Sosyal medya ve korku politikası: Amerika’nın ikinci Aydınlanma dönemine ihtiyacı

Devletin merkezinde yer alan güçlerle merkezi güçlerden hoşlanmayan toplumsal kitleler arasında yeni bir tür siber mücadele sürüyor. Teknoloji kadar siyaseti de içeren bu çok boyutlu savaşın nasıl gelişeceği Dijital Çağ’ın büyüleyici belirsizliklerinden biri.

Trump’ın 6 Ocak’ta takipçilerini ABD Kongre Binası’nda şiddet eylemleri düzenlemeye teşvik etmesi, ABD’nin anayasal düzeninin temelini hem sembolik hem de gerçek bir biçimde sarstı. Trump’ın şiddet kışkırtıcılığını özel Twitter hesabından yapması nedeniyle, hesabının kalıcı olarak durdurulması kararı, gecikmiş olsa bile yaygın bir şekilde makul ve tercih edilebilir olarak karşılandı.

Çoğunluğunun Trump’ın yalanlarına inanmış olduğu anlaşılan 88 milyon takipçisi ile, uzun süredir Trump’ın Twitter ve diğer sosyal medya platformlarını ABD’nin anayasal düzenine inancı ve bağlılığı baltalamak için kullandığından kuşku yok. Böylesi yıkıcı bir dinamik Trump’ın 4 Kasım’daki seçim mağlubiyetinin ardından daha da yükseldi ve 6 Ocak’ta Kongre Binası’na yönelik ayaklandırma suçunu işlemeleriyle doruğa ulaştı. Teknoloji devleri işte o zaman Trump’a karşı ortak hareket etti.

Sosyal medya şirketleri toplumun faziletlerinin koruyucusu mu?

ABD’nin içinde bulunduğu durum, despot bir liderin internette siyasi adabını izlemeyi kendi kendine görev edinen özel sektör dijital devlerine güvenmenin getirdiği bir dizi meseleyi ortaya koyuyor. Bir açıdan bakıldığında bu tür bir izleme, siyasi söylem ve ahlakının sınırlarını belirlemeyi devletten çok özel şirketlere bırakarak yetkinin merkezde toplanması yerine daha geniş alanlara yayarak hayırlı bir eğilimi yansıtıyor. Tolerans sınırları aşıldığında söz konusu izleme faaliyetleri sansür mekanizması olarak iş görecek veya burada olduğu gibi, ne kadar görev süresi kaldığına bakılmaksızın halen iktidarda olan seçilmiş bir lider dahil olmak üzere kişisel haklara erişimin kasten elinden alınmasına yarayacak.

Bir başka açıdan bakıldığına ise bu tarzda bir denetimin kabulü, her ne kadar servetleri ve parayı kullanma biçimleri demokrasinin dokusunun zayıflamasında kısmen sorumlu olsa da, özel sektör ve finansman elitlerine toplumun faziletinin koruyucusu olarak hizmet etme yetkisi verir ki bu da “Biz halkın” kendi kendisini yönetmesine veda etmesi anlamına gelir.

Birçok açıdan söz konusu teknoloji devleri farklı görüşlerin karşılıklı etkileşimini baltalayabilir veya çarpıtabilir. Gerçekten özgür bir toplum, iktidarın yarı tekelci nüfuza sahip özel sektör kurumlarının elinde sağlıksız biçimde toplanmasından kaçınmaya bağlıdır. (Bunun doğrulaması için Glenn Greenwald’in 13 Ocak 2021’de Information Clearing House’ta yayınlanan “How Silicon Valley, in a Show of Monopolistic Force, Destroyed Parler” başlıklı yazısına bakabilirsiniz) Sosyal medyayla ilgili tek kaygı sadece onların yıkıcı ekonomik uygulamaları değil, zihni manipüle etmeleri ve siyasi güç oyunlarını yöneten kuralları şekillendirmesidir. Doğaldır ki, çok kalabalık bir tiyatroda “Yangın var!” diye bağırarak kargaşaya sebep olmak gibi, iç ayaklanmayı kışkırtmak da elbette “ifade özgürlüğü” olarak kabul edilemez ve farklı dünya görüşlerinin dile getirilmesi için sosyal medya kullanılmasına yönelik yaygın hoşgörünün bir istisnası olarak görülmelidir.

Dijital Çağ’da ulus ötesi iletişimi düzenleyecek kurallara ihtiyaç var

Kongre baskını sonrası tartışmalarda tümüyle gözden kaçırılan bir başka konu daha var. O da, Dijital Çağ’da sosyal medya dahil ulus ötesi iletişimi yönetecek uluslararası kurallara ve kapsamlı bir rejime ihtiyacımız olduğu.

Yabancı bir devlete karşı sözlü ve fiili kışkırtmalar, kendi ülkemize karşı sergilenen benzeri davranışlar kadar tabu olmalıdır. Günümüzde ABD ve genel olarak Amerikan kamuoyu, ana akım medyanın suç ortaklığıyla, kendimiz dünyanın dört bir yanında benzeri eylemlere girişmişken, Rusya’nın devlet dosyalarını internet korsanlığıyla ele geçirmesinden ötürü kendimizi istismara uğramış hissediyoruz.

Bilhassa ABD, yıllardır derin devletin ve yönetici sınıfın hoşlanmadığı yabancı hükümetleri istikrarsızlaştırmak için çeşitli ölümcül planları aktif bir şekilde yürütürken, yabancı devletlerin misillemeye yönelik cılız girişimlerini bile kalleşlik olarak adlandırıp kınamasının akla mantığa uymadığını farkına bile varmıyor ve bunların “jeopolitik iki kutuplaşma”nın aşırıya kaçmış bir biçimi olduğunu göremiyoruz. Ta ki bir ülke olarak, mütekabiliyet esasına dayanan, uluslararası hukuka uygun politika ve uygulamalara bağlı kalana, yani bize karşı yapıldığında kınadığımız davranışları başkalarına karşı sergilemekten vazgeçene kadar… Böyle bir hareket tarzı, 2. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD’nin büyük stratejisine rehberlik eden, Amerikan istisnacılığı ve cezadan muaf olma dahil olmak üzere hâlen geçerli fikirler hiyerarşisinden büyük bir sapma olacaktır. En düşünceli ideologlarımız kurallara dayalı liberal uluslararası düzenin erdemlerini öven mesajlar verirken jeopolitik davranışlarımız dünyaya farklı bir mesaj veriyor.

Somut olarak ifade etmek gerekirse, iç toplumsal ve siyasi düzeni onu içten veya dıştan yok edebileceklere karşı güçlü biçimde korurken, başkanların işledikleri uluslararası suçlara ilişkin böbürlenmelerini genel merkezi ABD’de olan sosyal medya aracılığıyla aktarmasına izin verdiğimizde, kusurlu “Önce Amerika” ahlakını farkında olmadan onaylamış oluyoruz.

Başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayın

İşte en önemli ahlaki kuralı hatırlamanın zamanı geldi: “Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran” veya daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, “başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayın.” Aksi takdirde demokratik anayasal düzenin savunulması adına ülke içinde düşüncenin kontrol edilmesi ikiyüzlülüğü ve Amerikalıların dışa karşı masum olduğuna dair kandırmaca devam eder.

Çarpıcı bir örnek olarak aklıma Başkan Trump’ın bir yıl önce, 3 Ocak 2020’de İranlı General Kasım Süleymani’yi, Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’nin davet ettiği diplomatik bir misyonun başındayken, insansız hava aracıyla kasti olarak yasadışı biçimde öldürülmesini savunduğu ve övündüğü mesaj geliyor. (Bu tür siyasi suikastları eleştirisi için BM Özel Raportörü Raporu, A/HRC/44/38 August 2020 ve benim bloğuma bakabilirsiniz) Böylesi bir uluslararası suçun devlet propagandasıyla karartılmasına izin vermek, yurtiçinde kendini aldatmanın boyutunu ve yurtdışında Amerikan düşmanlığının nedenlerini ortaya koyuyor. Örneğin suikastın ardından Iraklı liderler ABD hükümetinden silahlı güçlerini ülkeden çekmesini istedi. Bu isteğin henüz yerine getirilmemesi Iraklıların fikir değiştirmesinden çok karmaşık bölgesel jeopolitiğin bir yansımasıdır.

Ben de Filistin halkına temel haklarını elde etmeleri için uzun mücadelelerinde destek veren sözlerim ve eylemlerimden ötürü bu tür düzenleyici otoritenin gayri resmi ve resmi istismarına maruz kaldım. Kabul edilen Uluslararası Soykırım Anma Birliği’nin (International Holocaust Remembrance Alliance – IHRA) antisemitizm tanımı, İsrail Boykot Hareketi (Boycott, Divestment and Sanctions – BDS) gibi şiddet içermeyen barışçıl kampanyaların veya insan hakları savunucularının ya da İsrail’i sert bir şekilde eleştirenlerin antisemitik olarak yaftalanmasını sağlayacak kadar geniştir. Facebook mesajlarım ve konferanslarım, “antisemitist” görüşlerime karşı koruma sağladığını iddia eden bu tür anti-demokratik ve yanıltıcı internet mesajlarının bir sonucu birçok kez engellendi veya iptal edildi. Bunlar genel itibarımı lekelediyse de işini kaybeden önemli akademisyenlerden (örneğin, Norman Finkelstein, Steven Salaita), mesleki itibarları lekelenen gazeteciler ve uzmanlara kadar pek çok kişinin yaşamını altüst eden zorluklarla karşılaştırıldığında önemsiz kalıyor.

Siyasi hırsların güçlü olduğu ve karşı güçlerle dengelenmediği durumlarda sosyal medya platformları ve ana akım medya, dengeli yaklaşılması gereken olayları tek taraflı ve baskıcı biçimde sunmaya eğilimlidir. Böyle durumlarda, toplum, ihtilaflı konularda demokrasi için vazgeçilmez tartışma ortamından mahrum kaldığı gibi, vatandaşların otosansürün saptırmalarına karşı koymaya cesaret edememesine yol açan engelleyici mesajlar verilmesine neden olur.

Dijital Çağ’da demokrasiyi korumak kimin görevi?

Bu nedenlerden dolayı, Kasım ayında kaybettiği seçimin ardından Trump’ın yarattığı ve 6 Ocak’ta ABD Kongre Binası’na yapılan saldırı ile doruğa ulaşan aşırı koşulların baskısı altında bu meseleleri ele almak tehlikeli bir hata gibi görünüyor. Dijital Çağ’da demokrasinin koruyuculuğunun kâr amacı güden özel sektör aktörlerine emanet edilmesi, özellikle sadece sosyal medyada değil, daha geleneksel basın ve TV kanallarında pazar hakimiyeti ve servetin tek bir noktada toplandığı göz önünde tutulduğunda tehlike çanlarını çaldırsa da, istismarcı bir başkanın neden olduğu gerçek ulusal acil durum göz önüne alındığında, sosyal medyanın doğaçlama tepkisi hayırlıydı. (Bu konuda Michelle Goldberg’in 11 Ocak 2021’de New York Times’ta yayınlanan “The Scary Power of the Companies That Finally Shut Trump Up” başlıklı yazısına ve özellikle Fraser Meyers’in Information Clearing House’ta 12 Ocak 2021’de yayınlanan “Like him or not, the censorship of Donald Trump has set a terrifying precedent” yazısına bakabilirsiniz).

ABD’nin dijital öncesi siyasi hayatı; paranın, toplumun her düzeyindeki kamu görevlilerinin seçildiği seçim sürecinin zehirlenmesine ve yarı faşist dünya görüşleri etrafında dolanan gözde medya imparatorluklarına boca edilmesiyle zaten ciddi bir şekilde sağa kaymıştı. Muhalefet, özellikle Wall Street veya Silikon Vadisi ile aynı çizgide değilse, sorunlara, programlara ve sosyo-ekonomik adalete odaklanmak yerine para için yalvarmak zorunda kaldığından, aptallaştırıcı bir etki de söz konusu. Sonuç, inançların ve değerlerin nakde dönüştürüldüğü siyasi yaşamın metalaştırılmasıdır.

Kargaşanın ve Trump’ın ortaya attığı ve ona oy verenlerin yüzde 70’i, hatta muhtemelen gerçeği bilen ama Trump’tan ayrılmaktansa ona bağlı kalmanın siyasi kariyerleri için daha iyi olacağını düşünen çok sayıda milletvekili tarafından kabul edilen korkunç bir peri masalı olan seçim yolsuzluğu yalanının ardında Trump’ın 2020 seçim yenilgisi var. Ancak, belki de daha şaşırtıcı olan, Joe Biden’ın zaferinin niteliği… Seçiciler Kurulu’nda 232’ye karşı 306 oyla ve halk oylamasında ise yedi milyonun biraz üzerinde bir fark, Biden için açık bir zaferdi. Yine de, oylar bir bakıma yakındı ve aslında, Trump’ın kaybetmesine rağmen Cumhuriyetçiler ülke çapında eyalet düzeyindeki seçimlerde zafer kazandılar. California ve New York Biden’ın hanesinden çıkarılırsa, Trump Seçiciler Kurulu’nda ve hatta az farkla da olsa halk oylamasıyla ülke çapında kazanırdı. Federalci mantığa göre birliği oluşturan eyaletlerin büyük bir çoğunluğu, birçok cana, acıya ve ekonomisinin baş aşağı gitmesine neden olan COVID-19 inkarcılığını en yıkıcı biçimde sergileyen kötü bir lider olmasına rağmen Trump’ın başkanlığını onayladı. Ülke olarak böylesine uğursuz bir demagojik fareli köyün kavalcısının inşa ettiği bu hareketten hangi dersleri çıkarmalıyız?

Başka bir açıdan bakıldığında COVID olmasaydı ekonomi güçlü kalacak, işsizlik düşük olacak ve Trump’ın ‘başarılı’ sicilini bozacak bir sağlık krizi olmayacaktı. Böyle bir havada, Trump’ın 2016’daki sürpriz zaferinde elde ettiğinden daha az olmayan bir farkla kolayca galip geleceğinden galiba kuşku duyulmuyor. Görünür yüzeyin altındaki bu manzara bize sadece seçim hakkında değil, aynı zamanda sınıf, etnik ve cinsiyet farklılıklarını derinleştiren, ABD’nin dünyadaki itibarına ciddi bir şekilde zarar veren, iklim değişikliğine karşı feci bir inkarcı duruş benimseyen, alternatif gerçekleri savunan ve gerçek ötesi ilkelerini gururla ilan ederken, ortaya çıkan sosyo-ekonomik eşitsizlikleri ve altyapıyı görmezden gelen dört yıllık yönetimin kamuoyu ve hükümet tarafından kabul edildiğini gösteriyor.

Böylesi bir Trump deneyimi, ister devlet ister özel sektör eliyle yapılsın sansürden fazlasını gerektiriyor. Her şeyden önce, dikkatlerin vatandaşların eğitim eksikliklerine çevrilmesi gerekiyor. Modern öncesi batıl dünya görüşlerinin en kötü biçimlerine hâlâ bağlanan bir toplumda postmodern teknolojiye sahibiz. Başka bir “savaşın”, bu sefer “cehaletle savaşın” vakti geldi. Trump’tan sonra ülke, sistemik ırkçılık, ekolojik saygısızlık ve metalaştırılmış demokrasi gibi kötülüklerden arındırılmadan önce ikinci bir “Aydınlanma”ya ihtiyaç duyuyor.

Richard Falk’un Fikir Turu için kaleme aldığı bu yazı Mustafa Alkan tarafından İngilizceden Türkçeye çevrildi.

Bu yazı ilk kez 18 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.

Richard Falk
Richard Falk
Prof. Richard Falk - ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank Emeritus profesörü. Aynı zamanda California Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Araştırma Danışmanı. 2008-2014 yıllarında Birleşmiş Milletler’in Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yaptı. Kendi bloğunda (richardfalk.wordpress.com) dünya barışı ve küresel adaletle ilgili konular hakkında yazılar yazıyor, dünyanın pek çok farklı ülkesinde konuşmalar yapıyor. Dünyanın önde gelen uluslararası hukuk uzmanlarından biri olan Prof. Dr. Falk, akademisyenliğinin yanında 50 yılı aşkın yazarlık ve editörlük hayatında birçok esere imza attı. Falk, 2009’dan bu yana her yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriliyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Sosyal medya ve korku politikası: Amerika’nın ikinci Aydınlanma dönemine ihtiyacı

Devletin merkezinde yer alan güçlerle merkezi güçlerden hoşlanmayan toplumsal kitleler arasında yeni bir tür siber mücadele sürüyor. Teknoloji kadar siyaseti de içeren bu çok boyutlu savaşın nasıl gelişeceği Dijital Çağ’ın büyüleyici belirsizliklerinden biri.

Trump’ın 6 Ocak’ta takipçilerini ABD Kongre Binası’nda şiddet eylemleri düzenlemeye teşvik etmesi, ABD’nin anayasal düzeninin temelini hem sembolik hem de gerçek bir biçimde sarstı. Trump’ın şiddet kışkırtıcılığını özel Twitter hesabından yapması nedeniyle, hesabının kalıcı olarak durdurulması kararı, gecikmiş olsa bile yaygın bir şekilde makul ve tercih edilebilir olarak karşılandı.

Çoğunluğunun Trump’ın yalanlarına inanmış olduğu anlaşılan 88 milyon takipçisi ile, uzun süredir Trump’ın Twitter ve diğer sosyal medya platformlarını ABD’nin anayasal düzenine inancı ve bağlılığı baltalamak için kullandığından kuşku yok. Böylesi yıkıcı bir dinamik Trump’ın 4 Kasım’daki seçim mağlubiyetinin ardından daha da yükseldi ve 6 Ocak’ta Kongre Binası’na yönelik ayaklandırma suçunu işlemeleriyle doruğa ulaştı. Teknoloji devleri işte o zaman Trump’a karşı ortak hareket etti.

Sosyal medya şirketleri toplumun faziletlerinin koruyucusu mu?

ABD’nin içinde bulunduğu durum, despot bir liderin internette siyasi adabını izlemeyi kendi kendine görev edinen özel sektör dijital devlerine güvenmenin getirdiği bir dizi meseleyi ortaya koyuyor. Bir açıdan bakıldığında bu tür bir izleme, siyasi söylem ve ahlakının sınırlarını belirlemeyi devletten çok özel şirketlere bırakarak yetkinin merkezde toplanması yerine daha geniş alanlara yayarak hayırlı bir eğilimi yansıtıyor. Tolerans sınırları aşıldığında söz konusu izleme faaliyetleri sansür mekanizması olarak iş görecek veya burada olduğu gibi, ne kadar görev süresi kaldığına bakılmaksızın halen iktidarda olan seçilmiş bir lider dahil olmak üzere kişisel haklara erişimin kasten elinden alınmasına yarayacak.

Bir başka açıdan bakıldığına ise bu tarzda bir denetimin kabulü, her ne kadar servetleri ve parayı kullanma biçimleri demokrasinin dokusunun zayıflamasında kısmen sorumlu olsa da, özel sektör ve finansman elitlerine toplumun faziletinin koruyucusu olarak hizmet etme yetkisi verir ki bu da “Biz halkın” kendi kendisini yönetmesine veda etmesi anlamına gelir.

Birçok açıdan söz konusu teknoloji devleri farklı görüşlerin karşılıklı etkileşimini baltalayabilir veya çarpıtabilir. Gerçekten özgür bir toplum, iktidarın yarı tekelci nüfuza sahip özel sektör kurumlarının elinde sağlıksız biçimde toplanmasından kaçınmaya bağlıdır. (Bunun doğrulaması için Glenn Greenwald’in 13 Ocak 2021’de Information Clearing House’ta yayınlanan “How Silicon Valley, in a Show of Monopolistic Force, Destroyed Parler” başlıklı yazısına bakabilirsiniz) Sosyal medyayla ilgili tek kaygı sadece onların yıkıcı ekonomik uygulamaları değil, zihni manipüle etmeleri ve siyasi güç oyunlarını yöneten kuralları şekillendirmesidir. Doğaldır ki, çok kalabalık bir tiyatroda “Yangın var!” diye bağırarak kargaşaya sebep olmak gibi, iç ayaklanmayı kışkırtmak da elbette “ifade özgürlüğü” olarak kabul edilemez ve farklı dünya görüşlerinin dile getirilmesi için sosyal medya kullanılmasına yönelik yaygın hoşgörünün bir istisnası olarak görülmelidir.

Dijital Çağ’da ulus ötesi iletişimi düzenleyecek kurallara ihtiyaç var

Kongre baskını sonrası tartışmalarda tümüyle gözden kaçırılan bir başka konu daha var. O da, Dijital Çağ’da sosyal medya dahil ulus ötesi iletişimi yönetecek uluslararası kurallara ve kapsamlı bir rejime ihtiyacımız olduğu.

Yabancı bir devlete karşı sözlü ve fiili kışkırtmalar, kendi ülkemize karşı sergilenen benzeri davranışlar kadar tabu olmalıdır. Günümüzde ABD ve genel olarak Amerikan kamuoyu, ana akım medyanın suç ortaklığıyla, kendimiz dünyanın dört bir yanında benzeri eylemlere girişmişken, Rusya’nın devlet dosyalarını internet korsanlığıyla ele geçirmesinden ötürü kendimizi istismara uğramış hissediyoruz.

Bilhassa ABD, yıllardır derin devletin ve yönetici sınıfın hoşlanmadığı yabancı hükümetleri istikrarsızlaştırmak için çeşitli ölümcül planları aktif bir şekilde yürütürken, yabancı devletlerin misillemeye yönelik cılız girişimlerini bile kalleşlik olarak adlandırıp kınamasının akla mantığa uymadığını farkına bile varmıyor ve bunların “jeopolitik iki kutuplaşma”nın aşırıya kaçmış bir biçimi olduğunu göremiyoruz. Ta ki bir ülke olarak, mütekabiliyet esasına dayanan, uluslararası hukuka uygun politika ve uygulamalara bağlı kalana, yani bize karşı yapıldığında kınadığımız davranışları başkalarına karşı sergilemekten vazgeçene kadar… Böyle bir hareket tarzı, 2. Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana ABD’nin büyük stratejisine rehberlik eden, Amerikan istisnacılığı ve cezadan muaf olma dahil olmak üzere hâlen geçerli fikirler hiyerarşisinden büyük bir sapma olacaktır. En düşünceli ideologlarımız kurallara dayalı liberal uluslararası düzenin erdemlerini öven mesajlar verirken jeopolitik davranışlarımız dünyaya farklı bir mesaj veriyor.

Somut olarak ifade etmek gerekirse, iç toplumsal ve siyasi düzeni onu içten veya dıştan yok edebileceklere karşı güçlü biçimde korurken, başkanların işledikleri uluslararası suçlara ilişkin böbürlenmelerini genel merkezi ABD’de olan sosyal medya aracılığıyla aktarmasına izin verdiğimizde, kusurlu “Önce Amerika” ahlakını farkında olmadan onaylamış oluyoruz.

Başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayın

İşte en önemli ahlaki kuralı hatırlamanın zamanı geldi: “Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi davran” veya daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, “başkalarının size yapmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayın.” Aksi takdirde demokratik anayasal düzenin savunulması adına ülke içinde düşüncenin kontrol edilmesi ikiyüzlülüğü ve Amerikalıların dışa karşı masum olduğuna dair kandırmaca devam eder.

Çarpıcı bir örnek olarak aklıma Başkan Trump’ın bir yıl önce, 3 Ocak 2020’de İranlı General Kasım Süleymani’yi, Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi’nin davet ettiği diplomatik bir misyonun başındayken, insansız hava aracıyla kasti olarak yasadışı biçimde öldürülmesini savunduğu ve övündüğü mesaj geliyor. (Bu tür siyasi suikastları eleştirisi için BM Özel Raportörü Raporu, A/HRC/44/38 August 2020 ve benim bloğuma bakabilirsiniz) Böylesi bir uluslararası suçun devlet propagandasıyla karartılmasına izin vermek, yurtiçinde kendini aldatmanın boyutunu ve yurtdışında Amerikan düşmanlığının nedenlerini ortaya koyuyor. Örneğin suikastın ardından Iraklı liderler ABD hükümetinden silahlı güçlerini ülkeden çekmesini istedi. Bu isteğin henüz yerine getirilmemesi Iraklıların fikir değiştirmesinden çok karmaşık bölgesel jeopolitiğin bir yansımasıdır.

Ben de Filistin halkına temel haklarını elde etmeleri için uzun mücadelelerinde destek veren sözlerim ve eylemlerimden ötürü bu tür düzenleyici otoritenin gayri resmi ve resmi istismarına maruz kaldım. Kabul edilen Uluslararası Soykırım Anma Birliği’nin (International Holocaust Remembrance Alliance – IHRA) antisemitizm tanımı, İsrail Boykot Hareketi (Boycott, Divestment and Sanctions – BDS) gibi şiddet içermeyen barışçıl kampanyaların veya insan hakları savunucularının ya da İsrail’i sert bir şekilde eleştirenlerin antisemitik olarak yaftalanmasını sağlayacak kadar geniştir. Facebook mesajlarım ve konferanslarım, “antisemitist” görüşlerime karşı koruma sağladığını iddia eden bu tür anti-demokratik ve yanıltıcı internet mesajlarının bir sonucu birçok kez engellendi veya iptal edildi. Bunlar genel itibarımı lekelediyse de işini kaybeden önemli akademisyenlerden (örneğin, Norman Finkelstein, Steven Salaita), mesleki itibarları lekelenen gazeteciler ve uzmanlara kadar pek çok kişinin yaşamını altüst eden zorluklarla karşılaştırıldığında önemsiz kalıyor.

Siyasi hırsların güçlü olduğu ve karşı güçlerle dengelenmediği durumlarda sosyal medya platformları ve ana akım medya, dengeli yaklaşılması gereken olayları tek taraflı ve baskıcı biçimde sunmaya eğilimlidir. Böyle durumlarda, toplum, ihtilaflı konularda demokrasi için vazgeçilmez tartışma ortamından mahrum kaldığı gibi, vatandaşların otosansürün saptırmalarına karşı koymaya cesaret edememesine yol açan engelleyici mesajlar verilmesine neden olur.

Dijital Çağ’da demokrasiyi korumak kimin görevi?

Bu nedenlerden dolayı, Kasım ayında kaybettiği seçimin ardından Trump’ın yarattığı ve 6 Ocak’ta ABD Kongre Binası’na yapılan saldırı ile doruğa ulaşan aşırı koşulların baskısı altında bu meseleleri ele almak tehlikeli bir hata gibi görünüyor. Dijital Çağ’da demokrasinin koruyuculuğunun kâr amacı güden özel sektör aktörlerine emanet edilmesi, özellikle sadece sosyal medyada değil, daha geleneksel basın ve TV kanallarında pazar hakimiyeti ve servetin tek bir noktada toplandığı göz önünde tutulduğunda tehlike çanlarını çaldırsa da, istismarcı bir başkanın neden olduğu gerçek ulusal acil durum göz önüne alındığında, sosyal medyanın doğaçlama tepkisi hayırlıydı. (Bu konuda Michelle Goldberg’in 11 Ocak 2021’de New York Times’ta yayınlanan “The Scary Power of the Companies That Finally Shut Trump Up” başlıklı yazısına ve özellikle Fraser Meyers’in Information Clearing House’ta 12 Ocak 2021’de yayınlanan “Like him or not, the censorship of Donald Trump has set a terrifying precedent” yazısına bakabilirsiniz).

ABD’nin dijital öncesi siyasi hayatı; paranın, toplumun her düzeyindeki kamu görevlilerinin seçildiği seçim sürecinin zehirlenmesine ve yarı faşist dünya görüşleri etrafında dolanan gözde medya imparatorluklarına boca edilmesiyle zaten ciddi bir şekilde sağa kaymıştı. Muhalefet, özellikle Wall Street veya Silikon Vadisi ile aynı çizgide değilse, sorunlara, programlara ve sosyo-ekonomik adalete odaklanmak yerine para için yalvarmak zorunda kaldığından, aptallaştırıcı bir etki de söz konusu. Sonuç, inançların ve değerlerin nakde dönüştürüldüğü siyasi yaşamın metalaştırılmasıdır.

Kargaşanın ve Trump’ın ortaya attığı ve ona oy verenlerin yüzde 70’i, hatta muhtemelen gerçeği bilen ama Trump’tan ayrılmaktansa ona bağlı kalmanın siyasi kariyerleri için daha iyi olacağını düşünen çok sayıda milletvekili tarafından kabul edilen korkunç bir peri masalı olan seçim yolsuzluğu yalanının ardında Trump’ın 2020 seçim yenilgisi var. Ancak, belki de daha şaşırtıcı olan, Joe Biden’ın zaferinin niteliği… Seçiciler Kurulu’nda 232’ye karşı 306 oyla ve halk oylamasında ise yedi milyonun biraz üzerinde bir fark, Biden için açık bir zaferdi. Yine de, oylar bir bakıma yakındı ve aslında, Trump’ın kaybetmesine rağmen Cumhuriyetçiler ülke çapında eyalet düzeyindeki seçimlerde zafer kazandılar. California ve New York Biden’ın hanesinden çıkarılırsa, Trump Seçiciler Kurulu’nda ve hatta az farkla da olsa halk oylamasıyla ülke çapında kazanırdı. Federalci mantığa göre birliği oluşturan eyaletlerin büyük bir çoğunluğu, birçok cana, acıya ve ekonomisinin baş aşağı gitmesine neden olan COVID-19 inkarcılığını en yıkıcı biçimde sergileyen kötü bir lider olmasına rağmen Trump’ın başkanlığını onayladı. Ülke olarak böylesine uğursuz bir demagojik fareli köyün kavalcısının inşa ettiği bu hareketten hangi dersleri çıkarmalıyız?

Başka bir açıdan bakıldığında COVID olmasaydı ekonomi güçlü kalacak, işsizlik düşük olacak ve Trump’ın ‘başarılı’ sicilini bozacak bir sağlık krizi olmayacaktı. Böyle bir havada, Trump’ın 2016’daki sürpriz zaferinde elde ettiğinden daha az olmayan bir farkla kolayca galip geleceğinden galiba kuşku duyulmuyor. Görünür yüzeyin altındaki bu manzara bize sadece seçim hakkında değil, aynı zamanda sınıf, etnik ve cinsiyet farklılıklarını derinleştiren, ABD’nin dünyadaki itibarına ciddi bir şekilde zarar veren, iklim değişikliğine karşı feci bir inkarcı duruş benimseyen, alternatif gerçekleri savunan ve gerçek ötesi ilkelerini gururla ilan ederken, ortaya çıkan sosyo-ekonomik eşitsizlikleri ve altyapıyı görmezden gelen dört yıllık yönetimin kamuoyu ve hükümet tarafından kabul edildiğini gösteriyor.

Böylesi bir Trump deneyimi, ister devlet ister özel sektör eliyle yapılsın sansürden fazlasını gerektiriyor. Her şeyden önce, dikkatlerin vatandaşların eğitim eksikliklerine çevrilmesi gerekiyor. Modern öncesi batıl dünya görüşlerinin en kötü biçimlerine hâlâ bağlanan bir toplumda postmodern teknolojiye sahibiz. Başka bir “savaşın”, bu sefer “cehaletle savaşın” vakti geldi. Trump’tan sonra ülke, sistemik ırkçılık, ekolojik saygısızlık ve metalaştırılmış demokrasi gibi kötülüklerden arındırılmadan önce ikinci bir “Aydınlanma”ya ihtiyaç duyuyor.

Richard Falk’un Fikir Turu için kaleme aldığı bu yazı Mustafa Alkan tarafından İngilizceden Türkçeye çevrildi.

Bu yazı ilk kez 18 Ocak 2021’de yayımlanmıştır.

Richard Falk
Richard Falk
Prof. Richard Falk - ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank Emeritus profesörü. Aynı zamanda California Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Araştırma Danışmanı. 2008-2014 yıllarında Birleşmiş Milletler’in Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yaptı. Kendi bloğunda (richardfalk.wordpress.com) dünya barışı ve küresel adaletle ilgili konular hakkında yazılar yazıyor, dünyanın pek çok farklı ülkesinde konuşmalar yapıyor. Dünyanın önde gelen uluslararası hukuk uzmanlarından biri olan Prof. Dr. Falk, akademisyenliğinin yanında 50 yılı aşkın yazarlık ve editörlük hayatında birçok esere imza attı. Falk, 2009’dan bu yana her yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriliyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x