Günümüzün en önemli küresel sorunlarından biri olan göçmen ve sığınmacı krizi, hükümetlerin bu sorunlara yönelik mevcut politikalarıyla çözülemiyor. Uluslararası kuruluşlar da bu yakıcı soruna çare bulmakta acz içinde. Göç veren ülkelerin ekonomik, sosyal, kültürel ve güvenlik sorunları göçün hedeflediği ülkelerin siyaset elitini, karar vericilerini, akademik ve iş çevrelerini ciddi endişe ve tartışmalara sevk etmeye devam ediyor. Bu çözümsüzlük içinde göç sorunu da ulusal ve küresel sonuçlar doğurmaya devam ediyor.
Küreselleşme çağdaş dünyanın en önemli olgularından biri olarak hepimizin gündemini bir şekilde meşgul ediyor. Hemen herkesçe kabul gören en basit tanıma göre; küreselleşme malların, sermayenin ve fikirlerin serbest dolaşımıdır. Daha kapsayıcı bir tanımla da “Küreselleşme; insanlar, şirketler ve farklı ulusların hükümetleri arasında bir etkileşim ve bütünleşme sürecidir, uluslararası ticaret ve yatırım tarafından yönlendirilen ve bilgi teknolojisinin desteklediği bir süreç.”[efn_note]http://www.globalization101.org/what-is-globalization/[/efn_note]
Bugün tartıştığımız küreselleşme olgusu özellikle Soğuk Savaş sonrası tüm dünyayı etkisine alan bir süreç haline gelmişse de kavramın kendisi pek de yeni değil. Binlerce yıldır insanlar uzak mesafeleri aşarak tıpkı Çin ve Hindistan’ı Avrupa ve Afrika’ya bağlayan tarihi İpek Yolu deneyiminden de bildiğimiz gibi birbirleriyle alışveriş yapıyor. Yüzyıllardır insanlar ve şirketler diğer ülkelerde ticaret ve yatırım yapmaya devam ediyor. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD başta olmak üzere ekonomik olarak güçlü ülkelerin ve büyük şirketlerin politikaları ve teknolojik gelişmeler uluslararası ticareti, yatırımları ve göçleri öylesine artırdı ki, birçok gözlemci dünyamızın niteliksel olarak yeni bir evreye girdiğine inanmaya başladı.
Bu çağdaş küreselleşmenin farkını Thomas Friedman şöyle anlatıyor: “Piyasaların, ulus devletlerin ve teknolojilerin daha önce görülmemiş dereceye kadar -bireylerin, şirketlerin ve ulus devletlerin dünyanın dört bir yanına her zamankinden daha fazla, daha hızlı, daha derin ve daha ucuza ulaşmasını sağlayacak şekilde- amansız entegrasyonu…. serbest piyasa kapitalizminin dünyadaki hemen hemen her ülkeye yayılması.”[efn_note](T.L. Friedman, The Lexus and the Olive Tree, 1999, s. 7-8).[/efn_note]
İşte bu amansız entegrasyon dalgalarıyla birlikte gelen küreselleşme, ekonomileri içeride ve dışarıda rekabete açan politikalar tarafından da tahrik ediliyor. Özellikle son 30 yıl boyunca birçok hükümet serbest piyasa ekonomik sistemini kabul ettiler, ticaret ve yatırımın önündeki engelleri büyük ölçüde kaldırmak için uluslararası anlaşmalar akdettiler. Şirketler yabancı ülkelerde fabrikalar kurdular ve yabancı ortaklarla üretim ve pazarlama anlaşmaları yaptılar. Bundan dolayı, uluslararası sınai ve mali iş yapısı küreselleşmenin alamet-i farikası oldu.
Teknoloji, küreselleşmenin diğer ana muharriki oldu. Özellikle bilgi teknolojilerindeki ilerleme iktisadi hayatı çarpıcı bir biçimde dönüştürdü. Bilgi teknolojileri; tüketiciler, girişimciler, tüccarlar gibi her türden bireysel iktisadi oyuncuya, dünya çapında ekonomik fırsatları ve trendleri daha hızlı ve detaylı bir şekilde izleme, varlık transferlerini kolaylıkla gerçekleştirme ve çok uzak yerlerdeki muhatapları ile iş birliği yapma konusunda değerli yeni araçlar sağladı.
Bununla birlikte, küreselleşme çok tartışmalı bir olgu. Küreselciler, küreselleşmenin yoksul ülkelere ve onların vatandaşlarına iktisadi gelişme ve kendi hayat standartlarını artırma fırsatı sunduğunu iddia ediyor. Küreselleşme muhalifleri ise, dizginsiz bir uluslararası serbest pazarının yaratılması; yerel girişimlerin, yerel kültürlerin ve sıradan insanların kaybı pahasına Batı dünyasındaki çok uluslu şirketlere fayda sağlandığını öne sürüyorlar. Bunun sonucu olarak küreselleşmeye direnme hem halk hem de hükümetler düzeyinde tezahür ediyor; hükümetler de mevcut küreselleşme dalgasını oluşturan sermaye, emek, mal ve fikirlerin akışını yönetmeye çalışıyor.
Küreselleşmeye evet ama emeğin serbest dolaşımına hayır
Doğası gereği küreselleşmenin malların, sermayenin ve fikirlerin serbest dolaşımı ile birlikte doğal üretim faktörlerinden biri olan emeğin, yani insanların serbest dolaşımını da kapsaması beklenir. Avrupa Birliği (AB) gibi bölgesel bir ulus-üstü yapılanmada bu başarılmakla birlikte, küresel düzeyde bu hiçbir şekilde söz konusu olmadı. Bunu hedefleyen görüşler olmakla birlikte emeğin serbest dolaşımı ulus-devletlerin direncini aşamadı. Ulus-devletlerin iç emek pazarını, iç üretimi, ulusal güvenliği ve ulusal kültürü korumak gibi gerekçeleri günümüz şartlarında hâlâ geçerliliklerini sürdürüyor.
Ancak günümüzde göçmen ve mülteci krizi akut bir sorun olarak ulus devletlerin, AB gibi ulus-üstü yapıların ve Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere ilgili birçok uluslararası teşkilatın gündemine girdi. Ekonomik nedenlerden kaynaklanan göçmen akını güneyden kuzeye doğru kesintisiz devam ediyor. Asya ve Afrika’nın yoksul ülkelerinden Avrupa’nın zengin ülkelerine, Latin Amerika’dan ABD’ne yönelik göçmen akını esas olarak küresel düzeydeki zengin ülkeler-fakir ülkeler gerçeğinden kaynaklanıyor.
Daha genel ifade ile yoksul güney, zengin kuzeye doğru hareket halinde. İbn-i Haldun’un dairevi medeniyet teorisi açısından bakılırsa, uzun vadede bu sürecin Bedevilerin Hadariler üzerinde hâkimiyeti ile yeni bir medeniyetin mayalanmasına doğru evrileceği ihtimalinden de bahsedilebilir.
Küreselleşme aleyhtarları bu çelişkiyi küreselleşmeye, daha doğrusu kapitalizmin küreselleşmesinin doğurduğu adaletsizliğe bağlıyorlar. Küreselciler ise küreselleşme sayesinde yoksul ülkelerde emeğin görece ucuzluğundan istifade ederek şirketlerin yatırımlarını yoksul ülkelere kaydırması ve ticaretin küresel düzeyde yaygınlaşıp artması ile birlikte dünyada açlık ve yoksulluk düzeyinin göreceli olarak azaldığını ve genel trendin bu yönde devam edeceğini ileri sürüyor.
Bununla birlikte meseleyi tarihsel bağlamı içinde ele alırsak, bugünkü uluslararası adaletsizliğin temellerini Avrupa kolonyalizminin başlangıcına yani 16. Yüzyıla kadar geri götürebiliriz. Kolonyalizmin kanlı tarihi boyunca servet ve kaynaklar bugün göç veren ülkelerin bulundukları bölgelerden emperyalist ülkelere aktarıldı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra eski kolonilerin bağımsızlığına kavuşması ekonomik kalkınma ve zenginleşme için bir umut yaratsa da, emperyalist dönemde görünür hale getirilen ve bugünkü çatışmalara kaynaklık eden iç husumetler, kabile çekişme ve çatışmaları, insan kaynaklarının yetersizliği, aç gözlü idareci sınıfların yolsuzluk ve baskıları, eski kolonyal güçlerin müdahaleleri kalkınma ve zenginleşme umutlarının kısa sürede buharlaşmasına ve bu ülkelerin ekonomik ve siyasal krizlerin kucağına yuvarlanmasına sebep oldu.
Mülteci krizinin kökleri
Ekonomik sebeplere dayalı göçmen hareketine, günümüzde artık siyasi nedenlere dayalı mülteci krizi de eklendi. Bu güncel krizin köklerini Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline, bu işgalin özel olarak Pakistan ve genel olarak tüm İslam ülkeleri üzerindeki etkilerine, komünizmin yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’ne karşı verilen savaşın ürünü olan El Kaide gibi terörist örgütlerin bu kez ABD’ne karşı başlattığı asimetrik savaşa ve 11 Eylül olaylarından sonra ABD’nin terörle mücadele adı altında Afganistan’a, akabinde de Irak’a müdahalesinin doğurduğu tabloya ve Arap Baharı’nın Kuzey Afrika ve Güneybatı Asya’da tetiklediği iç savaş ve çatışmalara bağlamak yanlış olmaz.
Tüm bu sorunların doğurduğu mülteci krizinde savaş ve çatışma bölgelerinden kaçan insanların nihai hedefi Avrupa ülkeleri olsa da, gerçekte mültecilerin ağırlıklı yükünü zengin Avrupa ülkelerinden ziyade, savaş ve çatışma bölgesine komşu olan Türkiye, Lübnan ve Ürdün gibi ülkeler çekiyor. Avrupa’da ise Akdeniz güneyinden gelen mülteci kitleleri ağırlıklı olarak İtalya’yı, doğusundan gelenler ise Yunanistan’ı meşgul ediyor. 2015 yılından itibaren bu iki ülkede kitlesel düzeyde bir birikim olması ve bu insanların AB ülkelerinin kapılarını zorlaması Avrupa’da ciddi bir paniğe sebep oluyor.
Göçmen ve mülteci akınlarına müşterek insani bir çözüm aramak yerine hem AB hem de münferit olarak Avrupa ülkeleri emeğin küresel dolaşımı için örnek alınabilecek insanoğlunun ulaştığı en geniş çaplı bölgesel uygulama olan Schengen’i tartışmaya açıp, kapılarını kapama sonucunu doğuracak politikalara yöneldiler. Oysa Avrupa Politikaları üzerine araştırmalar yürüten Daniel Gross, bu tutumun Avrupa güvenliğini olumsuz etkileyeceğini savunuyor.[efn_note]https://www.project-syndicate.org/commentary/schengen-open-borders-help-security-by-daniel-gros-2015-12[/efn_note]
İçe kapanmayı, sınırları kapatmayı savunan popülist ve milliyetçi partiler hemen tüm Avrupa ülkelerinde güçlendi. O dönemde Bulgaristan’ın Türkiye sınırını, Macaristan’ın Sırbistan sınırını tel örgülerle kapatması, kapalı sınırlar politikasının simgesel ama trajik sonucu olarak gerçekleşti.
Bu rüzgarın doğurduğu dalga, Birleşik Krallık’ın, 20. Yüzyılda Avrupa’nın başardığı en büyük barışçı proje olan AB dışına savrulmasına yol açtı. Bu gelişme, ulusal sınırların anlamını yitirdiği ve malların, insanların, sermayenin ve fikirlerin serbestçe dolaştığı birleşik bir Avrupa düşleyen sıradan insanlar ve küreselleşme taraftarları için düş kırıklığı yarattı.
Öte yandan aynı tablo o dönemde Birleşik Devletler’de de benzer sonuçlar doğurdu; yükselen popülizm dalgası, gelir gelmez yedi Müslüman ülkenin vatandaşlarına Amerika’ya giriş yasağı getiren ve Meksika sınırına duvar örmek isteyen Donald Trump’ı iktidara taşıdı.
Joseph E. Stiglitz bu politikanın küresel ekonomi için bir tehdit olduğunu, ancak her halükarda insanlığın küresel olarak birbirine bağımlı olmaya ve müşterek problemlerle yüzleşmeye devam edeceğini ifade ediyor.[efn_note]https://www.project-syndicate.org/commentary/macron-fight-against-populism-by-joseph-e–stiglitz-2017-05[/efn_note]
Popülizm ve milliyetçiliği köpürten, küreselci fikirleri gerileten bu dalga siyasi ve ekonomik bir sorun olarak tezahür etse de esasen bu bir insanlık krizi ve zengin kuzey yoksul güneyli insan kardeşlerine sırt çevirerek bu kriz karşısında iyi bir sınav veremiyor.
İş birliği ve paylaşımı mümkün kılacak açık, ön yargısız ve empati temelli bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Ağustos 2020’de yayımlanmıştır.