etkileşimimize yüklediğimiz anlamla da ilgilidir.
Biraz üstün körü bir biçimde ifade etmek gerekirse: Buradaki fikir, bu makaleyi okuduğunuz ekrana baktığınızda gördüğünüz şey, dünyanın ‘gerçekten olduğu’ şeklinden ziyade sizinle ve baktığınız şeyle olan ilişkinizle ilgilidir. Dünyanın algıladığımız biçimi ile dünyanın kendisi arasındaki bu ayrım, felsefenin fenomenoloji akımının temelini oluşturur.
Buradan çıkaracağımız ders şu olabilir: Dünyayı bir filtreden geçirerek görüyoruz. Bu filtre, diğer şeylerin yanı sıra, derinden bağlı olduğumuz kanıları da içerir. Bunu bir kez fark ettiğimizde, bu kanıları değiştirmeye çalışmak bir yana, gerçekliğimizi şekillendiren bu kanıları tanımlama aşamasına gelmeden önce bile dünyayı görmek için farklı bir filtre kullanma imkânını ve bu imkânı değerlendirdiğimiz takdirde dünyanın ne kadar farklı görünebileceği sorusunu ortaya çıkarırız.
Yavaşlayın ve açıkça ifade edin
Yüksek lisans danışmanım, merhum felsefe profesörü Hugh Mellor bana şöyle derdi: ‘Bir şeyi yazana kadar anlamazsın’. Sahip olduğumuz fikirler, en cazip bulduklarımız da dahil olmak üzere, bize tam olarak şekillendirilmemiş bir biçimde gelir ve bu durum söz konusu kanıların kusurlarını gizleyebilir. Bu kanıları ifade etmek, onları daha iyi anlamamızı sağlar ve bazen çok da mantıklı olmadıklarını ortaya koyar.
Birine bir fikri açıkladıktan sonra “Şimdi bunu yüksek sesle söylediğime göre ne kadar saçma olduğunu anladım!” dediğiniz olmuştur. Bu, bizi sınırlayan kanılar için de geçerlidir. Sorun şu ki, belki de bizi rahatsız ettikleri için bu kanıları dile getirmekten genellikle çekiniyoruz. Yine de cesur olmak ve bu kanıları doğrudan gözden geçirmek buna değecektir.
Bu nedenle, bir dahaki sefere hayatınızı kolaylaştıracak bir şeyi yapmakta isteksiz olduğunuzu fark ettiğinizde, kendinize bunun nedenini sorun. ‘Çünkü …’ diye başlayan cümleyi nasıl tamamlarsınız? İsteksizliğinizi günlüğe yazın. Bir arkadaşınıza anlatın. Söz konusu aktiviteyi neden yapmak istemediğinizi savunduğunuzu düşünün. Yaptığınız açıklama mantıklı geliyor mu? Eğer mantıklı gelmiyorsa, belki de bu kanıları Descartes gibi bir kenara atmanın zamanı gelmiştir.
Farklı bir filtre deneyin
Eğer bu isteksizliğinizin derinliklerine indiyseniz ve sınırlayıcı, filtre teşkil eden kanılarınızdan bazılarını ortaya çıkardıysanız, bir durun ve kendinizi kutlayın. Bu süreç sizin için gerçekten rahatsız edici olabilir; sonuçta dünyayla ve içindeki insanlarla kurduğunuz ilişkinin temellerini zorluyorsunuz ve bu tedirgin edici olabilir. Aslında o kadar tedirgin edicidir ki, bu kanılara karşı kanıtlarla karşılaştığımızda, genellikle daha derinden bağlı olduğumuz kanılarımızdan vazgeçmektense bu kanıtları tartışmaya açmayı veya reddetmeyi tercih ederiz.
20. yüzyılda yaşamış Amerikalı filozof Willard Van Orman Quine, kanılarımızın doğruluklarının nesnel bir teste tâbi tutulmasına bağlı olarak değil, diğer kanılarımızla ne kadar uyumlu olduklarına bağlı olarak ayakta durduğunu ya da çöktüğünü ve kanılarımız birbiriyle çeliştiğinde hangisini reddetmemiz ve (varsa) hangisini korumamız gerektiğinin her zaman net olmadığını ileri sürdü. Bunu ‘gerçekliği filtreleme’ terminolojimizle ifade edecek olursak: Gerçekliği filtrelemenin ‘doğru’ bir yolu olduğu beklentisini bir kenara bırakın. Quine’ın ortaya koyduğu şekilde ifade edecek olursak, bunu yapmanın tek bir doğru yolu yoktur. Yalnızca daha fazla ve daha az kullanışlı, kendi içinde tutarlı filtreler vardır.
Olumsuz temel kanılarımızı bile reddetmek rahatsız edici olduğundan, sizden henüz böyle bir şey yapmanızı istemeyeceğim. Bunun yerine daha hafif bir şey deneyin. Sadece eğlence için, temel kanılarımız farklı olsaydı yaptığınız seçimlerin nasıl farklı olabileceğini kendinize sorun.
Bakış açısında böylesi bir değişimin önemini hafife almak kolaydır. Temel kanılarımızı değiştirmek dünyaya bakış açımızı kökten değiştirebilir – aslında o kadar kökten değiştirir ki, 20. yüzyılda yaşamış Amerikalı bilim felsefecisi Thomas Kuhn bilimde bir dizi temel fikrin yerine bir başkasının geçmesini tanımlamak için ‘devrim’ kelimesini kullanmıştır.
Bilimsel devrimler tedirgin edici olsa da bilimin ilerlemesi için önemlidir; benzer şekilde, kendi temel kanılarınızı tekrar gözden geçirmek de tedirgin edici olsa da kişisel gelişim için önemli olabilir. Cesaretli olun ve deneyin. Bahse girerim, buna bir kez başladığınızda, bu alternatif kanıların de faydalı olabileceğine inanmak için sebeplerin olduğunun farkına varacaksınız. Ancak yine de uzun süredir sahip olduğunuz sizi sınırlayan kanılarınızı bir anda değiştirebileceğinizi beklemeyin. Dünyayı birçok filtreden biriyle gördüğünüzü fark etmek bile bu aşamada önemli bir ilerlemedir.
Kendinize yönelik çifte standarttan vazgeçin
Çoğu zaman kendimiz, seçimlerimiz ve önümüzdeki fırsatlar hakkında, diğer insanlar hakkında inanmayı aklımızdan bile geçirmeyeceğimiz şeylere inanırız. Bu da arkadaşlarımıza, akrabalarımıza, akıl hocalığı yaptığımız kişilere (ve benzerlerine) vereceğimiz tavsiyeler hakkında düşünmeyi, kendimiz hakkında mantıklı şeylere inanıp inanmadığımızı değerlendirmek için faydalı bir yol haline getirir.
Bir komşunuzdan yardım isteme konusundaki isteksizliğinize geri dönelim. Bir arkadaşınız komşusundan yardım istemeyi düşünseydi, bunu yapmamasını tavsiye eder miydiniz? Sanırım hayır – en azından, arkadaşınızla komşusu arasında bir husumet yoksa ya da ihtiyatlı davranmak için farklı iyi bir neden bulunmuyorsa. Komşularınızdan yardım isteme konusundaki isteksizliğinizi haklı çıkarmak için kullandığınız türden kanıları, örneğin “insanlar komşularına yardım etmekten hoşlanmazlar” gibi, arkadaşınızın içinde bulunduğu durum için uygulamayı düşündüğünüzde muhtemelen size saçma gelecektir.
Aynı şekilde, iyi bir neden olmadan, bir arkadaşınıza o terfinin peşinden koşmamasını tavsiye etmezsiniz ve bir alanda başarısız olduklarında şöyle yanıt vermezsiniz: ‘Gördün mü? Sana bunun asla işe yaramayacağını söylemiştim!’ Arkadaşlarınıza böyle davranıyorsanız, bu kişiler uzun süre arkadaşınız olarak kalmaz. Bunlar insanlara söylenecek destekleyici olmayan ve hatta düpedüz kötüleyici olan şeylerdir. Ancak siz de bir insansınız. Bir arkadaşınıza söylemeyeceğiniz bir şey varsa, bunu kendinize de söylememelisiniz.
İnsanlara karşı davranışlarımızı düzenleyen (etik, sosyal kurallar, görgü ve nezaket kuralları vb.) normlar vardır. Diğer insanlarla olan etkileşimlerinize uyguladığınız normları kendinizle olan etkileşimlerinize uygulamamanız için hiçbir gerekçe bulunmuyor. Başkalarıyla konuşurken incitici bir dil kullanmaktan kaçınmanın önemli olduğunu düşünüyorsanız, kendinizle konuşurken de bundan kaçının.
Rasyonel bir robot olmadığınızı kabul edin
Yine de bir uyarıda bulunayım. Kendinizden çok fazla şey beklemeyin. Özellikle de hiçbirimizin çok da rasyonel canlılar olmadığını kabul edin. Yanlış, hatta saçma olduğunu bildiğimiz bir kanıya sahip olduğumuzu kabul etmemiz, ancak yine de ondan etkilenmemiz mümkündür. Aslında bu son derece yaygın bir durumdur.
18. yüzyılda yaşamış İskoç filozof David Hume, nedenselliğe olan inancımız da dahil olmak üzere en temel kanılarımızın çoğuna sahip olmak için iyi bir nedenimiz olmadığını, ancak yine de onları ikna edici bulmaya devam ettiğimizi ileri sürüyor. İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (1739) adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Mantık, ihtirasların ancak kölesidir ve öyle de olmalıdır.”
İnandığımız birçok şey mantıklı görünmüyor. Sizi sınırlayan kanıları ortaya çıkarırken, kendinizi aşağıdaki gibi saçma sapan şeyler söylerken bulabilirsiniz: “Komşum bana yardım etmeyi teklif etti, ama ben yine de yardım istersem yük olacağımı hissediyorum.” Bunun nedeni, kendimiz hakkında sahip olduğumuz kanıların gerçekler kadar duygularla da ilgili olması ve duyguların bir gecede değişmemesidir. Kalbin akla yetişmesi biraz zaman alır, bu da sinir bozucu gelebilir ve kendimizi daha da sert bir şekilde eleştirmemize yol açabilir. Buna karşı koymaya çalışın.
Bazı durumlarda, temel kanılarımızı değiştirmek karakter özelliklerimizi değiştirmemizi gerektirir, örneğin, kendi kendimize daha az yetinmeyi ve başkalarından yardım kabul etmeye daha açık olmayı öğrenmemiz gerekebilir, bu da zaman ve pratik gerektirir. Aristoteles doğru karakter özelliklerini ya da erdemleri öğrenme süreci hakkında yazmış ve bunun yıllar süren bir çalışma gerektirdiğini, kişinin kendisini doğru insanlardan oluşan bir topluluğun içine çekmesi ve doğru rol modellerini takip etmesiyle desteklendiğini kabul etmiştir.
Buradaki esas mesele, kendinize karşı sabırlı olmanızdır. Kendiniz hakkında ortaya çıkardığınız şeyleri kabul edin. Duygular zamanla değişir.”
Bu yazı ilk kez 28 Ekim 2022’de yayımlanmıştır.