“Yıllar önce New York’ta adı zor anlaşılan bir taksi şoförüne rastladım, Pakistanlıymış. Bana nereden geldiğimi sordu, ben de İtalya dedim. Nüfusumuzu sordu, sayımızın bu kadar az olduğuna ve İngilizce konuşmadığımıza şaşırdı. Sonra düşmanlarımızın kim olduğunu sordu. Ben “Efendim?” deyince de sabırlı bir edayla ihtilaflı topraklar, etnik temelli nefret, sınır ihlalleri gibi nedenlerden dolayı hangi halklarla yüzyıllardan beri savaş halinde olduğumuzu öğrenmek istediğini anlattı. Ona hiç kimseyle savaş halinde olmadığımızı söyledim. Bana yine büyük bir sabırla tarihi anlamda rakiplerimizin kim olduğunu -kimin bizi öldürdüğünü, bizim de kimi öldürdüğümüzü- bilmek istediğini anlattı. Ona yine böyle bir şeyin olmadığını, son savaş halinden beri yarım yüzyıldan uzun bir sürenin geçtiğini, üstelik o savaşa da bir düşmanla başlayıp başka bir düşmanla bitirdiğimizi söyledim. Ama şoför verdiğim cevaptan hoşnut kalmadı. Düşmanları olmayan bir halk olabilir mi? Taksiden inerken, miskin barışçılığımızı telafi etmek için ona iki dolar bahşiş bıraktım, ama sonra asıl vermem gereken cevap aklıma geldi, çünkü İtalyanların düşmanlarının olmadığı doğru değil. İtalyanların dış düşmanları yoktur veya en azından düşmanlarının kim olduğunu kararlaştırmak için anlaşmaya varacak durumda değiller, çünkü birbirleriyle savaşmakla meşguller.”
Umberto Eco, Düşman Yaratmak
Eco’nun İtalyanlar için söylediğini kendimize uyarlayabilir miyiz, ne dersiniz? Düşman olarak da galiba ‘biz bize yeteriz’. Ölçüsüz düşmanlıklar, farklı saydığını insanlıktan tard eden ve onu itlaf edilecek insan-altı varlık olarak konumlandıran saldırgan tutumlar, son zamanlarda sosyal medya eliyle daha da yaygınlaşmaya başladı.
‘Sosyal medyaya iki saat göz gezdiren birisi, bu toplumun önce nefretle kundaklandığını anlar. Bu nefret sarmalından çıkmalı, iyileşmeliyiz. Bizi yangına körükle giden klavye pehlivanları değil, yangını söndürmek için canını dişine takan o güzel eylem insanları iyileştirecek.’ Bu sözleri bir sosyal medya mecrasında yazdım zira bir toplumu kenetlemesi, acıda ve kederde birleştirmesi gerektiğine inandığım büyük bir afet karşısında dahi, ayrışmayı başarabilmiştik.
Halbuki afet zamanları, kuvvetli bir biz duygusu inşa edebilmek ve birbirimizle yürek hizasında durabilmek için büyük bir imkân tanır. Yaslanacak bir omuz aradığımız ve bir diğerimize teselli vereceğimiz zamanlarda, neden birbirimizle itişmeyi yeğliyoruz? Bunu anlamaya çalışmalıyız.
‘Nefret ediyorum o halde varım’
Düşman bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten alıkoyar. Yaşadığımız çaresizlik ve umutsuzluğu iyileştirir, sefaletimiz için bir sebep sunar. Düşmanı işaret ettiğimiz parmak, dikkatimizi kendi içimizden ve yüzleşmemiz gereken kusurlarımızdan alır ve uzaklara, bizi tehdit eden ve asla ıslah olmayacak o kötülük yuvasına taşır. Düşman yoksa da onu icat etmek gerekecektir.
Nefretin psikolojisi üzerine yazan kimi yazarlar onu bir duygu olarak öfkeden ayrı bir yerde tutmuşlardır: Öfkenin bir adalet talebi olabilir, bir şeylerin daha iyi olmasını isteyebilir. Oysa nefret, yöneltildiği kişi, grup veya düşüncenin iflah olmazlığına, içkin kötülüğüne kayıtsız şartsız iman etmiştir. Tüm duyguların bir bağ oluşturmak anlamına geldiğini söylemek mümkün elbette, ancak en güçlülerinden biri olan nefret, kesinlikle bir bağımlılık türüdür. Tiffany Watt Smith, Duygular Sözlüğü adlı kitabında “Her şeyden bıkıyoruz. Başkalarını küçük düşürmek ve onların kusurları karşısında kendimizi tebrik etmek dışında” diyor.
Bünyemize kabul ettiğimiz her nefret dozu, verdiği hazzın yanı sıra daha fazlası için de bir boşluğu oyuyor içimizde, giderek bizi tanımlayan, kendimizi onunla tanımladığımız bir varlığa bürünüyor bu boşluk. ‘Kusur buluyorum o halde varım’ düşüncesi giderek evrimleşiyor ve kişi kendisini sadece olumsuzlukla, göründüğü şeyin tersiyle tanımlayabilir hale geliyor ve sonunda şöyle diyor: ‘Nefret ediyorum o halde varım.’ Nefret eden, adeta başkalarının benliğini yok etmek için yaşar.
Kitlesel isteriden kendimizi uzak tutabilmek
İnsanlar başka insan veya gruplardan ne yaptıklarından, eylemlerinden dolayı değil, daha çok kim olduklarından dolayı nefret eder. Hor görülüp, aşağılanıp, kırıldığımızda, iniltimizi duyurmamız yasaklandığında bastırdığımız nefret, giderek karanlık sularını yükseltmiştir içimizde.
Nefret sadece ötekinin olumsuz algısı üzerine temellenmez, nefret duyanın kişisel hikayesi, kimliği ve ideolojisi de bu tahripkâr duygunun gelişmesine zemin hazırlar. Sözgelimi hayatın uğraklarında hayal kırıklığını ziyadesiyle yaşamış ve kendisine bir çıkış yolu bulamamış kişi, bunun için suçlayacak, hıncını alarak rahatlayacağı bir nesne arar.
Oysa birey olmak tam da kitlesel isteriden kendimizi uzak tutabilmemizle mümkün. Linç kalabalığına katılmaktan geri durabilecek bir ‘olmak cesareti’ni gösterebilmekle, klişelere ve kamuoyuna ayak direyebilmekle, ‘göze alabilme özgürlüğü’ ile mümkün. Nefret, tarihin kimi dönemlerinde bir salgına dönüşür ve çürümüş ruhlar, ölüm severliği yücelterek onu toplumun en uç hücrelerine dek taşır. ‘Nefretin en korkunç yanı’ diye yazmıştı Orwell 1984’te, ‘insanın katılmak zorunda olması değil, katılmaktan kendisini alıkoyamamasıydı’.
Günümüzün imge ve sansasyon toplumunda, sosyal medya anlık parlama ve patlamalarla insanları öfkeli kalabalıkların içine çekiyor ve duyguları keskinleştiriyor. Okuduğumuz içerikler bize sert duygular şırınga ederek, doğru ve yalanı sorgulamaksızın, bir nefret selinin içine katıyor. Zaten teyit önyargısıyla bizim düşüncelerimizi destekleyen yalanlara daha çok itibar ediyor ve bizi haksız çıkarabilecek doğruları kolaylıkla görmezden gelebiliyoruz.
İnsan, hasım gördüğünden kötülük bekliyor, kötülüğü kendi muhitinden olanlara nisbetle hasmına daha ziyade yakıştırıyor. Bireysel düşüncenin yerini grup düşüncesi aldığında, grubun içindeki insanlar birey olarak düşünmeyi ve grubun değer, ülkü ve eylemleri üzerine eleştirel bir muhakemede bulunmayı terk ettiklerinde, bireysel düşünce ihtiyacı kaybolur ve kendi başına düşünmek bile gruba sadakatsizliğin bir alameti olarak yorumlanır. Oysa bilinç, bireye özgüdür ve bilinç itidal ve tereddüde ihtiyaç duyar, buna mukabil kitlelerin bilinci değil yalnızca güç açlığı vardır.
Benliğini nefretle inşa etmek
İnsanın kendi benliğini, savunduğu şeyleri sevmek yerine onu karşısında olduklarından nefret etmekle inşa etmesi onu klişelerin tutsağı ya da çarkın iyi yağlanmış bir dişlisi haline getiriyor.
Bu durumu olgunluk ve çocuksuluk ikilemi olarak da ele alabiliriz. Olgunluk, kendimden ve bana benzer saydıklarıma eleştirel bir mesafeden bakabilmem kadar kendimden saymadığımın hikayesine kulak verebilmemle ortaya çıkar.
Çocuksuluk ise kendi tarafımızı hakikatin yegane temsilcisi olarak görmekle kendisini gösterir. Bir Sivas türküsünde söylendiği gibi: ‘Gökte uçar huma kuşu/ Bilmeyenler atar taşı / Enginlik gönülün işi / Engin ol gönül engin ol’.
Belki de bütün meselemiz bir karakter ve erdem krizidir: Olgunlaşma yolculuğunun zahmetli basamaklarını tırmanmak yerine, bizi bu zahmetten azat edecek çocuksu mazeretlere sığınmayı yeğlemişizdir. Farklı seslere ruhumuzu açarak kendi ön kabullerimizi sorgulamak yerine, ideolojik mevzilerimizde, sarsılmaz haklılığımızla kendi sesimizin yankısıyla sarhoş olmayı seçmişizdir.
Oysa hınç ve nefret bir kez topluma yayıldığında, cinin şişeden salınmasında olduğu gibi, onu yeniden şişeye döndürmek imkansızdır. Şiddet bu zincirden boşalmış nefretin meyvesi olarak karşımıza çıkar. Nefrete muhatap olan kişinin insanlığı yaralanır, hayatla bütünleşme yeteneği ve haysiyeti zedelenir.
Nefret sadece nefret doğurur. ‘İnsan belki bir düşmanla karşılaşırım diye yürekte kin, cepte taş taşımamalıdır’ der Elias Canetti ve sorar: ‘Kafanda başkalarına yüklediğin bütün o kötü şeyler-nereden buldun onları?’ O yüzden erdemli bir hayatın yolu kişinin kendi benliğini sorgulayabilmesinden, olan biten yanlışlarda kendi sorumluluğunu üzerine alabilmesinden geçer.
Nefret sarmalından nasıl çıkarız?
Yunan asıllı Fransız düşünürü Cornelius Castoriadis, “Bir toplumu bir arada tutan şey, o toplumun anlamlar dünyasının birlikteliğidir” demişti. Bu birliktelik, en temel düzeyde, toplumun bireyleri arasında sevinçte ve tasada ortaklığı doğuran bir imge benzeşmesine ihtiyaç duyuyor. Türkiye her gettonun kendi anlam dünyasını ürettiği, birbirinin sevinç ve keder diline yabancılaştığı bir Babil Kulesi’ni andırıyor giderek.
Bu nefret sarmalından çıkmalıyız. Nobranlık ve hoyratlığın toplumsal normlar haline gelmesini engellemeliyiz. Bunun için de önce söz söylemenin maliyetini azaltmalı, birbirimizle rahat ve anlaşmak gayesiyle konuşabileceğimiz bir sohbet zemini oluşturabilmeliyiz.
Sanal platformlarda, sosyal paylaşım ağlarında ortaya atılan bir iddia, doğrulanma ihtiyacı duyulmaksızın, sadece geniş kitlelerin hüsnü kabulüyle kendinden menkul bir meşruiyet kazanıyor. Bir bozkır yangını gibi, alevleriyle uyarı vermeden geniş alanları karartarak sessiz ve derinden kavuruyor toprağın bağrını. Siyasi söylemin akli payandaları aşınıyor, toplumsal sermaye tükeniyor. Duygu ve algı yönlendirmesine dayalı olarak, kurum ve kişilerle alakası olmayan bilgiler, eksik ve eski bilgiler yani yanlış yere ait gerçekler ve giderek düpedüz yalanlar sosyal mecralara servis edilerek, toplumun yapı taşları domino etkisine maruz bırakılıyor. Sosyal medya kullanıcıları da kullanışlı birer alet gibi kendi mahallelerinin değer ve söylem yelpazesine göre bu yangında körük vazifesi görüyor. Oysa benden farklı olan bana tehdit değil tekliftir. Hayatı yüceltmeliyiz, canı ve canlılığı, varlığın haysiyetini baş tacı etmeliyiz. Turgut Uyar, Korkulu Ustalık eserinde, “Kıyamet kopsa elinde bir hurma fidanı bulunuyorsa hemen dik” hadisinden bahsederek, “Bu hadisi her ne olursa olsun bir ağaç dik’ anlamında değil, ‘her ne olursa olsun hayatı sürdür’ anlamında buluyorum ve güzelliği beni ürpertiyor” demişti.
Ölümseverliği yaşamseverlikle değiştireceğimiz, dertte ve sevinçte ortak olabileceğimiz, ‘bizi ayıran nehir’in iki yakasından yeniden köprüler inşa edebileceğimiz barışçıl bir iklime ihtiyacımız var.
Pandemi bizi yordu, düşmanlar aramak bizi yordu, didişmek bizi yordu. Bir kıyamet hissiyatının ağır, koyu, ıslak bir battaniye gibi göğümüzün üzerine kapandığını duyumsuyoruz. Gerçeğin üstünün örtülmediğine, ardımızda hançerler saklamadığımıza, karşılıklı konuşurken neyi kast ediyorsak onu söylediğimize yeniden inanabilmeliyiz. Konuştuğumuzda bir imgeyi muhatabımızda yaratacak sahih ve sahici bir dili kendimizde yeniden bulmalıyız ki ortak rüyalar görebilelim. George Elliott, doğduğumuz ve büyüdüğümüz yerleri “nesnelerin bizler daha seçim yapma zahmetini tanımadan gönlümüzü fethettiği yerler” olarak nitelendiriyordu, sosyal ağlarda büyüyen bir nesil gönlümüzü fetheden müşterek nesnelere/ duygulara aşina değil, o aşinalığı zahmetle de olsa, naiflikle yaftalanmak pahasına da olsa bir nezaket ve ihtimam dilinde kurmamız gerekiyor. Bu bahaya değer.
Nefret sarmalından birbirimize güvenmeyi öğrenerek çıkabiliriz. Yüreğin sınırlarını esnetip genişleterek, gönlümüze engin olmayı öğretecek bir olgunlukla, bir nebze derviş bir kalple. Türkçemizin ulusu Yunus’un bir kanat açışıyla işaret ettiği gibi:
“Derviş bağrı baş (yara) gerek, Gözü dolu yaş gerek, Koyundan yavaş gerek, Sen derviş olamazsın.
Döğene elsiz gerek, Söğene dilsiz gerek, Derviş gönülsüz gerek, Sen derviş olamazsın
Dilin ile şakırsın, Çok maniler okursun, Vara yoğa kakırsın, Sen derviş olamazsın
Kakımak varmışsa ger, Muhammed de kakırdı, Bu kakımak sende var, Sen derviş olamazsın…”
“Öteki”ni anlamak
“İnsan davranışlarına gülmeye veya ağlamaya değil, onlardan nefret etmeye değil, sadece anlamaya çalıştım” demiş Spinoza. Kendi mevziinden ötekine sövüp saydıran insanların arasında mutedil bakış açısı kayboluyor. Ruhu çoraklaşmış bazı insanlar sırf kendi egolarını tatmin edebilmek, bir parça ilgi dilenmek için yalan, iftira, küfür, nefret söylemlerini başkalarının üzerine boca etmekten imtina etmiyorlar, bundan hicap duymadıkları gibi çarpık kişiliklerini sergilemekten haz alıyorlar.
Henüz, akl-ı selim ve hakkaniyete değer yükleyen çok daha geniş bir topluluğun ise ötekine onu incitmek için değil, onu anlamak için nazar etmesi gerekiyor. İyi demokrasiler de iyi evlilikler gibi gürültü patırtıyı hazmedebilen, çatışmaya dayanıklı bir doğayı gereksinir.
Nefretin az ilerisinde sevgi duruyor olabilir pekâlâ. Dostluğu seçebiliriz, her defasında tekrar seçmemiz gereken şeydir dostluk ve yaşamseverlik. Dostluk, nefreti içinde eritebilir, zira ‘sevgi görünmez olanı görünür kılar’. Dostluğu seçmekle düşünülemez olan barış yeniden düşünülebilir hale gelir. İnkâr edilen bağlanma yeniden tesis edilir.
Negatif karşılıklı bağımlılık yerine, birbirimize kaçınılmaz bağımlılığımızı kabullenmeliyiz. Kimse bize “ötekini sevme yasağı” getiremez. Sevgiyi baskılamak ve aramızdaki bağı yok saymak bizi bugüne dek nefrete esir kılmış olabilir. Nefret hapishanesinden çıkalım artık, her birimizin ötekine anlatabileceği hikayeler var ve bir diğerinin acılı hikayesine kulak vermiş kimse ona sonsuza dek düşman kalamaz. İnsan insana şifa ve tesellidir, yeter ki gönül engin/ergin olabilsin.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Ağustos 2021’de yayımlanmıştır.