Bir bardak su içsem şimdi
yaralarımdan dökülür
gün ki yıkımlar günüdür
boştur ne söylesem şimdi!
Cemal Süreya
‘Sesimi duyan var mı?’ 17 Ağustos depreminin enkaz altından bir inilti halinde yükselerek yürekleri dağlayan sorusu. Bugün o sesleri duyabilmek için yine yaslı bir bekleyiş içindeyiz. Göğsüm çırpınan bir kuş kafesi gibi pürtelaş, gözüm ekranda kayan haberler ve yardım mesajlarında sürekli. Biz İstanbul’dakiler bu sabah kar bekliyorduk, dehşeti değil. Yakın zamanda sıcak insanlarıyla tanıştığım, söyleştiğim güzel şehirlerden felaket haberleri yağıyor: Kahramanmaraş, Gaziantep, Hatay, Osmaniye, Adıyaman ve onlara yakın çok sayıda başka güzel şehirlerden. Türkiye’nin güneyinden geliyor haykırışlar ve gün içinde bir daha çalkalanıyor yer kabuğu; Türkiye’nin doğusundan ve Türkiye’nin ortasından ve kuzeyinden…
Gözümüz ve yüreğimiz oradan gelen haberlere düğümlü. Apartmanlar, viran evlerle birlikte yeni inşa edilmiş koca koca kamu binaları toza toprağa yaslanmış, moloz yığını. 17 Ağustos’un korkuları diplerden yüzeye fırlıyor, kaygılar kolektif bilinçaltının nemli kara toprağından doğruluyor. Çaresizlik hissi boğazlarda düğümleniyor.
Kolektif travmamız
Belirsizlik, korku, kayıp, yalnızlık ve zorluklar. Kolektif bir travma zamanında yaşıyoruz. Ruhsal açıdan örseleyici deneyim sadece bireyleri değil bütün bir toplumu pençesine alıyor. Bir toplumun dokusunu baştan aşağı değiştiriyor, ilişkileri ve politik süreçleri hallaç pamuğu gibi atıyor ve hatta yeni toplumsal normlara geçit veriyor. Ruhsal açıdan örseleyici bu deneyimler, insanın hayata yeniden uyum sağlamasını güçleştirebiliyor. Başımıza ne geldiğini ve buradan nereye bir gidiş olacağını kestiremediğimiz zamanlardan geçiyoruz.
Dünyanın müşfik, tahmin edilebilir ve bir gaye barındıran, anlamlı bir yer olduğuna inanıyoruz. Kendimizi değerli ve esirgenecek varlıklar olarak görüyoruz. Bu inançlar bize bir güvenlik duygusu ve incinmezlik yanılsaması veriyor. Oysa doğal afetlerle gelen travmalar, bu inançları kökünden sarsar. Felaketlerle birlikte dünyaya dair inançlarımız ve insanlık hakkındaki iyi anlatılarımız yara alır. Yaralandığımızda fark ederiz ki biz incinebilir varlıklarız.
Ne hissediyoruz?
Genel kapsamda doğal afetlerin ardından sıkça korku, kaygı, güven yitimi, yas, üzüntü, evham, öfke, boşluğa düşmüşlük hissi ve reddediş gibi çaresizlik düşüncesinin eşlik ettiği tepkiler verilir. Çok daha seyrek olarak da böyle bir tehlikeden sağ kurtulmuş olmanın yarattığı bir zarar görmezlik yanılsaması, gözü karalık ve meydan okuma psikolojisi oluşabiliyor.
Bireysel planda, özellikle psikolojik direnci yüksek olan deprem mağdurları kısa bir süre içerisinde bir travma belirtisi göstermeden yaşama tekrar uyum sağlamakta zorluk çekmeyecektir. İnsanoğlu iyileşmek ve gelişmek için çok geniş bir kapasiteye sahip bir canlı.
Ancak daha kırılgan durumdaki insanların, kişilik özellikleri yahut toplumsal şartları nedeniyle daha düşük dirence sahip olanların, travmanın etkisiyle özellikle daha genel nitelikteki ilk sayılan duyguların bazılarını göstermeleri muhtemeldir.
Kaygı bozukluğu olan insanlar, doğal olarak psikolojik açıdan direnci düşük, daha kırılgan insanlar için bu tür afetler taşınması çok ağır bir yük haline dönüşüyor. Hele ki uzun bir pandemi döneminin ardından gelen bu büyük felaket zaten hassaslaşmış ruhları daha da kırılgan hale getirmiş durumda.
Ne yapmalıyız?
Bu ortamda insanların tekrar toplumsal planda hayata uyum sağlayabilmeleri için takip edilmesi gereken bazı adımlar var, bunların bu sürecin daha kolay atlatılmasında faydası olacaktır.
Öncelikle yetkili kurum ve kuruluşların yaşanan olayın gerçek niteliği ve kayıplar hakkında şeffaf ve paylaşımcı bir yöntem izlemeleri, belirsizlikleri netleştireceğinden, kaygı düzeyinin azalmasına büyük katkı sağlayacaktır. İnsanların, güvenilir üst mercilere ihtiyacı vardır, güven bu aşamada en tamir edici duygudur. Sırtımızı yasladığımız, zor zamanda yanımızda bitiveren bir ‘devlet baba’nın müşfik ihtimamına ihtiyacımız var.
Travma etkilerini mümkün olduğunca zarar görmeden karşılamak için, yas sürecinin sağlıklı bir şekilde yaşanması gerekiyor. Sadece can kaybının neden olduğu yas durumundan bahsetmiyorum, eski yaşam biçiminin, komşuluk ilişkilerinin, sosyal zeminin yitirilmesi de bir yas duygusu yaratacaktır. Ama öncelikle elbette sevdiklerini ve yakınlarını yitirmiş olan insanların, kaybın müşterek niteliğini deneyimleyebilmeleri için ortak anma ritüellerinin yapılması, insanların bunlara iştirak etmesi, olanlar hakkında konuşmaları, kayıplarının acılarından bahsetmeleri, duygusal iletişimin ve aktarımın iyileştirici etkisi nedeniyle insanların acısını ve boşluk hissini hafifletecektir.
Afet öncesinde yapmaktan hoşlandığınız işlerle yeniden bağ kurmaya çalışmak ve kaygı arttırıcı haberleri ve sosyal medya kullanımını kısıtlamak da travmanın etkilerini sınırlandırmak için dikkat edilmesi gereken tavsiyeler. Ailelerin yeniden bir araya getirilmesi, sağ kalanların yaşam standartlarının, fiziksel ve psikolojik sağlıklarının gözetilmesinin en çabuk şekilde organize edilmesi, onların da hayata uyum sağlamalarını çabuklaştıracaktır.
İnsanların bu acziyet hissiyatından kurtulmaları da çok büyük önem arz ediyor. Bu durumda afetten etkilenenlerin bir fark yaratmaya, kendilerinin de bir şeyler üzerinde irade sahibi olduklarını tekrar hissetmeye ihtiyacı var. Yeniden harekete geçmek, kontrol etme hissini kazanmaya, travmanın sebep olduğu güçsüzlük hissinden kurtulmaya ve yaşamlarını yeniden inşa etmeye yardımcı olacaktır.
Bağışlanmış lütuflar
Kaygı ve güçsüzlük duygusu insan olmanın bir parçası, bunların hilafına güç illüzyonumuz bizi ölümcül neticelerle yüz yüze bırakıyor. Bunu pandemide de gördük, yeryüzünün olağan felaketleriyle an be an görüyoruz. Hayır, doğa karşısında hiç de kudretli değiliz! Olacaklara engel olmak bizim harcımız değil, ancak olacaklardan en hafif hasarla kurtulmak için bağışlanmış lütuflar var.
İnsanlığın müşterek bilgisi ve imkanları ortadayken, engel olunmayan ve tedbir alınmayan durumları aklımızda tutmalıyız. İçinde bulunduğumuz koşullar, tam da bu şekilde tarif edilmeli. Jean Jacques Rousseau şöyle söylüyordu, “Yaşadığımız acıların nedeni jeolojik değildir. İnsanları deprem değil, yoksulluk öldürüyor”. Japonya’daki 9 şiddetinde depremde ölmeyen insanlar, yoksul kalmış ülkelerin mukavva binalarında enkaz altında ölüyorlar. Yoksullukla, para hırsı, aç gözlülük, hırsızlık, ahlaksızlık at başı gidiyor.
Bu hırsın tüm şahitleri içimizden, mazeretimiz yok. Müşterek felaketlerin sorumluları da el birliğiyle iş görür, herkes kendi inisiyatifince yozlaşmaya katkıda bulunur. İnşaat teknolojileriyle dünyada övünen bir ülkeyiz, insanların depremde yıkılan binaların altında ölmeleri bizim için sadece bir felaket değil, bir utançtır.
Yurt duygumuz
Dünya bize sonsuzluk için yurt kılınmadı, bu köprüye ev kurulmaz biliyoruz. Yurt bir esenlik halidir, orada kendimizi emniyette hissettiğimiz yerdir. İnsan için selamet ve huzur halinin bir yurt duygusu olarak elzem olduğunu söyleyebilirim. Evlerimiz de biz de kalıcı değiliz, ne ki kaldığımız kadarıyla bizler için emin yerler inşa edilmesini talep hakkı, varoluşsal en tabii hakkımız.
Kaynaklarımızın kullanılacağı en elzem meselelerden biri de bu şekilde güvenli, erişilebilir, insani konutların yapımı ve kontrolü. Bilhassa, öngörülerimiz, bilgi ve teknolojilerimiz buna yeterli iken.
Bu şekilde binlerle ölmek, haysiyetimizi rencide ediyor ve haklı bir öfke yaratıyor. Öfkeliyiz çünkü yer ve ölçü belirleyenler, inşa edenler, kontrol edenler, işini yapması gerekenler düzgün yapmadığı için masum insanlar, çocuklar sürüler halinde bir gece yarısı uykularında, bu soğukta karanlıkta…
Öfkeliyiz çünkü inşaat malzemesi şirketleri hisse senetlerinin, battaniyelerin, iş makinelerinin, yardım malzemesi fiyatlarının yükselmesini el ovuşturarak takip edenler var.
Ruhlarımızın depremi
Travma ruhun depremidir ve bildik dünyayı yerinden oynatır. Ne ki yeri geldiğinde travmadan da özgürleşebilmeniz gerekiyor, bunun için bakışlarınızı usul usul dış dünyaya çevirmeli ve ilerlemelisiniz. Sadece kayba, travma ve buhrana odaklanmak kendinizi acıya zincirlemeniz demektir.
Kolektif travmayla başa çıkabilmek için önce yas tutmayı bilmeliyiz. Yas zaman ister, aceleye gelmez. Sevdiklerimiz olmadan yaşamak zorunda kalmanın bir acısı, bir yükü var. Buna saygı duymalı ve can kayıplarının hızla tüketilmesine karşı durmalıyız.
Ama aynı zamanda hayatta kalanlar için de ümidi yeniden inşa etmenin, ümidin çimentosuyla toplumu onarmanın yollarını aramalıyız. Kaybettiklerimiz için duyduğumuz kederi, yaşayanlar için hürmet ve nezakete çevirmeyi de bilmeliyiz. Bunun için de umursamazlık ve kayıtsızlığı geride bırakmalı, canımızı yakan şeyi doğru teşhis edebilmeliyiz. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayı, karanlıkta ıslık çalmayı bir kenara bırakmalıyız. Gerçekle baş başa kalmalıyız, gözü yaşlı insanın hakikatiyle, kaygı ve gönül kırıklığıyla, ancak birbirimizin elinden tutarak ayağa kalkabileceğimizin bilinciyle. ‘Bugüne kadar neyi yanlış yaptık ve bundan sonra nasıl daha iyi yapabiliriz?’ Bu sorulara doğru cevaplar bulmak zorundayız.
Umutlanmak için sebepler bulmak istiyorsak, kusur ve eksikliklerimizle de yüzleşebilme cesaretini göstermemiz gerekiyor. Şehirlerimizi nasıl beton yığınına çevirdiğimizi, depremle ilgili uyarıları neden yıllar yılı kulak arkası ettiğimizi, toprak rantı üzerinden hızlı ve yolsuz zenginleşmenin neden önlenemediğini tartışmalıyız. Ve nihayet bütün bunların şehirlerimizi koca bir tabutluğa nasıl dönüştürdüğünü.
Unutma bahçesi
Türkiye kocaman bir unutma bahçesi. Yaraları hafızasında tutmuyor, geçmişin örselenmelerini bugün bilgiye ve ferasete çevirmekte zorlanıyor. Bunda belki de tarihsel olarak çok fazla acıyla baş etmek zorunda kalmış olmanın payı vardır.
İşlenmemiş, sindirilmemiş acı kolayca bir toplumsal huzursuzluğa ve geleceğe dair güvensizliğe dönüşebiliyor. Çürük ve denetimsiz yapılaşma devam ettikçe depremde yaşanan kayıpların acılarının sonraki kuşaklarda da tekrar tekrar yaşanacağını öngörebilmek için kahin olmaya gerek yok. Öğrenmeliyiz.
Önümüzdeki geceler çok zor geçecek. Her ev ruhsal bir enkaz altında. Yardım bekleyene el, seslenene ses vermek boynumuzun borcu yoksa hiç iyi hissetmeyeceğiz. Buradayız: Yardım eğitimi almış olanlar bizzat, olmayanlar paramızla, vereceğimiz kanımızla, elimizin altında her ne imkân varsa hepsiyle, buradayız.
Şimdi bütün gayretimizle yaraları sarmaya, elimizde avucumuzda olan hangi imkan varsa seferber etmeye çalışmalıyız. Bir ümitsizlik duygusu yaymak, kendimize ve yardım kuruluşlarına dair bir inançsızlık geliştirmek zaten kırılgan olan toplumsal morali daha da zedeleyecektir. Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmanın, onarmanın, su taşımanın değerli olduğu bir zamandayız. Sahada canhıraş bir biçimde çalışan gönüllülerimize, elinden geleni yapmaya çalışan resmî ve gönüllü yardım kuruluşlarına destek olmalıyız.
Yüreğimizin sesini duyabildiğimiz kadar acı çeken, üşüyen, yersiz yurtsuz kalmış kardeşlerimizin acısını duyabiliyoruz. Acı haberi alır almaz yola düşen genç doktorlar, ülkenin her bir tarafından seferber olan gönüllüler, yardım için çırpınan yürekler bize hâlâ bir millet olabildiğimizi söylüyor. Birbirimizin acısını hâlâ hissedebildiğimiz için Türkiye bizim aziz vatanımızdır, önceki afetlerde millet olarak nasıl kenetlendiysek yine öyle kenetleneceğiz. Yaslı yurdumuzu yürek hizasında durarak, birlikte onaracağız.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 7 Şubat 2023’te yayımlanmıştır.