Küresel iklim değişikliği politikalarının en önemli anlaşmalarından olan 2015 Paris Sözleşmesi nihayet TBMM’de onaylandı ve böylece Türkiye’de, sadece enerji sektöründe değil, ekolojik, ekonomik ve sosyal politikalarda büyük değişimler gerektiren yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönemin ilk işaretlerinden biri de, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın adının değiştirilip Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yapılması oldu.
Kamuoyu da iklim değişikliği konusunun öneminin farkında, özellikle geçtiğimiz aylarda aynı anda farklı yerlerde başlayan orman yangınları ve sel felaketleri birbirini takip edince konu iyice gündeme taşındı. Geçtiğimiz günlerde kamuoyu araştırma şirketi Konda tarafından yapılan bir ankete göre, Türkiye’deki seçmenin %75’i küresel ısınmanın gerçek bir sorun olduğunu düşünüyor. Bu da inanılanın aksine, Türkiye toplumunda, Avrupa’dan bile daha fazla oranda bir iklim bilinci olduğunu gösteriyor.
Paris İklim Anlaşması’nı onaylaması ile Türkiye’nin uluslararası bazı yükümlülükleri oluştu. Örneğin, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Guiterres, Türkiye’nin, 2053 yılına kadar net sıfır emisyon taahhüdü kapsamında hazırlaması gereken Ulusal İklim Eylem Planı’nı en kısa sürede sunmasını beklediğini söyledi.
Buna ilaveten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması uygulamasının küresel sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırma hedefiyle uyumlu olacağını Eylül ayında New York’taki BM Genel Kurul toplantıları sırasında yaptığı konuşmayla da taahhüt etti.
İş dünyası ve sivil toplum örgütleri de Paris Anlaşması’nın onaylanmasından son derece memnun. 2016 yılında imzalanan ama onaylanması için bugüne kadar beklenen Paris İklim Anlaşması’nın hayatlarımıza nasıl bir değişiklik getireceğini, onay ile birlikte başlayan yeni dönemin özelliklerinin ne olacağını anlamak için önce neden bu kadar uzun süre onay için beklendi, sorusuna yanıt vermemiz gerekiyor.
İklim değişikliği diplomasisinde Türkiye’nin özel durumu
Paris Anlaşması’nın da temellerini oluşturan ve küresel ısınmaya yönelik ilk uluslararası anlaşma olan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılında Rio’da imzaya açılmıştı. Sözleşme, gelişmiş ülkelerin sanayi devriminden sonra iklim değişikliğine sebep olan sera gazlarını atmosfere diğer ülkelerden daha çok salmalarından ötürü daha fazla sorumluluk almaları gerektiği düşüncesine dayanıyordu. Bu dayanaktan yola çıkarak da farklı yükümlülüklere göre ülkeleri üç gruba – Ek 1, Ek 2 ve Ek Dışı – olarak ayırmıştı. Ek 1’de OECD üyesi ülkeler, AB üyeleri ve Pazar Ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeler yer alıyordu.
Türkiye, bir OECD ülkesi olması kriterine uyduğundan, bu gruba dahil edilmişti. Bu listede yer alan ülkelere sera gazı azaltmada ciddi sorumluluklar getiriliyor üstelik bunu yaparken finansal kaynaklardan yararlanma hakkı şöyle dursun, gelişmekte olan ülkelere iklim değişikliği ile mücadelede finansal yardım yapmaları bekleniyordu.
EK-1 listesinde yer alması nedeniyle Türkiye uzun yıllar Çerçeve Sözleşme dışında kaldı. Diplomatlarımız bu haksız kategorileşmeyle uzun yıllar mücadele etti. Zira Çin, Güney Kore gibi ülkeler bile bu listede değilken Türkiye’nin olması hakkaniyete aykırı bir durumdu. 2000’li yılların sonuna gelindiğinde Türkiye, bu listeden çıkarıldı ve yalnızca gelişmiş ülkeler kategorisinde kaldı. Böylece en azından gelişmekte olan ülkelere finansal yardım yükümlülüğünden kurtulup çerçeve sözleşmeye üye oldu.
Bu özel konumu nedeniyle Türkiye’nin başka ülkelere yardım yükümlülüğü yok fakat finansmanlardan yararlanma konusunda da bazı kısıtlamalara tabi. Türkiye ancak bazı yan finansman kaynaklarından faydalanabiliyor; ikili ve çoklu anlaşmalarla ek finans ve kredi alabiliyor. Nitekim halen Dünya Bankası ile bu konuda görüşmeler yürütülmekte.
Beyan ne anlama geliyor?
Yukarıda sözünü ettiğim nedenlerle, Türkiye Paris Sözleşmesi’ni bir beyan ile kabul etti. Bu beyanda vurgulanan da aslında şartlı bir evet.
Türkiye, “Paris Anlaşması’nı gelişmekte olan bir ülke olarak ve ulusal katkı beyanları çerçevesinde, anlaşmanın mekanizmalarının ekonomik ve sosyal kalkınma hakkına halel getirmemesi kaydıyla uygulayacağını” beyan ediyor. Benzeri beyanlar, diğer bazı ülkeler tarafından da yapılmıştı.
Bu beyanın yükümlülüklerimizi ne ölçüde sınırlayacağıysa yoruma açık. Zira, bu beyan sözleşmenin ana prensiplerine aykırı bulunmadığı ve diğer üye ülkelerin açık itirazı olmadığı müddetçe geçerli sayılabilir. Ayrıca Türkiye’nin 30 yıldır İklim Çerçeve Sözleşmesi Taraflar toplantılarında dile getirdiği, ve 2001 yılındaki Taraf toplantısında karara geçirilen “özel yeri” adeta tescillendiğinden uluslararası hukuk açısından yapılan beyan da buna uyumlu kabul edilebilir. Paris Sözleşmesi tabiatı gereği ülkelerin kendi rızaları ile yükümlülüklerini tespit ettiği bir sözleşme olduğundan böyle bir beyanda bulunmanın yerinde bir karar olduğu da söylenebilir.
Paris Anlaşması’nın farkı ne?
Paris Sözleşmesi’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içinde imzalanan Kyoto Protokolü’nden en önemli farkı, bütün ülkeleri kapsaması.
Paris Anlaşması, önceki sözleşmelerin aksine, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin kendilerinin belirleyeceği sera gazı azaltımı taahhüdünde bulunmasını öngörüyor. Bu taahhütler de yine anlaşma gereği her 5 yılda bir gözden geçirilecek. Bu anlamda Paris sözleşmesi adeta bir raporlama sözleşmesi, şeffaflık prensibi gereği de ülkelerin bu taahhütleri herkese açık.
Ancak bunu yaparken de Çerçeve İklim Sözleşmesi’nin en önemli prensiplerinden biri olan “ortak fakat farklı sorumluklar” prensibi halen yürürlükte. Yani ülkeler kendi ekonomik şartlarına ve kalkınma amaçlarına uygun sera gazı azaltım planları yapma hakkına sahipler. Bu açıdan bakıldığında Paris Sözleşmesi’nin esnek bir sözleşme olduğu da söylenebilir.
Ancak, Paris Anlaşması “Ulusal Katkı Belgesi” sunma ve uygulamaya dair raporlama yükümlülükleri getiriyor. Buna uyulmadığı takdirde uygunluk mekanizması devreye giriyor. Ancak, bunun dışında bir yaptırım yok. Fakat anlaşmanın yarattığı yeni uluslararası normatif anlayış nedeniyle, ülkelere uygun emisyon sınırlamasını gerçekleştirme ve yükümlülüklerine uyma baskısı yaratıyor. Türkiye’nin emisyonlarını sınırlama yönünde politika değişikliğine gitmemesi halinde dünyada ve özellikle de AB’de başlayan yeşil dönüşüme uyum sağlayamaması anlamına gelir. İşte bu nedenle de yüksek emisyonlu ürünlerin sınırda karbon ödemesi nedeniyle ihracatında sıkıntı yaşanabilir. Buna ilaveten de yeşil dönüşüm için ihtiyaç duyduğu uluslararası finansmanı bulmakta zorlanabilir.
Türkiye’yi neler bekliyor?
Küresel Karbon Atlas’ına göre Türkiye, emisyon salımı açısından dünyada 16. sırada yer alıyor ve küresel sera gazlarının yaklaşık %1’inden sorumlu.
Türkiye’nin 2053 yılında sıfır karbona ulaşması için kısa ve uzun dönemde nasıl bir politika sergileyeceği hususunda yeni bir yol haritası yapması şart. Bu çerçevede de Anlaşma’nın gereği olan Ulusal Katkı Beyanı dediğimiz sera gazı azaltımı taahhüdünü sözleşme sekretaryasına vermesi ve bunu her 5 yılda gözden geçirmesi gerekiyor. Şimdiye kadar Türkiye’nin belirtmiş olduğu taahhüt, emisyonlarını 2030’a kadar olağan, yani yeni önlemler alınmayan senaryoya göre %21’e kadar azaltmak idi ve bu da aslında fazla iddialı bir taahhüt değil.
Bunun için de enerji sektörü başta olmak üzere en çok sera gazı salınımından sorumlu sektörlerden başlayarak, bütün sektörlerin kendilerini yenilemeleri, alternatif enerji ya da yeşil enerjiye dönüşümünün bir an önce başlaması, inşaat, alt yapı ve mega projelerin sera gazı salınımındaki büyük sorumlulukları nedeniyle bu projelerin gözden geçirilmeleri gerekiyor.
Türkiye’nin en canlı sektörlerinden biri olan inşaat sektörünün yeşil bina standartları ile uyumlu olması için yeni yönetmeliklerle kontrolünün sağlanması, sürdürülebilirlik kriterine uymayan hızlı büyüme planlarına da artık son verilmesi icap ediyor.
Kömür tarihe karışıyor
En büyük kömür rezervlerine sahip Çin’in denizaşırı ülkelerdeki kömüre dayalı enerji yatırımlarından vazgeçtiğini açıklamasıyla, dünyada kömüre dayalı enerjinin sonu geldiği artık açıkça görüldü. Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’nin de bu konudaki projeleri rafa kaldırıp yatırım, inşaat ve teşviklere son vermesi lüzumlu.
İklim ve enerji kuruluşu Ember’in bir raporuna göre Türkiye’nin enerjisinin yaklaşık %37’si kömürden sağlanırken yeni planlanan santraller konusunda küresel sıralamada Çin ve Hindistan’ın hemen arkasında yer alıyor.
Her ne kadar yenilenebilir enerji konusunda da önemli atılımlar yapılıyorsa da, bu atılımlar hali hazırda yürütülmekte olan politikaların kökten bir biçimde değiştirilememesi durumunda, 2053 yılında net sıfır emisyon amacına ulaşmada yeterli olmayabilir. Üstelik yenilenebilir enerjide en büyük payı hidroelektrik aldığı için ve barajlar konusu halkın tepkisini çektiği için güneş, rüzgâr ve jeo-termal enerji yatırımlarına ağırlık vermek gerekecek.
En büyük dönüşümlerden biri tarımda yaşanacak
Hepimizin bildiği gibi iklim krizi bize en görünür olarak soframızda kendisini hissettiriyor. Aynı zamanda tarımı da içine alan gıda sistemleri sera gazı salımının en az üçte birinden sorumlu olduğu için, fosil yakıtlara bağlı endüstriyel tarımdan vazgeçilerek ekosisteme uyarlı tarım dediğimiz ve organik tarım, permakültür, onarıcı tarım gibi kavramları da içine alan gıda üretimine demokratik ve adil bir açıdan bakan üretim modeline geçilmesinin sayısız faydası olacak; sera gazı salımı azalacak, biyolojik çeşitliliğin korunması, toprak ve su kirliliğinin önlenmesi kolaylaşacak, daha sağlıklı, yerel üreticiyi koruyan ve güçlendiren üretime geçilmesi hem iklime, sağlığımıza iyi gelecek, hem de çiftçimizin yüzünü güldürecek bir politika olarak sevinçle karşılanacak.
Tarım politikaları aslında doğru planlandıklarında iklim değişikliğini hızlandırma yerine, karbon depolaması gibi konularda ve daha birçok teknik değişimlerle iklime yararlı sektör haline gelebilir. Bunun için de teşvik sistemlerinin, bölgelere göre öncelikli üretim, atık azaltımı, kimyasal gübreden uzaklaşma, küçük çiftçilerin ve kırsalın korunması gibi tarımı yeniden güçlendirecek politikalara dönmek gerekiyor.
Yeşil ekonomik dönüşüm istihdama da yansıyacak
Bu değişikliklerin ekonomiye getireceği yük devamlı konuşuluyor ama yeşil ekonominin Türkiye’ye, özellikle de istihdama getireceği olumlu değişikliklere de dikkat çekilmesi gerekiyor. Örneğin, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye) tarafından yayınlanan 10 Soruda Türkiye ve Paris Anlaşması isimli çalışmaya göre,1 araştırmalar, Türkiye’nin aktif bir iklim politikası yürütmesi halinde milli gelirinin yüzde 7 artacağını gösteriyor.
Büyüme odaklı kalkınma politikalarının yerine yeşil dönüşümün konuşulduğu bir dünyaya Paris Sözleşmesiyle artık Türkiye de girdi. Böylece küresel sorumluluklarımız ve diğer ülkelerle dayanışma içinde olmamız – ki üye olmayan sadece 5 ülke kaldı- Türkiye’yi iklim politikalarındaki yalnızlıktan kurtarması açısından da çok olumlu bir gelişme.
Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat’ı çerçevesinde sınırından geçen ürünlere karbon vergisi getirmesi, en büyük ihracat kapısının Avrupa Birliği olduğu ülkemizde, zorunlu bir değişimi başlatmıştı. Paris Sözleşmesi ile bu değişimi daha da ileri taşımak artık zorunlu.
Daha fazla geç kalmadan dünya gündemini yakalayarak bu sözleşmenin onaylanması Türkiye için dengeli bir gelecek vaat ediyor. Akdeniz kuşağında olmamız nedeniyle iklim krizlerinden en çok zarar görecek bir bölgede olmanın getirdiği sorunları çözmek için de bu durumu bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz.
Sosyal sorumluluklarımız
Bütün bunları yaparken de iklim adaletinin getirdiği önemli prensipleri unutmamamız gerekiyor.
İklim krizinin dünyadaki yoksulluğu arttırdığı Dünya Bankası’nın birçok raporunda yer alıyor. Kırılgan gurupların, bu geçişte en çok zarar görecek olan sektörlerin korunması, kollanması, sosyal güvenlik sisteminin buna göre yeniden yapılandırılması, toplumsal cinsiyet kuralları ile uyumlu yeni bir sosyal politikanın, iklim krizini dikkate alarak yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.
Bunun için de kurumsal yapının çok sektörlü, kapsayıcı, çok disiplinli, demokratik ve katılımcı bir yapıya kavuşturulması, bu geçiş döneminde hepimizi ilgilendiren konuların geniş bir platformda tartışılması ve anlaşmanın getirdiği şeffaflık prensibinin sadece dışarıda değil içeride de gerçekleştirilmesi, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların korunmasını da beraberinde getirecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2021’de yayımlanmıştır.