Türkiye seçim tarihinden günümüze dersler – 1

1950’den başlayarak geçmiş seçimler, bugün için ne söylüyor? Her seçimin öne çıkan özelliği ne oldu? Ekonomik ve siyasal gelişmeler seçimlere nasıl yansıdı? Geçmiş seçimlerin bugüne mirası ne? Prof. Dr. Tanju Tosun yazdı.

Demokratik siyasi rejimlerde yönetilenler, seçimlerde siyasi iktidar için yarışan aday ya da partiler arasında tercihte bulunarak iktidarı belirlerler. Seçimler bu özelliğiyle siyasi iktidarı sadece hukuki bir temele oturtmakla kalmaz, aynı zamanda meşrulaştırır. Seçmenler yaptıkları tercihlerle mevcut iktidarı onaylayıp, bir sonraki seçime kadar iktidarda kalmalarını sağlarlar ya da yeni kadro ve partileri iktidara taşırlar. Seçmenin sandıktaki tercihi nasıl şekillenirse şekillensin, son tahlilde liberal demokrasilerde seçimler demokratik koşullarda siyasetçilerle seçmenler arasında diyaloğun tesis edildiği bir rekabet alanıdır.

Türkiye 14 Mayıs’ta yeni bir seçime gidiyor. Bu seçim çok partili hayata fiilen geçilen 14 Mayıs 1950’den bugüne gidilen 20. seçim olacak. Yaklaşık üç çeyrek asırlık bir zaman dilimine denk düşen demokratik seçim tarihimizde sandıklara yansıyan tercihler ve seçimler sonrası oluşan siyasi tablo, askerin siyasete müdahale ederek demokratik rejimi kesintiye uğrattığı ara rejim dönemleri hariç, iktidarların demokratik yöntemle el değiştirmesi açısından anlamlı oldu. Her seçim kendi içinde farklı tarihsel, politik ve ekonomik koşulların etkisiyle seçmenin demokratik refleksini yansıtması açısından takdir edilesi sonuçlar üretti.

Bu yazıda 1950’den bugüne yapılan seçimler, bunlara özgü belirli kırılma noktaları, sonuçları örneğinde 1950-1980 ve 1983-2018 dönemi şeklinde iki ana dönem halinde değerlendirilecektir.

14 Mayıs 1950’den 12 Eylül 1980 askeri darbesine uzanan yolda seçimler

Türkiye siyasal hayatında 1950-80 döneminde yapılan 8 genel seçim, seçim süreçlerindeki siyasi rekabet, hukuki çerçeve, sonuçları bağlamında dikkate değer özelliklere sahip.

30 yıla sığan bu seçimler 14 Mayıs 1950, 2 Mayıs 1954, 27 Ekim 1957, 15 Ekim 1961, 10 Ekim 1965, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 5 Haziran 1977 tarihlerinde gerçekleşti. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle başlayıp 27 Mayıs darbesine kadar süren dönemde ağırlıklı olarak CHP ve DP arasındaki siyasi rekabet dikkat çekerken, 27 Mayıs 1961 darbesinin ardından oluşan askeri ara rejim 15 Ekim 1961 seçimiyle yerini demokratik sürecin yeniden işlemesine bıraktı.

27 Mayıs döneminde kabul edilen 1961 Anayasasının yarattığı özgürlükçü hava ve çoğulcu yapı 1961 seçimleriyle birlikte daha karmaşık bir örüntüyle sürdü. Anayasa ve siyasi partiler kanununun izin vericiliğiyle 1971’e kadar gelişimini sürdüren siyasal yaşam, 12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin işbaşındaki Adalet Partisi hükümetine verdiği muhtırayla ikinci kez sivil niteliğinden uzaklaşsa da, ara rejimin ardından gidilen 14 Ekim 1973 seçimleri, tüm kırılmalara rağmen, sürecin örgütlü ve çoğulcu biçimde işlemeye devam ettiğini gösteren özelliklere sahip.

Bu anlamda 1973’den 1980’e gidilen 2 genel seçim toplumsal ve ekonomik gelişimin siyasal etkilerinin sandıkta net biçimde görüldüğü demokratik pratikler şeklinde değerlendirilebilir. 12 Mart ara rejiminin ardından 1973 seçimleriyle birlikte yeniden işlemeye başlayan demokratik süreç birbirleriyle rekabet eden partilerin ideolojik yönelimleri, yaslandıkları sosyolojik temeller, toplumda egemen olan sosyo-kültürel ve sınıfsal bölünmeler itibarıyla yaşanan sosyal değişimle paraleldir.

23 kez değişen seçim kuralları

Bu dönemde yapılan seçimlerde seçmenlerin kullandıkları oyları sandalye dağılımına dönüştüren yöntemler olarak çoğunluk sistemi uygulanırken, 1961 seçimlerinden 12 Eylül’e kadar tüm seçimlerde nispi temsilin D’Hondt[efn_note]D’Hondt sistemi, Belçikalı hukukçu ve matematikçi Victor D’Hondt tarafından 1878’de tasarlanmış nispi temsil sistemidir.[/efn_note] yöntemiyle partilerin milletvekili sayıları da belirlendi. Söz konusu dönemde seçim kanununda 23 kez değişiklik yapılması dikkat çekicidir.

Seçim sistemlerinin hukuksal temeli aslında I. Meşrutiyet döneminde çıkarılıp, 1943 seçimlerine kadar uygulanan seçim kanununa dayanır.

İki dereceli çoğunluk sistemine göre milletvekilleri öncelikle basit çoğunluğa, sonra da salt çoğunluğa göre seçilmekteydi. 1946-1960 döneminde liste usulü çoğunluk sistemi uygulandı. 1942’de kabul edilen Mebus Seçimi Kanunu[efn_note]4320 sayılı Mebus Seçimi Kanunu 14 Aralık 1942’de kabul edildi.[/efn_note] seçim sisteminde önemli bir değişiklik yapmadı, 1946’da çıkarılan kanun ile iki dereceli seçim sistemi tek dereceli seçime dönüştürüldü.

Açık oydan gizli oya geçiş

1946 tarihli Milletvekili Seçim Kanunu’nun[efn_note]5 Haziran 1946 tarih ve 4918 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu[/efn_note] en önemli özelliği, tek dereceli seçimi öngörmesiydi.

1950’de değiştirilen kanun ile açık oylama kaldırıldı, genel, eşit ve gizli oy ilkesi kabul edildi. 1950’de kabul edilen yeni Milletvekili Seçim Kanunu’nun[efn_note]16 Şubat 1950’de 5545 sayılı Yeni Milletvekili Seçimi Kanunu[/efn_note] 1. maddesindeki genel, eşit, gizli oy ilkesi, eski kanundaki açık oy ilkesi dikkate alındığında, seçme hakkının demokratikleşmesi adına çok önemlidir.

1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde salt çoğunluk ilkesi uygulandı. Her üç seçimde de partilerin illerin oluşturduğu seçim çevrelerinde listeler halinde adaylarını sunduğu ve en çok oy alan parti listesinin o ildeki milletvekillerinin hepsini kazandığı çoğunluk sistemi uygulandı.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan seçim kanunu ile temsilde adalet ilkesini hayata geçirmek için seçim sisteminde köklü bir değişikliğe gidilerek nispi temsil sistemine geçildi.

Nispi temsilin “D’Hondt” yöntemi uygulanarak, seçim barajı bir seçim çevresindeki geçerli oyların ilgili seçim çevresinde çıkarılacak milletvekili sayılarına bölünmesi ile tespit edilmekteydi. Eğer hiçbir parti barajı geçemezse, bu sistem barajsız olarak uygulanacaktı.

Parti sayısının artışına bir ölçüde engel olan ve nispeten büyük partilerin yararını gözeten D’Hondt yöntemiyle basit seçim kotası esası (baraj) birlikte uygulandı. Sistemde ilk değişiklik 1965 yılında gerçekleştirildi, 13 Şubat tarih ve 533 sayılı kanunla Milli Bakiye yöntemine geçildi. Bu sistem hem küçük partilerin yararına işledi, hem de Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelecek oyu almasını sağladı.

Fakat AP’nin bu sistemden memnun olmaması nedeniyle, 1968’de yeni bir kanunla[efn_note]20 Mart 1968’de 1036 sayılı kanunla[/efn_note] barajlı D’Hondt yöntemine dönülse de, Anayasa Mahkemesi’nin seçim barajını iptal etmesi nedeniyle 1973 ve 1977 seçimlerinde barajsız D’Hondt yöntemi uygulandı.

Seçim meydanlarından sandığa uzanan siyasi rekabet

14 Mayıs 1950 tarihi çok partili siyasi yaşama fiili olarak geçişte önemli bir kilometre taşıdır.

7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulması ile hukuken çok partili yaşama geçilse de, 1946 seçimleriyle şekli anlamda çoğulcu, rekabetçi sistem işledi, demokrasinin kurallarına uygun rekabet 1950 seçimleriyle başladı.

1950-1960 dönemindeki seçimlerde, seçimlere katılım kademeli olarak düştü; 1950’de % 89,3’ten 1957’de % 76,6’ya geriledi. Bu dikkat çekici düşüşte, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren siyasi iktidarın seçmenin beklentilerine karşılık verememesinin payı vardı. DP her üç seçimde de büyük oy farkıyla 1. parti olurken, 1950’de % 55,2, 1954’te % 58,4 oranında oy topladı, 1957’de % 48,2’ye geriledi.

CHP’nin ise 1950’de % 39,6 olan oy oranı 1954’te 35,1’e gerilemesine rağmen, 1957’de 6,3 puan artarak % 41,4’e yükseldi.

Aynı dönemin ikinci yarısında DP hâkim parti olarak dikkat çekerken, CHP ile DP arasındaki rekabet dışında oy gücü anlamında bunlarla rekabet edebilecek üçüncü bir parti yoktu.

14 Mayıs 1950 seçimleri: Özgürlük ve ekonomi 

DP’nin 1950 seçim başarısında CHP’ye karşı özgürlükçü bir söylemle seçmenin karşısına çıkması yanında, halkın özellikle II. Dünya Savaşı yıllarının ekonomik koşulları dolayısıyla yoksullaşmasından CHP’yi sorumlu tutmasının payı vardı.

Marshall yardımı gibi dış ekonomik desteklerle sağlanan tarımda makineleşme, altyapı yatırımları, zirai krediler üzerinden kırsal seçmene hitap edilmesi, köylünün özellikle yaşadığı ekonomik değişim, bunun DP tarafından popülist bir söylemle dillendirilmesi 1954 seçimlerinde oylarını birkaç puan arttırmasıyla sonuçlandı.

Nitekim 1954 seçimlerinde partinin sloganlarından biri “Dün mü mutluydun, bugün mü? Seçimini ona göre yap” idi. CHP ise seçmenin karşısına “1950’de kandın, bu kez kanma” şeklindeki sloganlarla çıktı.

1954 ve sonrası: Umuttan otoriterliğe

Ülkenin genel bir refah ortamına girmesiyle oluşan ve 1954’e kadar süren umut havası seçimlerin ardından dağılmaya başladı, yerini iktidarın otoriter uygulamalarıyla karamsarlığa bıraktı.

1954 sonrası DP’nin otoriter eğilimlere yönelmesi ekonomide oluşmaya başlayan durgunluk, enflasyonun artışı, büyümenin durması, iktidara karşı yürütülen etkili muhalefetten bağımsız düşünülemez. DP lideri Adnan Menderes 1958’de yapılması gereken seçimleri 1957’ye alınmasını sağlayarak, ekonominin daha da kötüleşebileceği bir zamandan önce sandığı seçmenin önüne koyarak DP’yi kurtaracağını düşünse de, oyları 10 puan geriledi.

DP’nin seçim sonrası otoriter uygulamaları artarken, ülke ekonomisindeki kötüleşmenin sorumlusu olarak muhalefet görüldü, muhalefet baskıcı yöntemlerle susturulmaya çalışıldı.

DP aydınlar, basın, sivil toplum örgütleri ve üniversiteleri kendisine karşı potansiyel bir tehdit unsuru olarak görerek daha da otoriterleşti, sonuçta Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 1960’da yönetime el koyarak, DP’yi iktidardan uzaklaştırıldı.

1961: Demokrasiye dönüş

27 Mayıs darbesinin ardından demokrasiye geçiş süreci 15 Ekim 1961 seçimleriyle yeniden işlemeye başladı, 1961-1980 döneminde toplam 5 seçim[efn_note]15 Ekim 1961, 10 Ekim 1965, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 5 Haziran 1977’de[/efn_note] yapıldı.

Kayıtlı seçmen sayısı 1961 seçimlerinde yaklaşık[efn_note]12..925.395[/efn_note]13 milyondu, 1977’de bu rakam 21 milyonu biraz geçti.[efn_note]21.207.303[/efn_note] Aynı dönemlerde, seçimlere katılımda ise istikrarsız bir örüntü dikkat çekti. 1961’de % 81,4, bir sonraki seçimde % 71,3 iken, 1969’da % 64,3’e geriledi, 1973’te % 66,8’e, 1977’de % 72,4’e ulaştı. 27 Mayıs’ın ürünü olan 1961 Anayasası’nın siyasal haklar, özgürlükler ve örgütlenme alanında getirdiği demokratik, çağdaş, katılımcı düzenlemeler nedeniyle kısa sürede çok sayıda siyasal parti kuruldu. Bu partiler 1961 seçimlerine katıldılar.

1961 seçimlerinde CHP %36.7 oy alarak birinci parti çıkmasına rağmen, tek başına hükümet kuramadı.

Askeri rejim döneminde yöneticileri tasfiye edilen ve daha sonra Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kongre yapmadığı gerekçesiyle kapattığı DP yerine kurulan Adalet Partisi seçimden %34,8’lik oyla 2. parti olarak çıktı. DP’nin siyasal mirasına sahip çıkarak kurulan ve oylarını almayı amaçlayan bir diğer parti Ekrem Alican’ın liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi (YTP) %13,7, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKPM) ise %14 oy aldı.

1965: TİP’in 15 milletvekili çıkarmasını sağlayan sistem

1965 seçimlerinde, genel başkanı Süleyman Demirel ile büyük oy patlaması yaparak, seçimlerden % 52,9’luk oyla birinci parti çıkan Adalet Partisi hükümeti tek başına kurdu.

AP oylarında bir önceki seçime göre gözlenen 18 puanlık artışa karşılık, CHP oylarında (%28,7) 8 puanlık bir gerileme vardı. 1965 seçimlerinde CKMP ve YTP oylarındaki çok keskin düşüş[efn_note]Aynı seçimde CKMP % 2.2, MP % 6.3, YTP ise % 3.2 oranında oy toplayabildi.[/efn_note] karşısında (10-12 puan), sisteme yeni katılan Türkiye İşçi Partisi oyların %3’ünü, bağımsızlar ise % 3,2’sini aldı. Özellikle TİP’in parlamentodaki sandalyelerin 15’ini alması, seçim tarihimizde ilk ve son kez uygulanan “Milli Bakiye” seçim yönteminin bir sonucuydu.

İktidar partisi AP’nin seçim kanununda değişikliğe gidip, nispi seçim yöntemine geçilmesiyle, sistemin küçük partiler lehine olan sonuçları ortadan kalktı. 1969 seçimlerinde oylarındaki 6,3 puanlık gerilemeye rağmen AP (%46,6) yine de birinci parti oldu, CHP’ye göre (% 27) oyları yaklaşık 20 puan fazlaydı.

En şiddetli rekabet: 1969 seçimleri

1969 seçimleri AP ve CHP arasında şiddetli siyasi rekabetin yaşandığı seçimlerden biri oldu. CHP, AP’nin 4 yıllık iktidarına sert eleştiriler yöneltirken, AP, CHP’nin ülkenin temel meselelerine dair çözüm önerileri geliştirmediğini seçmene anlatmaya çalıştı.

Bu seçimde AP’nin iktidarını sürdürmesinin başlıca nedeni, yaşanan sosyo-ekonomik değişime AP’nin uyguladığı politikalarla yanıt vermesi kadar, Demirel’in bir siyasi lider olarak toplumun taleplerini okumadaki başarısıydı.

Oy kaybındaki neden ise sosyo-ekonomik bölünmelerin parti sistemine yansımasının doğal sonucuydu. Nitekim, sosyo-ekonomik modernleşme, kentleşme gibi olgular toplumda yeni sosyal bölünme tipleri yaratırken, bunlar yeni parti oluşumlarını tetikledi. Milliyetçi sağda Alparslan Türkeş’in liderliğindeki MHP, Alevilerin siyasal temsiline soyunan Mustafa Timisi liderliğindeki Türkiye Birlik Partisi, CHP’deki ideolojik yeniden yapılanma sonucunda partiden ayrılanların kurduğu Güven Partisi gibi oluşumlar sosyal uyanışın siyasetteki tezahürleriydi.

1969 seçimlerine ilk kez katılan MHP %3, TBP %3,2, Güven Partisi ise %6,6 oranında oy aldı, AP parti sistemindeki sınırlı parçalanma nedeniyle tek başına hükümeti kurdu.

1973 seçimleri: Türkiye siyasetinin dönüşümü

Türkiye siyasetinde değişim ve dönüşüm yolundaki asıl sinyal 12 Mart muhtırasıyla başlayan 12 Mart askeri rejiminin ardından gidilen ilk seçim olan 14 Ekim 1973 seçimleriyle verildi.

CHP’nin yeni Genel Başkan Bülent Ecevit liderliğinde demokratik sol ideolojik yeniden yapılanmaya yönelmesine seçmenin verdiği refleks bu seçimde kendisini hissettirdi. Seçimde oylarını 6 puan arttıran CHP (%33,3) karşısında AP oyları %46,6’dan %29,8’e geriledi. MHP oyları ancak 0,4 puan artarken, Milli Nizam Partisi’nin 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından Türk siyasal hayatına Necmettin Erbakan liderliğinde katılan Milli Selamet Partisi (MSP) beklenmedik biçimde oyların %11,8’ini aldı.

MSP, AP’nin 1960’ların ikinci yarısından itibaren uygulamaya koyduğu ekonomi politikalarından zarar gören küçük burjuvazinin kültürel- muhafazakâr reflekslerle kurmuş olduğu bir partiydi. Seçimin ardından, kurdukları koalisyon hükümetiyle laik CHP ile İslami eğilimli MSP Türk siyasetine yeni bir renk katsa da, bu hükümet uzun ömürlü olmadı.

CHP’nin asıl seçim başarısı, 5 Haziran 1977 genel seçimlerinde yaşandı. Kıbrıs Barış Harekatı’nda hükümetin başarısını kendi kazancına dönüştürmeyi uman CHP seçimlerden % 41,4 gibi yüksek oy alarak çıkmasına rağmen, nispi temsil yöntemine dayanan seçim sistemi bu oy oranıyla dahi bir partinin tek başına hükümet kurmasına imkan vermedi. Aynı seçimde[efn_note]DP oyları % 11.9’dan % 1.8’e, CGP oyları ise % 5.3’ten % 1.9’a gerilemiştir. TBP ve TİP oyları da 0.1-0.4 düzeyinde kaldı.[/efn_note] AP % 36,9 oranında oy toplarken, MHP oylarında 6,4, MSP oylarında ise 3,2 puanlık bir azalış gerçekleşti.

12 Eylül askeri rejiminin mirası: Hayati değişiklikler ve temsilde adaletsizlik 

1980 sonrası demokratik siyasi sürecin işlemesine aracılık eden ilk seçim 6 Kasım 1983’te yapıldı. 1983-2018 döneminde 11 genel seçim[efn_note]6 Kasım 1983, 29 Kasım 1987, 20 Ekim 1991, 24 Aralık 1995, 18 Nisan 1999, 3 Kasım 2002, 22 Temmuz 2007, 12 Haziran 2011, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015 ve 24 Haziran 2018 seçimleri.[/efn_note] yapıldı.

Bu dönemde seçimlerin, “yönetimde istikrar ve temsilde adalet” sarkacında oyunun değişen kurallarına göre uygulanan seçim yöntemleriyle gerçekleştiğini belirtmek gerekir.

1983’ten günümüze siyasal yaşamın şekillenmesinde mekanik ve psikolojik etkisiyle dikkat çeken seçim sistemlerine ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapılsa da, tüm seçimlerde nispi temsilin D’Hondt yöntemi uygulandı.

Parti sistemini şekillendiren yöntem ise 1995 seçimlerine kadar uygulanan seçim çevresi barajı ve halen mevcut olan ulusal seçim barajıdır.

1983 sonrası demokrasiye yeniden geçiş sürecinde ilk seçim olan 6 Kasım seçimlerinde çift barajlı D’Hondt yöntemi uygulandı. Anayasa Mahkemesi 1995 seçimleri öncesinde temsilde adalet ilkesini öne çıkararak seçim çevresi barajını iptal etti, ardından D’Hondt yöntemi % 10’luk ulusal barajla uygulanmaya devam etti, 2022’deki yasal değişiklikle baraj % 7’ye düşürüldü.

Seçim kanunlarında siyasal iktidarlar seçimlerde aldıkları oyları parlamentoda maksimum sandalye dağılımına yol açacak şekilde sık değişikliğe gittiler, seçim çevreleri daraltılıp genişletilerek, kontenjan adaylığından tercihli oy kullanma imkanına kadar uzanan değişiklikler, “hak edilmemiş çoğunluklar üretme” ile sonuçlanan temsil adaletsizliğine yol açtı.

Temsil adaletsizliğinin göstergesi elde edilen oyla parlamentodaki sandalyelerin dağılımı arasındaki dengesizliği gösteren orantısızlık endeksidir. Orantısızlığı tespit etmek için kullanılan Arend Lijphart’ın orantısızlık indeksinde göre, oran ne kadar büyükse, orantısızlık, dolayısıyla temsil adaletsizliği o kadar fazladır.

Nitekim 3 Kasım 2002 seçiminde seçim sisteminde adalet/adaletsizliğin bir göstergesi olan orantısızlık yüzde 22,4’e kadar çıktı. 24 Haziran 2018’de ise ittifaklar nedeniyle yüzde 5,6’ya kadar geriledi.

24 Haziran 2018 seçiminde uygulanan ve partiler arasında ittifak yapmaya imkân tanıyan değişikliğe kadar, seçim kanununda herhangi bir değişiklik yapılmadı. Seçim kanununda bir önceki değişiklik 2018 seçimleri öncesinde gerçekleşti. Bu değişiklikle, ittifak yapan partilerin dahil oldukları ittifakın toplam oyunun barajı geçmesi halinde, oyların ittifak içinde toplanması ve ittifakta yer alan partilerin çıkaracağı milletvekilleri sayılarının ittifak içinde aldıkları oya göre belirlenmesi kabul edildi.

Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanun ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair 7102 Sayılı Kanun’un getirdiği ilgili değişiklik 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 29’uncu maddesine “…aynı ittifak içerisindeki siyasi partilerin her birinin geçerli oyu; ittifakı oluşturan siyasi partilerin o seçim çevresinde tek başına aldıkları oy sayısına, ittifakın ortak oylarından gelen payın ilave edilmesiyle elde edilir. İttifak yapan her bir partiye ortak oylardan gelen pay; ittifak yapan siyasi partilerin tek başına aldıkları oyun bu partilerin toplam oyuna bölünmesi ile elde edilen katsayının ittifakın ortak oyu ile çarpımı sonucu elde edilir” hükmü eklendi.

31 Mart 2022’de yeni bir değişikliğe[efn_note]31 Mart 2022 tarihli ve 7393 sayılı “Milletvekili seçim kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun[/efn_note] gidildi. Bu değişiklik oyların sandalyeye dönüşme yöntemiyle doğrudan ilgili 2 madde içeriyor: ülke seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi[efn_note]1.maddeyle 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 33. maddesi[/efn_note] ve milletvekilliklerinin dağıtılmasındaki değişiklik.[efn_note]34. maddenin birinci fıkrasında yapılan düzenleme[/efn_note]

Eski sistemde milletvekilliklerinin önce yüzde 10 ülke barajını geçen ittifaklar arasında her seçim çevresinde D’Hondt sistemine göre dağıtılması, ikinci aşamada ise her ittifak içinde milletvekilliklerinin dağıtılması yine D’Hondt usulüne göre gerçekleştiriliyordu. Kanun değişikliğiyle birinci aşama kaldırıldı, “ittifakın aldığı oy toplamı ülke barajını geçtiği takdirde seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde aldığı oy sayısı dikkate alınarak bu maddenin üçüncü fıkrasına göre yapılır” eklendi.

Böylece partiler arasındaki ittifaklar değişiklikle eski önemini ve temsil adaletine katkısını yitirdi.

1983 ve sonrası: Kutuplaşmayla yumuşama arasında 

Türkiye siyasal hayatında 6 Kasım 1983 seçimleriyle birlikte yeniden işlemeye başlayan demokratikleşme sürecinde gözlenen siyasal rekabetin seçimlere yansıması, siyasal iklimin yumuşamasıyla kutuplaşma arasındaki gel-git’ler şeklinde gerçekleşti.

1983’den 2018’e kayıtlı seçmenler 35 yılda 19 milyon 767 bin 366’dan 59 milyon 367 bin 469’a ulaştı. Seçimlere katılım düzeyi ise dalgalı bir seyir izledi. 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde % 92,3 olan katılım bir sonraki seçimde 1 puan artarak % 93,3’e yükseldi, ardından iniş çıkışlar yaşandı. Örneğin; 1991 seçimlerinde 10 puanlık bir gerilemenin ardından 1995 ve 1999’da 2’şer puanlık bir artış dikkat çekiyor. 24 Haziran 2018 seçiminde ise % 86,2 oldu. Katılım düzeyindeki dalgalanmalar seçmenin katılımdan beklentileriyle ilgilidir. Sistem ve kurumlarına olan güvensizliğin arttığı, partilerinden beklentilerin karşılanmadığı inancının güçlendiği dönemlerde sandığa gitmeme şeklindeki bir seçmen davranışı anlaşılabilirken, seçmenle partiler arasında temsiliyet ilişkisinin güçlendiği dönemlerde seçmenlerin yeniden sandığa gitmeleri politik davranış açısından tabiidir.

Seçimlerde partilerin elde ettikleri oylar ve oylardaki değişim incelendiğinde, seçmen tercihlerinde radikal değişimler, keskin alt üst oluşların gerçekleştiği gözleniyor. Bu durum partiler için olduğu kadar, parti blokları için de söz konusu. Nitekim, özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren merkez sağın klasik iki partisinin işgal ettiği merkez sağ bloktaki durum konuya ilişkin tipik bir örnektir.

1995 seçimleriyle birlikte bu bloktaki ANAP ve DYP oylarının %50’lardan %40’lara düşmesi, seçmenle aralarındaki temsiliyet ilişkisinin zayıflaması karşısında, 2002 ve 2007 seçimlerinde AK Parti’nin aldığı oylarla bu bloğa yerleşmesi, gelişim ve değişimi anlamak açısından dikkate değer.

6 Kasım 1983 seçimleri: Siyasetin yeni aktörleri, modern siyasi propaganda yöntemleri

6 Kasım 1983 seçim sonuçları siyasetin yeni aktörlerinin kimler olduğunu ilan etmesi açısından önemliydi. ANAP, lideri Turgut Özal’la elde ettiği % 45,1’lik oy oranıyla seçimlerden 1. parti olarak çıkarken, 12 Eylülcülerin destek verdiği emekli asker Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Parti %23,3’lük oyla ancak 3. oluyor, merkez solda eski CHP seçmenine seslenen Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti ise % 30,5 oy alarak seçimlerden 2. parti olarak çıkıyordu.

6 Kasım seçimleri Türk siyasetinde modern siyasi propaganda tekniklerinin kampanya sürecinde kullanılmaya başladığı ilk seçim olması açısından da dikkat çekiyordu. Özellikle ANAP kampanya sürecinde siyasal propagandayı çok iyi kullandı, seçimlerde yüksek oy almasında bunun da etkisi oldu. Parti kendisini “Dört eğilimin partisi” olarak seçmen kitlesine uzlaşmacı kimliğiyle takdim etti, 12 Eylül öncesinin politik kavgalarına, sağ sol bölünmesine sık sık atıfta bulunarak, uzlaşmanın önemine vurgu yaptı.

Düşünce, vicdan, ifade, teşebbüs hürriyetinin kendi iktidarlarında gerçekleşeceğini seçmene aktaran ANAP lideri Özal, toplumu bu yeni dönemde özellikle ekonomik vaatleriyle yanına çekmeye çalışırken, eski dönemin devlet anlayışının öne çıktığı bir Türkiye yerine, devletin milletin efendisi olduğunu sık sık vurgulayarak, bireyi iktisat, piyasa, tüketim üzerinden kendi yanına çekmeye çalıştı. ANAP’ın seçimdeki rakiplerinden Halkçı Parti, iktisat, devlet, siyaset tahayyüllerinde daha devletçi, bürokratik, merkeziyetçi bir çizgide kendisini tanımlarken, sosyal demokrasiye dair kimi açılımlar getirmekle birlikte, özgürlükçü bir parti kimliğini inşa edecek biçimde seçmen karşısına çıkamamıştı.

ANAP’ın diğer rakibi ve otoriter sağın temsilcisi olarak tanımlanabilecek MDP ise seçim stratejisini seçmeni 12 Eylül öncesine dönmeyle korkutma üzerine kurguladı. MDP’nin bu korkuyu hâkim kılarak iktidara gelmeyi hedeflediği, ekonomik sıkıntıların çözülmesi ile insan hakları ve demokrasi taleplerinin ikinci planda kaldığı söylenebilir. Bu koşullar altında gidilen seçimlerden ANAP’ın neredeyse seçmenin yarıya yakınının oyunu alarak çıkması, Türk halkının 12 Eylül öncesi istikrarsızlığa, terör ortamına dönmemeğe isteği, Özal’ın zenginleşmeyi vadeden umuduyla makus talihini ANAP’la yenebileceği inancına bağlanabilir.

ANAP, 29 Kasım 1987 genel seçimlerinden de 1. parti olarak çıktı. Fakat bu kez oyları bir önceki seçime göre 9 puan azalarak % 36,3’te kaldı. Referandumla eski siyasilere konan siyasi faaliyette bulunma yasağının kalkmasının ardından, kurdurdukları partilerin başına geçerek seçime katılan Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş gibi eski genel başkanlar, seçimlerde partilerinin oylarının ilk kez katıldıkları bir yarışta oldukça yüksek çıkmasının mimarıydılar.  SODEP ve Halkçı Parti’nin birleşmesiyle kurulan SHP % 24,8’lik oy oranıyla seçimlerden 2. parti olarak çıkarken, DYP % 19,1’lik oyla 3., DSP % 8,5’le 4. ve RP % 7,2 ile 5. parti oluyordu. MHP’nin devamı olan Milliyetçi Çalışma Partisi ise ancak % 2,9 oranında oy elde etti. Ortaya çıkan tablo, merkez sağda ANAP ve DYP temelli bir parçalanmanın yaşandığını, merkez solda ise SHP’nin özellikle demokratikleşme ve yoksullaşma karşıtı söylemiyle sol seçmeni kendine çekmeye başladığını gösteriyordu.

Çağı yakalamak, oyu bölmek

Partilerin kampanyalarındaki söylemlerinde farklı unsurların öne çıktığını belirtmek gerekir.

ANAP’ın temel stratejisi “Türkiye Çağ Atlıyor”, “Türkiye Çağı Yakalıyor” söylemiyle, başlanan projelerin tamamlanması için seçmenden 5 yıl daha yetki istemeye dayanırken, SHP, ANAP iktidarının toplumu yoksullaştırıcı etkisini seçmenlere anlatabilmek için zamlara, geçim sıkıntısına, işsizlikten kurtulmaya vurgu yapıyordu. Ayrıca, “oyunuzu bölmeyin, boşa oy vermeyin” sloganıyla merkez sol seçmenin DSP’ye yönelmesini de önlemek istiyordu.

DYP ANAP iktidarının yoksullaştırdığı kitlelere seslenerek, pahalılığı ancak DYP’nin önleyebileceği mesajını veriyordu.

1991 seçimleri: Oy ve sandalye parçalanması

ANAP’ın 1983 ve 1987 genel seçimlerindeki hakimiyeti, 20 Ekim 1991 genel seçimleriyle sona erdi. Bu seçimden DYP % 27’li oy oranıyla 1.parti olarak çıkarken, ANAP oyları % 19,6’ya gerileyerek, parti seçimlerde 2. konuma düştü. SHP’ye yönelen seçmen desteği % 20,8 ile sınırlı kalırken, asıl sürpriz RP’nin % 16,9’luk oy oranına ulaşmasıydı. Aynı seçimde DSP % 10,8 oy toplayarak, parlamentoya temsilci sokmayı başarmıştı.

Seçim sonuçlarının parti sistemi açısından en önemli sonucu, bu seçimlerle birlikte Türk parti sisteminin ilk kez bu denli oy ve sandalye parçalanması yaşanmasıydı.

Diğer yandan, partilerin bir önceki seçime göre oylarındaki değişim, seçmen tercihlerindeki uçarılığın göstergesiydi ki bunun anlamı; parti sisteminin istikrarsız bir örüntüye doğru sürüklenmesiydi. DYP’nin seçimlerde birinci parti olmasının başlıca nedeni, ANAP’ın ekonomik ve sosyal politikalarından zarar gören, ağırlığını merkez sağ seçmenlerin oluşturduğu kitlenin DYP etrafında toplanmaya başlamasıydı.

İmaj ve vaat yarışları

RP ise, özellikle büyük kentlerin varoşlarında yerleşik ve Anadolu merkezli, ağırlığını muhafazakâr dünya görüşüne sahip kitlelerin sözcülüğü ve alternatif bir düzen vaadiyle seçimlerden başarıyla çıkıyordu.

Bu seçimde partilerin kampanyalarında adeta politikalar, projeler değil, imajlar yarıştı. Mesut Yılmaz’ın liderliğinde seçime katılan ANAP, bir yandan seçmene ekonomik, sosyal alanda vaatlerde bulunurken, DYP demokratikleşme, insan hakları başta olmak üzere, Türk insanının makus talihini yeneceğini ileri sürdüğü sayısız ekonomik reform vaatleriyle seçmenin karşısına çıkıyor ve konuşan Türkiye’nin önemini dile getiriyordu.

SHP’nin seçim kampanyasında “ne farkları var?” sorusuyla, diğerlerinden farklı olduğu, Türkiye’nin bu seçimlerde bir yol ayrımında olduğu ileri sürülüyordu.

RP ise özellikle yoksulluk vurgusuyla hakkın ancak RP’nin inşa edeceği yeni bir dünya ile tesis edileceği mesajını seçmenlere vermeye çalıştı.

DSP özellikle ulusal birlik için seçmenden oylarını partilerine vermelerini talep ediyordu.

1995 seçimleri: Lider ve aday merkezli medyatik siyaset

24 Aralık 1995 genel seçimleriyle ortaya çıkan tablo, siyasal yelpazede 90’ların ikinci yarısında gözlenmeye başlayacak ideolojik belirsizliklerle uyum içindeydi.

Bu seçimde partilerin ülke genelinde elde ettikleri oylar, ideolojik anlamda partilerde yaşanan kimliksizleşmenin seçmen tercihlerine yansımasının ve yeni arayışların göstergesiydi. Fakat, seçim sonuçları dikkate alındığında bu arayışın sonuçsuz kaldığı da açıktı. Bu seçimde ANAP %19,6, DYP %19,2, DSP %14,6, CHP %10,7, MHP %8,2, RP %21,4 oy alırken, diğer partilere yönelen seçmen desteği % 0,1-0,5 arasındaydı.

Çok partili dönemde bu tarihe kadar yapılan tüm seçimlerde, yelpazenin merkez sağ ve merkez solunda konuşlanan partilerin elde ettikleri oylar bunların tek başına ya da birinci parti olarak koalisyon yoluyla hükümet kurmalarına imkân tanırken, bu seçim sonrasında böyle bir imkânın varlığı ortadan kalktı.

Seçmenlerin yavaş yavaş partileri tek başına iktidara layık göremeyecek kadar uzak durmalarının ve sistemin temsil düzeyinin adeta yok olma sürecine girmesinin altında çeşitli nedenler yatıyordu. Bunlardan ilki; partilerin toplumla olan bağlarının hızla kopmasıydı. Partileri toplumla bağlarını koparmaya yönelten başlıca olgu, kollektif ideolojik kimliklerini terk edip, “parti merkezli siyaset” yerine, “lider ve aday merkezli medyatik siyaset”i yeğlemeleriydi.

24 Aralık 1995 genel seçim sonuçlarına ilişkin en makul çıkarsama; Türkiye seçmeninin geleneksel siyasal tercihinin blok temelli olarak kolay kolay değişmediği ve sağa kaymanın daha da belirginleşerek, sağ eğilimlerin katılaşıp, güçlendiği, solun ise son yıllardaki çöküş sürecinin devam etmesine bağlı olarak güdükleştiğiydi. Merkez solun siyasal yaşamında ilk kez yüzde 25’lik bir oy oranına hapsolmasının uluslararası konjonktürle ilgisi olduğu kadar, bu bloktaki partilerin toplumun taleplerine ve dokusuna derinden nüfuz edememesiyle yakından ilişkisi vardır.

Merkez sağda ANAP ve DYP için oturmuş bir oy tabanı bulunmasına rağmen, son yıllarda bu tabanın seçmenine ulaşmayı hedefleyen RP’nin batıdan doğuya doğru güçlenen tabanı dikkate alındığında, merkez partisi stratejisi başarılı oldu. Stratejinin başarılı olma nedeni, partinin ideolojik temeli farklı olsa da, söylem olarak merkezde konumlanma odaklı, esnek, pragmatik yöntemlerle seçmene ulaşmayı tercih etmesiydi.

Sağ ve soldan milliyetçi bloğun farklı çizgilerine yerleşik MHP ve HADEP’in de seçim coğrafyasındaki tabanları bu seçimlerde daha görünür hale geldi.

Stratejinin başarılı olması, partinin ideolojik temeli farklı olsa da, söylem olarak merkezde konumlanma odaklı, esnek, pragmatik yöntemlerle seçmene ulaşmayı tercih etmesidir.

1999: Zorunlu koalisyonlar

18 Nisan 1999 genel seçimleri, özellikle seçim sonrası koalisyon hükümetini zorunlu kılması bakımından ilginç sonuçlarıyla dikkat çekti. Seçim öncesinde Abdullah Öcalan’ın DSP azınlık hükümeti işbaşındaki iken yurtdışında yakalanıp ülkeye getirilmesi, bu partinin seçimlerden %22,2’lik oy oranıyla 1. parti çıkmasının başlıca nedeniydi. Aynı seçimlerde MHP, şiddetli milliyetçi söyleme sarılmasının mükâfatını %18 oy elde ederek aldı.

ANAP’ın % 13,2, DYP’nin % 12’lik oy oranları Türk merkez sağında çok keskin bir bölünme ve oy parçalanması yaşandığını göstermesi bakımından dikkate değerdi. Aynı seçimlerde CHP % 8,7 ile baraj altında kalıp, parlamentoya temsilci sokamazken, RP’nin kapatılmasından sonra yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) oyların % 15.4’ünü alma başarısını gösterdi FP’nin elde ettiği oy oranı, mirasını üstlendiği RP’nin toplumsal tabanını korumada başarılı olduğunun kanıtıydı.

CHP’nin bu seçimdeki kampanyası kararsız seçmen kitlesinin siyasete ve seçimlere ilgisizliğini dikkate alarak başlıyor ve hedefinde ANAP, DYP, DSP ve Fazilet Partisi bulunuyordu. CHP kampanya sürecinde laiklik vurgusu üzerinden seçmenle irtibatlanmaya, seçmeni kendisine çekmeye çalıştı.

DYP “Yeter Hak Milletindir” sloganıyla seçmenin zihninde mirasçısı olduğu DP geleneğinin canlanmasına çalışırken, ekonomik, sosyal sorunların çaresinin kendileri olduğu mesajını seçmene vermeye çalışıyordu.

ANAP’ın ise hazırladığı “İş, Aş, Huzur için: Türkiye Sözleşmesi” belgesi dikkate değerdi. Bununla partinin geçmişteki icraatları, başarıları anımsatılarak, geleceğe dönük hedefler çiziliyor, kararsız seçmenler ANAP’a çekilmeye çalışılıyordu.  Bu kitleye bulunan isim ise “Sessiz Çoğunluk”tu.

DSP’nin propagandasında ise özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmış olmasına atıfta bulunarak, Ecevit’in dürüstlüğü, güven veren kişiliği, devlet adamlığı nitelikleri öne çıkarılmış, hakça düzen için demokratik solda köylü, işçi, girişimcinin el ele olması gerektiğinin altı çizildi.

Fazilet Partisi, seçmenlerin özlediği Türkiye için iktidara talip olduklarını vurgularken, özellikle yoksulların, gençlerin içinde bulunduğu sorunlar, işsizlik, ulusal bağımsızlık temalarını öne çıkararak seçmenlere seslenmeye çalıştı.

MHP “MHP iktidar oluyor” sloganıyla kampanyasını yürütürken, millet iradesinin MHP ile gerçekleştirileceğine vurgu yapıyordu.

Yazının ikinci bölümü 7 Nisan 2023’te yayınlanacak. 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Nisan 2023’te yayımlanmıştır.

Tanju Tosun
Tanju Tosun
Prof. Dr. Tanju Tosun – 1965 yılında Bursa’da doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde tamamlayarak, 1988 yılında S.B.F Kamu Yönetimi Bölümü’nden ikincilikle mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora derecelerini Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden aldı. Doçentliğini Siyasal Hayat ve Kurumları alanında aldı. YÖK bursuyla kısa bir süre Amerika Birleşik Devletleri’nde Washington DC’de Middle East Institute isimli düşünce kuruluşunda Turkish Studies Center’da kıdemli araştırmacı olarak bulundu. Dr. Tosun 1998-2020 yılları arasında Ege İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyeliği yaptı, Şubat 2020’de ayrıldı. Türk Siyasi İlimler Derneği, Mülkiyeliler Birliği ve TÜSES üyesi. Akademik ilgi ve çalışma alanları; Türkiye Siyasal Hayatı, Oy Verme Davranışı, Karşılaştırmalı Siyaset, Seçim Analizleri yer alıyor. Türkiye siyasal hayatı, karşılaştırmalı siyaset, oy verme davranışı, seçimlerle ilgili yayınlanmış kitapları, çeşitli kitap bölümleri var. Ulusal ve uluslararası çeşitli akademik konferans ve sempozyumlara katıldı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Türkiye seçim tarihinden günümüze dersler – 1

1950’den başlayarak geçmiş seçimler, bugün için ne söylüyor? Her seçimin öne çıkan özelliği ne oldu? Ekonomik ve siyasal gelişmeler seçimlere nasıl yansıdı? Geçmiş seçimlerin bugüne mirası ne? Prof. Dr. Tanju Tosun yazdı.

Demokratik siyasi rejimlerde yönetilenler, seçimlerde siyasi iktidar için yarışan aday ya da partiler arasında tercihte bulunarak iktidarı belirlerler. Seçimler bu özelliğiyle siyasi iktidarı sadece hukuki bir temele oturtmakla kalmaz, aynı zamanda meşrulaştırır. Seçmenler yaptıkları tercihlerle mevcut iktidarı onaylayıp, bir sonraki seçime kadar iktidarda kalmalarını sağlarlar ya da yeni kadro ve partileri iktidara taşırlar. Seçmenin sandıktaki tercihi nasıl şekillenirse şekillensin, son tahlilde liberal demokrasilerde seçimler demokratik koşullarda siyasetçilerle seçmenler arasında diyaloğun tesis edildiği bir rekabet alanıdır.

Türkiye 14 Mayıs’ta yeni bir seçime gidiyor. Bu seçim çok partili hayata fiilen geçilen 14 Mayıs 1950’den bugüne gidilen 20. seçim olacak. Yaklaşık üç çeyrek asırlık bir zaman dilimine denk düşen demokratik seçim tarihimizde sandıklara yansıyan tercihler ve seçimler sonrası oluşan siyasi tablo, askerin siyasete müdahale ederek demokratik rejimi kesintiye uğrattığı ara rejim dönemleri hariç, iktidarların demokratik yöntemle el değiştirmesi açısından anlamlı oldu. Her seçim kendi içinde farklı tarihsel, politik ve ekonomik koşulların etkisiyle seçmenin demokratik refleksini yansıtması açısından takdir edilesi sonuçlar üretti.

Bu yazıda 1950’den bugüne yapılan seçimler, bunlara özgü belirli kırılma noktaları, sonuçları örneğinde 1950-1980 ve 1983-2018 dönemi şeklinde iki ana dönem halinde değerlendirilecektir.

14 Mayıs 1950’den 12 Eylül 1980 askeri darbesine uzanan yolda seçimler

Türkiye siyasal hayatında 1950-80 döneminde yapılan 8 genel seçim, seçim süreçlerindeki siyasi rekabet, hukuki çerçeve, sonuçları bağlamında dikkate değer özelliklere sahip.

30 yıla sığan bu seçimler 14 Mayıs 1950, 2 Mayıs 1954, 27 Ekim 1957, 15 Ekim 1961, 10 Ekim 1965, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 5 Haziran 1977 tarihlerinde gerçekleşti. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle başlayıp 27 Mayıs darbesine kadar süren dönemde ağırlıklı olarak CHP ve DP arasındaki siyasi rekabet dikkat çekerken, 27 Mayıs 1961 darbesinin ardından oluşan askeri ara rejim 15 Ekim 1961 seçimiyle yerini demokratik sürecin yeniden işlemesine bıraktı.

27 Mayıs döneminde kabul edilen 1961 Anayasasının yarattığı özgürlükçü hava ve çoğulcu yapı 1961 seçimleriyle birlikte daha karmaşık bir örüntüyle sürdü. Anayasa ve siyasi partiler kanununun izin vericiliğiyle 1971’e kadar gelişimini sürdüren siyasal yaşam, 12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin işbaşındaki Adalet Partisi hükümetine verdiği muhtırayla ikinci kez sivil niteliğinden uzaklaşsa da, ara rejimin ardından gidilen 14 Ekim 1973 seçimleri, tüm kırılmalara rağmen, sürecin örgütlü ve çoğulcu biçimde işlemeye devam ettiğini gösteren özelliklere sahip.

Bu anlamda 1973’den 1980’e gidilen 2 genel seçim toplumsal ve ekonomik gelişimin siyasal etkilerinin sandıkta net biçimde görüldüğü demokratik pratikler şeklinde değerlendirilebilir. 12 Mart ara rejiminin ardından 1973 seçimleriyle birlikte yeniden işlemeye başlayan demokratik süreç birbirleriyle rekabet eden partilerin ideolojik yönelimleri, yaslandıkları sosyolojik temeller, toplumda egemen olan sosyo-kültürel ve sınıfsal bölünmeler itibarıyla yaşanan sosyal değişimle paraleldir.

23 kez değişen seçim kuralları

Bu dönemde yapılan seçimlerde seçmenlerin kullandıkları oyları sandalye dağılımına dönüştüren yöntemler olarak çoğunluk sistemi uygulanırken, 1961 seçimlerinden 12 Eylül’e kadar tüm seçimlerde nispi temsilin D’Hondt[efn_note]D’Hondt sistemi, Belçikalı hukukçu ve matematikçi Victor D’Hondt tarafından 1878’de tasarlanmış nispi temsil sistemidir.[/efn_note] yöntemiyle partilerin milletvekili sayıları da belirlendi. Söz konusu dönemde seçim kanununda 23 kez değişiklik yapılması dikkat çekicidir.

Seçim sistemlerinin hukuksal temeli aslında I. Meşrutiyet döneminde çıkarılıp, 1943 seçimlerine kadar uygulanan seçim kanununa dayanır.

İki dereceli çoğunluk sistemine göre milletvekilleri öncelikle basit çoğunluğa, sonra da salt çoğunluğa göre seçilmekteydi. 1946-1960 döneminde liste usulü çoğunluk sistemi uygulandı. 1942’de kabul edilen Mebus Seçimi Kanunu[efn_note]4320 sayılı Mebus Seçimi Kanunu 14 Aralık 1942’de kabul edildi.[/efn_note] seçim sisteminde önemli bir değişiklik yapmadı, 1946’da çıkarılan kanun ile iki dereceli seçim sistemi tek dereceli seçime dönüştürüldü.

Açık oydan gizli oya geçiş

1946 tarihli Milletvekili Seçim Kanunu’nun[efn_note]5 Haziran 1946 tarih ve 4918 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu[/efn_note] en önemli özelliği, tek dereceli seçimi öngörmesiydi.

1950’de değiştirilen kanun ile açık oylama kaldırıldı, genel, eşit ve gizli oy ilkesi kabul edildi. 1950’de kabul edilen yeni Milletvekili Seçim Kanunu’nun[efn_note]16 Şubat 1950’de 5545 sayılı Yeni Milletvekili Seçimi Kanunu[/efn_note] 1. maddesindeki genel, eşit, gizli oy ilkesi, eski kanundaki açık oy ilkesi dikkate alındığında, seçme hakkının demokratikleşmesi adına çok önemlidir.

1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde salt çoğunluk ilkesi uygulandı. Her üç seçimde de partilerin illerin oluşturduğu seçim çevrelerinde listeler halinde adaylarını sunduğu ve en çok oy alan parti listesinin o ildeki milletvekillerinin hepsini kazandığı çoğunluk sistemi uygulandı.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan seçim kanunu ile temsilde adalet ilkesini hayata geçirmek için seçim sisteminde köklü bir değişikliğe gidilerek nispi temsil sistemine geçildi.

Nispi temsilin “D’Hondt” yöntemi uygulanarak, seçim barajı bir seçim çevresindeki geçerli oyların ilgili seçim çevresinde çıkarılacak milletvekili sayılarına bölünmesi ile tespit edilmekteydi. Eğer hiçbir parti barajı geçemezse, bu sistem barajsız olarak uygulanacaktı.

Parti sayısının artışına bir ölçüde engel olan ve nispeten büyük partilerin yararını gözeten D’Hondt yöntemiyle basit seçim kotası esası (baraj) birlikte uygulandı. Sistemde ilk değişiklik 1965 yılında gerçekleştirildi, 13 Şubat tarih ve 533 sayılı kanunla Milli Bakiye yöntemine geçildi. Bu sistem hem küçük partilerin yararına işledi, hem de Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelecek oyu almasını sağladı.

Fakat AP’nin bu sistemden memnun olmaması nedeniyle, 1968’de yeni bir kanunla[efn_note]20 Mart 1968’de 1036 sayılı kanunla[/efn_note] barajlı D’Hondt yöntemine dönülse de, Anayasa Mahkemesi’nin seçim barajını iptal etmesi nedeniyle 1973 ve 1977 seçimlerinde barajsız D’Hondt yöntemi uygulandı.

Seçim meydanlarından sandığa uzanan siyasi rekabet

14 Mayıs 1950 tarihi çok partili siyasi yaşama fiili olarak geçişte önemli bir kilometre taşıdır.

7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulması ile hukuken çok partili yaşama geçilse de, 1946 seçimleriyle şekli anlamda çoğulcu, rekabetçi sistem işledi, demokrasinin kurallarına uygun rekabet 1950 seçimleriyle başladı.

1950-1960 dönemindeki seçimlerde, seçimlere katılım kademeli olarak düştü; 1950’de % 89,3’ten 1957’de % 76,6’ya geriledi. Bu dikkat çekici düşüşte, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren siyasi iktidarın seçmenin beklentilerine karşılık verememesinin payı vardı. DP her üç seçimde de büyük oy farkıyla 1. parti olurken, 1950’de % 55,2, 1954’te % 58,4 oranında oy topladı, 1957’de % 48,2’ye geriledi.

CHP’nin ise 1950’de % 39,6 olan oy oranı 1954’te 35,1’e gerilemesine rağmen, 1957’de 6,3 puan artarak % 41,4’e yükseldi.

Aynı dönemin ikinci yarısında DP hâkim parti olarak dikkat çekerken, CHP ile DP arasındaki rekabet dışında oy gücü anlamında bunlarla rekabet edebilecek üçüncü bir parti yoktu.

14 Mayıs 1950 seçimleri: Özgürlük ve ekonomi 

DP’nin 1950 seçim başarısında CHP’ye karşı özgürlükçü bir söylemle seçmenin karşısına çıkması yanında, halkın özellikle II. Dünya Savaşı yıllarının ekonomik koşulları dolayısıyla yoksullaşmasından CHP’yi sorumlu tutmasının payı vardı.

Marshall yardımı gibi dış ekonomik desteklerle sağlanan tarımda makineleşme, altyapı yatırımları, zirai krediler üzerinden kırsal seçmene hitap edilmesi, köylünün özellikle yaşadığı ekonomik değişim, bunun DP tarafından popülist bir söylemle dillendirilmesi 1954 seçimlerinde oylarını birkaç puan arttırmasıyla sonuçlandı.

Nitekim 1954 seçimlerinde partinin sloganlarından biri “Dün mü mutluydun, bugün mü? Seçimini ona göre yap” idi. CHP ise seçmenin karşısına “1950’de kandın, bu kez kanma” şeklindeki sloganlarla çıktı.

1954 ve sonrası: Umuttan otoriterliğe

Ülkenin genel bir refah ortamına girmesiyle oluşan ve 1954’e kadar süren umut havası seçimlerin ardından dağılmaya başladı, yerini iktidarın otoriter uygulamalarıyla karamsarlığa bıraktı.

1954 sonrası DP’nin otoriter eğilimlere yönelmesi ekonomide oluşmaya başlayan durgunluk, enflasyonun artışı, büyümenin durması, iktidara karşı yürütülen etkili muhalefetten bağımsız düşünülemez. DP lideri Adnan Menderes 1958’de yapılması gereken seçimleri 1957’ye alınmasını sağlayarak, ekonominin daha da kötüleşebileceği bir zamandan önce sandığı seçmenin önüne koyarak DP’yi kurtaracağını düşünse de, oyları 10 puan geriledi.

DP’nin seçim sonrası otoriter uygulamaları artarken, ülke ekonomisindeki kötüleşmenin sorumlusu olarak muhalefet görüldü, muhalefet baskıcı yöntemlerle susturulmaya çalışıldı.

DP aydınlar, basın, sivil toplum örgütleri ve üniversiteleri kendisine karşı potansiyel bir tehdit unsuru olarak görerek daha da otoriterleşti, sonuçta Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Mayıs 1960’da yönetime el koyarak, DP’yi iktidardan uzaklaştırıldı.

1961: Demokrasiye dönüş

27 Mayıs darbesinin ardından demokrasiye geçiş süreci 15 Ekim 1961 seçimleriyle yeniden işlemeye başladı, 1961-1980 döneminde toplam 5 seçim[efn_note]15 Ekim 1961, 10 Ekim 1965, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 5 Haziran 1977’de[/efn_note] yapıldı.

Kayıtlı seçmen sayısı 1961 seçimlerinde yaklaşık[efn_note]12..925.395[/efn_note]13 milyondu, 1977’de bu rakam 21 milyonu biraz geçti.[efn_note]21.207.303[/efn_note] Aynı dönemlerde, seçimlere katılımda ise istikrarsız bir örüntü dikkat çekti. 1961’de % 81,4, bir sonraki seçimde % 71,3 iken, 1969’da % 64,3’e geriledi, 1973’te % 66,8’e, 1977’de % 72,4’e ulaştı. 27 Mayıs’ın ürünü olan 1961 Anayasası’nın siyasal haklar, özgürlükler ve örgütlenme alanında getirdiği demokratik, çağdaş, katılımcı düzenlemeler nedeniyle kısa sürede çok sayıda siyasal parti kuruldu. Bu partiler 1961 seçimlerine katıldılar.

1961 seçimlerinde CHP %36.7 oy alarak birinci parti çıkmasına rağmen, tek başına hükümet kuramadı.

Askeri rejim döneminde yöneticileri tasfiye edilen ve daha sonra Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kongre yapmadığı gerekçesiyle kapattığı DP yerine kurulan Adalet Partisi seçimden %34,8’lik oyla 2. parti olarak çıktı. DP’nin siyasal mirasına sahip çıkarak kurulan ve oylarını almayı amaçlayan bir diğer parti Ekrem Alican’ın liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi (YTP) %13,7, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKPM) ise %14 oy aldı.

1965: TİP’in 15 milletvekili çıkarmasını sağlayan sistem

1965 seçimlerinde, genel başkanı Süleyman Demirel ile büyük oy patlaması yaparak, seçimlerden % 52,9’luk oyla birinci parti çıkan Adalet Partisi hükümeti tek başına kurdu.

AP oylarında bir önceki seçime göre gözlenen 18 puanlık artışa karşılık, CHP oylarında (%28,7) 8 puanlık bir gerileme vardı. 1965 seçimlerinde CKMP ve YTP oylarındaki çok keskin düşüş[efn_note]Aynı seçimde CKMP % 2.2, MP % 6.3, YTP ise % 3.2 oranında oy toplayabildi.[/efn_note] karşısında (10-12 puan), sisteme yeni katılan Türkiye İşçi Partisi oyların %3’ünü, bağımsızlar ise % 3,2’sini aldı. Özellikle TİP’in parlamentodaki sandalyelerin 15’ini alması, seçim tarihimizde ilk ve son kez uygulanan “Milli Bakiye” seçim yönteminin bir sonucuydu.

İktidar partisi AP’nin seçim kanununda değişikliğe gidip, nispi seçim yöntemine geçilmesiyle, sistemin küçük partiler lehine olan sonuçları ortadan kalktı. 1969 seçimlerinde oylarındaki 6,3 puanlık gerilemeye rağmen AP (%46,6) yine de birinci parti oldu, CHP’ye göre (% 27) oyları yaklaşık 20 puan fazlaydı.

En şiddetli rekabet: 1969 seçimleri

1969 seçimleri AP ve CHP arasında şiddetli siyasi rekabetin yaşandığı seçimlerden biri oldu. CHP, AP’nin 4 yıllık iktidarına sert eleştiriler yöneltirken, AP, CHP’nin ülkenin temel meselelerine dair çözüm önerileri geliştirmediğini seçmene anlatmaya çalıştı.

Bu seçimde AP’nin iktidarını sürdürmesinin başlıca nedeni, yaşanan sosyo-ekonomik değişime AP’nin uyguladığı politikalarla yanıt vermesi kadar, Demirel’in bir siyasi lider olarak toplumun taleplerini okumadaki başarısıydı.

Oy kaybındaki neden ise sosyo-ekonomik bölünmelerin parti sistemine yansımasının doğal sonucuydu. Nitekim, sosyo-ekonomik modernleşme, kentleşme gibi olgular toplumda yeni sosyal bölünme tipleri yaratırken, bunlar yeni parti oluşumlarını tetikledi. Milliyetçi sağda Alparslan Türkeş’in liderliğindeki MHP, Alevilerin siyasal temsiline soyunan Mustafa Timisi liderliğindeki Türkiye Birlik Partisi, CHP’deki ideolojik yeniden yapılanma sonucunda partiden ayrılanların kurduğu Güven Partisi gibi oluşumlar sosyal uyanışın siyasetteki tezahürleriydi.

1969 seçimlerine ilk kez katılan MHP %3, TBP %3,2, Güven Partisi ise %6,6 oranında oy aldı, AP parti sistemindeki sınırlı parçalanma nedeniyle tek başına hükümeti kurdu.

1973 seçimleri: Türkiye siyasetinin dönüşümü

Türkiye siyasetinde değişim ve dönüşüm yolundaki asıl sinyal 12 Mart muhtırasıyla başlayan 12 Mart askeri rejiminin ardından gidilen ilk seçim olan 14 Ekim 1973 seçimleriyle verildi.

CHP’nin yeni Genel Başkan Bülent Ecevit liderliğinde demokratik sol ideolojik yeniden yapılanmaya yönelmesine seçmenin verdiği refleks bu seçimde kendisini hissettirdi. Seçimde oylarını 6 puan arttıran CHP (%33,3) karşısında AP oyları %46,6’dan %29,8’e geriledi. MHP oyları ancak 0,4 puan artarken, Milli Nizam Partisi’nin 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından Türk siyasal hayatına Necmettin Erbakan liderliğinde katılan Milli Selamet Partisi (MSP) beklenmedik biçimde oyların %11,8’ini aldı.

MSP, AP’nin 1960’ların ikinci yarısından itibaren uygulamaya koyduğu ekonomi politikalarından zarar gören küçük burjuvazinin kültürel- muhafazakâr reflekslerle kurmuş olduğu bir partiydi. Seçimin ardından, kurdukları koalisyon hükümetiyle laik CHP ile İslami eğilimli MSP Türk siyasetine yeni bir renk katsa da, bu hükümet uzun ömürlü olmadı.

CHP’nin asıl seçim başarısı, 5 Haziran 1977 genel seçimlerinde yaşandı. Kıbrıs Barış Harekatı’nda hükümetin başarısını kendi kazancına dönüştürmeyi uman CHP seçimlerden % 41,4 gibi yüksek oy alarak çıkmasına rağmen, nispi temsil yöntemine dayanan seçim sistemi bu oy oranıyla dahi bir partinin tek başına hükümet kurmasına imkan vermedi. Aynı seçimde[efn_note]DP oyları % 11.9’dan % 1.8’e, CGP oyları ise % 5.3’ten % 1.9’a gerilemiştir. TBP ve TİP oyları da 0.1-0.4 düzeyinde kaldı.[/efn_note] AP % 36,9 oranında oy toplarken, MHP oylarında 6,4, MSP oylarında ise 3,2 puanlık bir azalış gerçekleşti.

12 Eylül askeri rejiminin mirası: Hayati değişiklikler ve temsilde adaletsizlik 

1980 sonrası demokratik siyasi sürecin işlemesine aracılık eden ilk seçim 6 Kasım 1983’te yapıldı. 1983-2018 döneminde 11 genel seçim[efn_note]6 Kasım 1983, 29 Kasım 1987, 20 Ekim 1991, 24 Aralık 1995, 18 Nisan 1999, 3 Kasım 2002, 22 Temmuz 2007, 12 Haziran 2011, 7 Haziran 2015, 1 Kasım 2015 ve 24 Haziran 2018 seçimleri.[/efn_note] yapıldı.

Bu dönemde seçimlerin, “yönetimde istikrar ve temsilde adalet” sarkacında oyunun değişen kurallarına göre uygulanan seçim yöntemleriyle gerçekleştiğini belirtmek gerekir.

1983’ten günümüze siyasal yaşamın şekillenmesinde mekanik ve psikolojik etkisiyle dikkat çeken seçim sistemlerine ilişkin çeşitli yasal düzenlemeler yapılsa da, tüm seçimlerde nispi temsilin D’Hondt yöntemi uygulandı.

Parti sistemini şekillendiren yöntem ise 1995 seçimlerine kadar uygulanan seçim çevresi barajı ve halen mevcut olan ulusal seçim barajıdır.

1983 sonrası demokrasiye yeniden geçiş sürecinde ilk seçim olan 6 Kasım seçimlerinde çift barajlı D’Hondt yöntemi uygulandı. Anayasa Mahkemesi 1995 seçimleri öncesinde temsilde adalet ilkesini öne çıkararak seçim çevresi barajını iptal etti, ardından D’Hondt yöntemi % 10’luk ulusal barajla uygulanmaya devam etti, 2022’deki yasal değişiklikle baraj % 7’ye düşürüldü.

Seçim kanunlarında siyasal iktidarlar seçimlerde aldıkları oyları parlamentoda maksimum sandalye dağılımına yol açacak şekilde sık değişikliğe gittiler, seçim çevreleri daraltılıp genişletilerek, kontenjan adaylığından tercihli oy kullanma imkanına kadar uzanan değişiklikler, “hak edilmemiş çoğunluklar üretme” ile sonuçlanan temsil adaletsizliğine yol açtı.

Temsil adaletsizliğinin göstergesi elde edilen oyla parlamentodaki sandalyelerin dağılımı arasındaki dengesizliği gösteren orantısızlık endeksidir. Orantısızlığı tespit etmek için kullanılan Arend Lijphart’ın orantısızlık indeksinde göre, oran ne kadar büyükse, orantısızlık, dolayısıyla temsil adaletsizliği o kadar fazladır.

Nitekim 3 Kasım 2002 seçiminde seçim sisteminde adalet/adaletsizliğin bir göstergesi olan orantısızlık yüzde 22,4’e kadar çıktı. 24 Haziran 2018’de ise ittifaklar nedeniyle yüzde 5,6’ya kadar geriledi.

24 Haziran 2018 seçiminde uygulanan ve partiler arasında ittifak yapmaya imkân tanıyan değişikliğe kadar, seçim kanununda herhangi bir değişiklik yapılmadı. Seçim kanununda bir önceki değişiklik 2018 seçimleri öncesinde gerçekleşti. Bu değişiklikle, ittifak yapan partilerin dahil oldukları ittifakın toplam oyunun barajı geçmesi halinde, oyların ittifak içinde toplanması ve ittifakta yer alan partilerin çıkaracağı milletvekilleri sayılarının ittifak içinde aldıkları oya göre belirlenmesi kabul edildi.

Seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanun ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair 7102 Sayılı Kanun’un getirdiği ilgili değişiklik 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 29’uncu maddesine “…aynı ittifak içerisindeki siyasi partilerin her birinin geçerli oyu; ittifakı oluşturan siyasi partilerin o seçim çevresinde tek başına aldıkları oy sayısına, ittifakın ortak oylarından gelen payın ilave edilmesiyle elde edilir. İttifak yapan her bir partiye ortak oylardan gelen pay; ittifak yapan siyasi partilerin tek başına aldıkları oyun bu partilerin toplam oyuna bölünmesi ile elde edilen katsayının ittifakın ortak oyu ile çarpımı sonucu elde edilir” hükmü eklendi.

31 Mart 2022’de yeni bir değişikliğe[efn_note]31 Mart 2022 tarihli ve 7393 sayılı “Milletvekili seçim kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun[/efn_note] gidildi. Bu değişiklik oyların sandalyeye dönüşme yöntemiyle doğrudan ilgili 2 madde içeriyor: ülke seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi[efn_note]1.maddeyle 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 33. maddesi[/efn_note] ve milletvekilliklerinin dağıtılmasındaki değişiklik.[efn_note]34. maddenin birinci fıkrasında yapılan düzenleme[/efn_note]

Eski sistemde milletvekilliklerinin önce yüzde 10 ülke barajını geçen ittifaklar arasında her seçim çevresinde D’Hondt sistemine göre dağıtılması, ikinci aşamada ise her ittifak içinde milletvekilliklerinin dağıtılması yine D’Hondt usulüne göre gerçekleştiriliyordu. Kanun değişikliğiyle birinci aşama kaldırıldı, “ittifakın aldığı oy toplamı ülke barajını geçtiği takdirde seçim çevrelerinde milletvekili hesabı ve dağılımı ittifak içinde yer alan her bir partinin o seçim çevresinde aldığı oy sayısı dikkate alınarak bu maddenin üçüncü fıkrasına göre yapılır” eklendi.

Böylece partiler arasındaki ittifaklar değişiklikle eski önemini ve temsil adaletine katkısını yitirdi.

1983 ve sonrası: Kutuplaşmayla yumuşama arasında 

Türkiye siyasal hayatında 6 Kasım 1983 seçimleriyle birlikte yeniden işlemeye başlayan demokratikleşme sürecinde gözlenen siyasal rekabetin seçimlere yansıması, siyasal iklimin yumuşamasıyla kutuplaşma arasındaki gel-git’ler şeklinde gerçekleşti.

1983’den 2018’e kayıtlı seçmenler 35 yılda 19 milyon 767 bin 366’dan 59 milyon 367 bin 469’a ulaştı. Seçimlere katılım düzeyi ise dalgalı bir seyir izledi. 6 Kasım 1983 genel seçimlerinde % 92,3 olan katılım bir sonraki seçimde 1 puan artarak % 93,3’e yükseldi, ardından iniş çıkışlar yaşandı. Örneğin; 1991 seçimlerinde 10 puanlık bir gerilemenin ardından 1995 ve 1999’da 2’şer puanlık bir artış dikkat çekiyor. 24 Haziran 2018 seçiminde ise % 86,2 oldu. Katılım düzeyindeki dalgalanmalar seçmenin katılımdan beklentileriyle ilgilidir. Sistem ve kurumlarına olan güvensizliğin arttığı, partilerinden beklentilerin karşılanmadığı inancının güçlendiği dönemlerde sandığa gitmeme şeklindeki bir seçmen davranışı anlaşılabilirken, seçmenle partiler arasında temsiliyet ilişkisinin güçlendiği dönemlerde seçmenlerin yeniden sandığa gitmeleri politik davranış açısından tabiidir.

Seçimlerde partilerin elde ettikleri oylar ve oylardaki değişim incelendiğinde, seçmen tercihlerinde radikal değişimler, keskin alt üst oluşların gerçekleştiği gözleniyor. Bu durum partiler için olduğu kadar, parti blokları için de söz konusu. Nitekim, özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren merkez sağın klasik iki partisinin işgal ettiği merkez sağ bloktaki durum konuya ilişkin tipik bir örnektir.

1995 seçimleriyle birlikte bu bloktaki ANAP ve DYP oylarının %50’lardan %40’lara düşmesi, seçmenle aralarındaki temsiliyet ilişkisinin zayıflaması karşısında, 2002 ve 2007 seçimlerinde AK Parti’nin aldığı oylarla bu bloğa yerleşmesi, gelişim ve değişimi anlamak açısından dikkate değer.

6 Kasım 1983 seçimleri: Siyasetin yeni aktörleri, modern siyasi propaganda yöntemleri

6 Kasım 1983 seçim sonuçları siyasetin yeni aktörlerinin kimler olduğunu ilan etmesi açısından önemliydi. ANAP, lideri Turgut Özal’la elde ettiği % 45,1’lik oy oranıyla seçimlerden 1. parti olarak çıkarken, 12 Eylülcülerin destek verdiği emekli asker Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Parti %23,3’lük oyla ancak 3. oluyor, merkez solda eski CHP seçmenine seslenen Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti ise % 30,5 oy alarak seçimlerden 2. parti olarak çıkıyordu.

6 Kasım seçimleri Türk siyasetinde modern siyasi propaganda tekniklerinin kampanya sürecinde kullanılmaya başladığı ilk seçim olması açısından da dikkat çekiyordu. Özellikle ANAP kampanya sürecinde siyasal propagandayı çok iyi kullandı, seçimlerde yüksek oy almasında bunun da etkisi oldu. Parti kendisini “Dört eğilimin partisi” olarak seçmen kitlesine uzlaşmacı kimliğiyle takdim etti, 12 Eylül öncesinin politik kavgalarına, sağ sol bölünmesine sık sık atıfta bulunarak, uzlaşmanın önemine vurgu yaptı.

Düşünce, vicdan, ifade, teşebbüs hürriyetinin kendi iktidarlarında gerçekleşeceğini seçmene aktaran ANAP lideri Özal, toplumu bu yeni dönemde özellikle ekonomik vaatleriyle yanına çekmeye çalışırken, eski dönemin devlet anlayışının öne çıktığı bir Türkiye yerine, devletin milletin efendisi olduğunu sık sık vurgulayarak, bireyi iktisat, piyasa, tüketim üzerinden kendi yanına çekmeye çalıştı. ANAP’ın seçimdeki rakiplerinden Halkçı Parti, iktisat, devlet, siyaset tahayyüllerinde daha devletçi, bürokratik, merkeziyetçi bir çizgide kendisini tanımlarken, sosyal demokrasiye dair kimi açılımlar getirmekle birlikte, özgürlükçü bir parti kimliğini inşa edecek biçimde seçmen karşısına çıkamamıştı.

ANAP’ın diğer rakibi ve otoriter sağın temsilcisi olarak tanımlanabilecek MDP ise seçim stratejisini seçmeni 12 Eylül öncesine dönmeyle korkutma üzerine kurguladı. MDP’nin bu korkuyu hâkim kılarak iktidara gelmeyi hedeflediği, ekonomik sıkıntıların çözülmesi ile insan hakları ve demokrasi taleplerinin ikinci planda kaldığı söylenebilir. Bu koşullar altında gidilen seçimlerden ANAP’ın neredeyse seçmenin yarıya yakınının oyunu alarak çıkması, Türk halkının 12 Eylül öncesi istikrarsızlığa, terör ortamına dönmemeğe isteği, Özal’ın zenginleşmeyi vadeden umuduyla makus talihini ANAP’la yenebileceği inancına bağlanabilir.

ANAP, 29 Kasım 1987 genel seçimlerinden de 1. parti olarak çıktı. Fakat bu kez oyları bir önceki seçime göre 9 puan azalarak % 36,3’te kaldı. Referandumla eski siyasilere konan siyasi faaliyette bulunma yasağının kalkmasının ardından, kurdurdukları partilerin başına geçerek seçime katılan Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş gibi eski genel başkanlar, seçimlerde partilerinin oylarının ilk kez katıldıkları bir yarışta oldukça yüksek çıkmasının mimarıydılar.  SODEP ve Halkçı Parti’nin birleşmesiyle kurulan SHP % 24,8’lik oy oranıyla seçimlerden 2. parti olarak çıkarken, DYP % 19,1’lik oyla 3., DSP % 8,5’le 4. ve RP % 7,2 ile 5. parti oluyordu. MHP’nin devamı olan Milliyetçi Çalışma Partisi ise ancak % 2,9 oranında oy elde etti. Ortaya çıkan tablo, merkez sağda ANAP ve DYP temelli bir parçalanmanın yaşandığını, merkez solda ise SHP’nin özellikle demokratikleşme ve yoksullaşma karşıtı söylemiyle sol seçmeni kendine çekmeye başladığını gösteriyordu.

Çağı yakalamak, oyu bölmek

Partilerin kampanyalarındaki söylemlerinde farklı unsurların öne çıktığını belirtmek gerekir.

ANAP’ın temel stratejisi “Türkiye Çağ Atlıyor”, “Türkiye Çağı Yakalıyor” söylemiyle, başlanan projelerin tamamlanması için seçmenden 5 yıl daha yetki istemeye dayanırken, SHP, ANAP iktidarının toplumu yoksullaştırıcı etkisini seçmenlere anlatabilmek için zamlara, geçim sıkıntısına, işsizlikten kurtulmaya vurgu yapıyordu. Ayrıca, “oyunuzu bölmeyin, boşa oy vermeyin” sloganıyla merkez sol seçmenin DSP’ye yönelmesini de önlemek istiyordu.

DYP ANAP iktidarının yoksullaştırdığı kitlelere seslenerek, pahalılığı ancak DYP’nin önleyebileceği mesajını veriyordu.

1991 seçimleri: Oy ve sandalye parçalanması

ANAP’ın 1983 ve 1987 genel seçimlerindeki hakimiyeti, 20 Ekim 1991 genel seçimleriyle sona erdi. Bu seçimden DYP % 27’li oy oranıyla 1.parti olarak çıkarken, ANAP oyları % 19,6’ya gerileyerek, parti seçimlerde 2. konuma düştü. SHP’ye yönelen seçmen desteği % 20,8 ile sınırlı kalırken, asıl sürpriz RP’nin % 16,9’luk oy oranına ulaşmasıydı. Aynı seçimde DSP % 10,8 oy toplayarak, parlamentoya temsilci sokmayı başarmıştı.

Seçim sonuçlarının parti sistemi açısından en önemli sonucu, bu seçimlerle birlikte Türk parti sisteminin ilk kez bu denli oy ve sandalye parçalanması yaşanmasıydı.

Diğer yandan, partilerin bir önceki seçime göre oylarındaki değişim, seçmen tercihlerindeki uçarılığın göstergesiydi ki bunun anlamı; parti sisteminin istikrarsız bir örüntüye doğru sürüklenmesiydi. DYP’nin seçimlerde birinci parti olmasının başlıca nedeni, ANAP’ın ekonomik ve sosyal politikalarından zarar gören, ağırlığını merkez sağ seçmenlerin oluşturduğu kitlenin DYP etrafında toplanmaya başlamasıydı.

İmaj ve vaat yarışları

RP ise, özellikle büyük kentlerin varoşlarında yerleşik ve Anadolu merkezli, ağırlığını muhafazakâr dünya görüşüne sahip kitlelerin sözcülüğü ve alternatif bir düzen vaadiyle seçimlerden başarıyla çıkıyordu.

Bu seçimde partilerin kampanyalarında adeta politikalar, projeler değil, imajlar yarıştı. Mesut Yılmaz’ın liderliğinde seçime katılan ANAP, bir yandan seçmene ekonomik, sosyal alanda vaatlerde bulunurken, DYP demokratikleşme, insan hakları başta olmak üzere, Türk insanının makus talihini yeneceğini ileri sürdüğü sayısız ekonomik reform vaatleriyle seçmenin karşısına çıkıyor ve konuşan Türkiye’nin önemini dile getiriyordu.

SHP’nin seçim kampanyasında “ne farkları var?” sorusuyla, diğerlerinden farklı olduğu, Türkiye’nin bu seçimlerde bir yol ayrımında olduğu ileri sürülüyordu.

RP ise özellikle yoksulluk vurgusuyla hakkın ancak RP’nin inşa edeceği yeni bir dünya ile tesis edileceği mesajını seçmenlere vermeye çalıştı.

DSP özellikle ulusal birlik için seçmenden oylarını partilerine vermelerini talep ediyordu.

1995 seçimleri: Lider ve aday merkezli medyatik siyaset

24 Aralık 1995 genel seçimleriyle ortaya çıkan tablo, siyasal yelpazede 90’ların ikinci yarısında gözlenmeye başlayacak ideolojik belirsizliklerle uyum içindeydi.

Bu seçimde partilerin ülke genelinde elde ettikleri oylar, ideolojik anlamda partilerde yaşanan kimliksizleşmenin seçmen tercihlerine yansımasının ve yeni arayışların göstergesiydi. Fakat, seçim sonuçları dikkate alındığında bu arayışın sonuçsuz kaldığı da açıktı. Bu seçimde ANAP %19,6, DYP %19,2, DSP %14,6, CHP %10,7, MHP %8,2, RP %21,4 oy alırken, diğer partilere yönelen seçmen desteği % 0,1-0,5 arasındaydı.

Çok partili dönemde bu tarihe kadar yapılan tüm seçimlerde, yelpazenin merkez sağ ve merkez solunda konuşlanan partilerin elde ettikleri oylar bunların tek başına ya da birinci parti olarak koalisyon yoluyla hükümet kurmalarına imkân tanırken, bu seçim sonrasında böyle bir imkânın varlığı ortadan kalktı.

Seçmenlerin yavaş yavaş partileri tek başına iktidara layık göremeyecek kadar uzak durmalarının ve sistemin temsil düzeyinin adeta yok olma sürecine girmesinin altında çeşitli nedenler yatıyordu. Bunlardan ilki; partilerin toplumla olan bağlarının hızla kopmasıydı. Partileri toplumla bağlarını koparmaya yönelten başlıca olgu, kollektif ideolojik kimliklerini terk edip, “parti merkezli siyaset” yerine, “lider ve aday merkezli medyatik siyaset”i yeğlemeleriydi.

24 Aralık 1995 genel seçim sonuçlarına ilişkin en makul çıkarsama; Türkiye seçmeninin geleneksel siyasal tercihinin blok temelli olarak kolay kolay değişmediği ve sağa kaymanın daha da belirginleşerek, sağ eğilimlerin katılaşıp, güçlendiği, solun ise son yıllardaki çöküş sürecinin devam etmesine bağlı olarak güdükleştiğiydi. Merkez solun siyasal yaşamında ilk kez yüzde 25’lik bir oy oranına hapsolmasının uluslararası konjonktürle ilgisi olduğu kadar, bu bloktaki partilerin toplumun taleplerine ve dokusuna derinden nüfuz edememesiyle yakından ilişkisi vardır.

Merkez sağda ANAP ve DYP için oturmuş bir oy tabanı bulunmasına rağmen, son yıllarda bu tabanın seçmenine ulaşmayı hedefleyen RP’nin batıdan doğuya doğru güçlenen tabanı dikkate alındığında, merkez partisi stratejisi başarılı oldu. Stratejinin başarılı olma nedeni, partinin ideolojik temeli farklı olsa da, söylem olarak merkezde konumlanma odaklı, esnek, pragmatik yöntemlerle seçmene ulaşmayı tercih etmesiydi.

Sağ ve soldan milliyetçi bloğun farklı çizgilerine yerleşik MHP ve HADEP’in de seçim coğrafyasındaki tabanları bu seçimlerde daha görünür hale geldi.

Stratejinin başarılı olması, partinin ideolojik temeli farklı olsa da, söylem olarak merkezde konumlanma odaklı, esnek, pragmatik yöntemlerle seçmene ulaşmayı tercih etmesidir.

1999: Zorunlu koalisyonlar

18 Nisan 1999 genel seçimleri, özellikle seçim sonrası koalisyon hükümetini zorunlu kılması bakımından ilginç sonuçlarıyla dikkat çekti. Seçim öncesinde Abdullah Öcalan’ın DSP azınlık hükümeti işbaşındaki iken yurtdışında yakalanıp ülkeye getirilmesi, bu partinin seçimlerden %22,2’lik oy oranıyla 1. parti çıkmasının başlıca nedeniydi. Aynı seçimlerde MHP, şiddetli milliyetçi söyleme sarılmasının mükâfatını %18 oy elde ederek aldı.

ANAP’ın % 13,2, DYP’nin % 12’lik oy oranları Türk merkez sağında çok keskin bir bölünme ve oy parçalanması yaşandığını göstermesi bakımından dikkate değerdi. Aynı seçimlerde CHP % 8,7 ile baraj altında kalıp, parlamentoya temsilci sokamazken, RP’nin kapatılmasından sonra yerine kurulan Fazilet Partisi (FP) oyların % 15.4’ünü alma başarısını gösterdi FP’nin elde ettiği oy oranı, mirasını üstlendiği RP’nin toplumsal tabanını korumada başarılı olduğunun kanıtıydı.

CHP’nin bu seçimdeki kampanyası kararsız seçmen kitlesinin siyasete ve seçimlere ilgisizliğini dikkate alarak başlıyor ve hedefinde ANAP, DYP, DSP ve Fazilet Partisi bulunuyordu. CHP kampanya sürecinde laiklik vurgusu üzerinden seçmenle irtibatlanmaya, seçmeni kendisine çekmeye çalıştı.

DYP “Yeter Hak Milletindir” sloganıyla seçmenin zihninde mirasçısı olduğu DP geleneğinin canlanmasına çalışırken, ekonomik, sosyal sorunların çaresinin kendileri olduğu mesajını seçmene vermeye çalışıyordu.

ANAP’ın ise hazırladığı “İş, Aş, Huzur için: Türkiye Sözleşmesi” belgesi dikkate değerdi. Bununla partinin geçmişteki icraatları, başarıları anımsatılarak, geleceğe dönük hedefler çiziliyor, kararsız seçmenler ANAP’a çekilmeye çalışılıyordu.  Bu kitleye bulunan isim ise “Sessiz Çoğunluk”tu.

DSP’nin propagandasında ise özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmış olmasına atıfta bulunarak, Ecevit’in dürüstlüğü, güven veren kişiliği, devlet adamlığı nitelikleri öne çıkarılmış, hakça düzen için demokratik solda köylü, işçi, girişimcinin el ele olması gerektiğinin altı çizildi.

Fazilet Partisi, seçmenlerin özlediği Türkiye için iktidara talip olduklarını vurgularken, özellikle yoksulların, gençlerin içinde bulunduğu sorunlar, işsizlik, ulusal bağımsızlık temalarını öne çıkararak seçmenlere seslenmeye çalıştı.

MHP “MHP iktidar oluyor” sloganıyla kampanyasını yürütürken, millet iradesinin MHP ile gerçekleştirileceğine vurgu yapıyordu.

Yazının ikinci bölümü 7 Nisan 2023’te yayınlanacak. 

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Nisan 2023’te yayımlanmıştır.

Tanju Tosun
Tanju Tosun
Prof. Dr. Tanju Tosun – 1965 yılında Bursa’da doğdu. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünde tamamlayarak, 1988 yılında S.B.F Kamu Yönetimi Bölümü’nden ikincilikle mezun oldu. Yüksek Lisans ve Doktora derecelerini Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden aldı. Doçentliğini Siyasal Hayat ve Kurumları alanında aldı. YÖK bursuyla kısa bir süre Amerika Birleşik Devletleri’nde Washington DC’de Middle East Institute isimli düşünce kuruluşunda Turkish Studies Center’da kıdemli araştırmacı olarak bulundu. Dr. Tosun 1998-2020 yılları arasında Ege İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyeliği yaptı, Şubat 2020’de ayrıldı. Türk Siyasi İlimler Derneği, Mülkiyeliler Birliği ve TÜSES üyesi. Akademik ilgi ve çalışma alanları; Türkiye Siyasal Hayatı, Oy Verme Davranışı, Karşılaştırmalı Siyaset, Seçim Analizleri yer alıyor. Türkiye siyasal hayatı, karşılaştırmalı siyaset, oy verme davranışı, seçimlerle ilgili yayınlanmış kitapları, çeşitli kitap bölümleri var. Ulusal ve uluslararası çeşitli akademik konferans ve sempozyumlara katıldı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x